Alev Alatlı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Konuşması



Alev Alatlı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Konuşması



"Ben bir muhacirim, Sayın Cumhurbaşkanım. Muhacirim derken, kelimeyi özgün anlamında kullanıyorum: “hicret eden.” 1912 Balkan göçü, ailemin hemen tüm erkeklerini yitirdiği, çetin bir ricattı. Malûm. Benim sözünü ettiğim hicret, rahmetli Ali Şeriati bağlamında: aklî hicret. 


Yollara düştüm, güneşin battığı diyarlardan, doğduğu diyarlara… Aydınlanma kutbundan, merhamet kutbuna hicret etmekteyim. Aydınlanma kutbu dediğim, yegâne terazisi yasaların harfinden ibaret olan nizam. Merhamet kutbu, yasaların ötesinde kadim değerlerin esas olduğu toplumsal düzen. İkisinin arasında biryerlerde, kendine göre hakikati arayan bir entelektüel muhacir. Bu, benim.


Önceki gün ağırladığınız Rusya Devlet Başkanı Sayın Putin'in has danışmanı Aleksandr Soljenitsin'in “merhamet kutbuna vardığınızda insanlık görevinizi yerine getirebilmek için üstüne para vermeye hazırsınız demektir” mealinde bir vecizesi vardır. Toprağı bol olsun, cesur, soylu, yüce gönüllü, ahlâkçı bir yazardı. Gelmiş geçmiş toplum mühendislerinin en zalimi Josef Stalin'in gulag mahkûmlarını görev edinmişti.


“Ölenler göreve çağırıyorlar,” diye anlatırdı, “Milyonlarca ölü… her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli… Görevini yap. Nefretin ve zulmün cehenneme çevirdiği cinnet çukurunda telef olan yüzbinlerin hiç değilse insan olduklarının kaydedilmesini sağla. Görevini yap.”


Bunu burada neden naklediyorum? En kalbi müttefiklerimizin, en beklenmedik kuytularda saklı olabildiklerini hatırlatmak için anlatıyorum.


Soljenitsin yaşasaydı, yüzbinlerce Suriyeli mülteciye kapılarını açan hükümetinizi mutlaka ululardı.


Yasanın bireylerin kendi kafalarında saklı, adaletin kendi silâhlarının ucunda olduğu, nesnel hukuktan nasibini almamış toplulukların ne denli korkunç olabildiklerini biliyoruz. Geçen yüzyılda, Hitler Almanyası, Stalin Rusyası, bu yüzyılda Esad'in Suriyesi, DEAŞ dehşeti… Saymakla bitmez.


Öte yandan, dinden, gelenekten, kadim örf ve adetlerden soyundurulmuş, yegâne ölçüsü nesnel yasaların harfinden ibaret olan toplumlar da eşrefi mahlûkata layık bir düzenlemeler değil.


Avrupa 'aydınlanma'sı, insanlığın dini dogmalardan silkinip, ‘akıl ve mantık' yolunda ilerleyeceğini vaad etmişti. Olmadı.


İnsanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlûkatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemeleri misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi.


İnsanın araç değil amaç olduğu unutulurken, infaz yasalarına uygun olduğu sürece, ölen çocukların hesabının sorulamadığı bir nizam inşa edildi ve yerleştirildi.


Bugün geldiğimiz, Birleşmiş Milletler, NATO, IMF gibi kurumların onayını alan “haklı olma hali”nin temyiz edilemez olduğu noktadır. 21. Yüzyıl, ekonomik yığışımlar ve ekurilerinden oluşan bir oligarşi niteliğindedir. Yeni oligarkların ayar verdiği bir düzen yaratıldı.


Neden nefret edip etmeyeceğimizin bile yasalarla saptandığı bir düzene gidiliyor. Nefret edilesi unsuru ortadan kaldırmak yerine, nefret edeni yasalarla cezalandırmak…Mesela, Ermeni soykırımın olmadığına kanaat getiren bilim adamlarını, yasalarla susturmak…


Arzın güneşin etrafında döndüğünü savunan Galile'nin şiddetle tedip edildiği ilkelliğe geri dönüştür ama tam da oligarşik toplum mühendislerine göre bir işti. O da oldu.






Şimdi artık, helâl olsun olmasın, “haklı olma” durumlarını yasalarca tevsik edilen taraflara insaf telkin edilemez. Kamu yararına, insanlık adına geri durmaları, kazanımlarından feragat etmeleri istenemez.


Oysa, aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıydı. Helalleşmek olmalıydı.


Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıydı.


Çünkü, her yasal hak, helâl değildir.


Suruç ile Kobani'nin arasında çizgi çekmek, Birinci Dünya Savaşı galiplerinin kılıç hakkı olabilir ama helâl değildir.


Keza, iflas eden kardeşinizin haraç mezat satışa çıkarılan evini satın almanız yasal hakkınız olabilir ama… ama helâl değildir.


Oysa, tarihin bu noktasında yasal haklardan feragat, kişisel çıkarlardan fedakârlık, kamu yararına gönüllü özveri, zekâ geriliği değilse beceriksizlik sayılır.


İmar ruhsatı olan bir müteahhid, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur.


Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alıp sümen altı eden bir petrol şirketi de yasal olarak suçsuzdur.


Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin hamuruna kanserojen madde katan gıda üreticisi, formülü ambalajın üstünde yazdığı sürece suçsuzdur.


Bir kalem darbesiyle atar ergenleri sokağa döken yazar, alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden izliyorsa, suçsuz sayılacaktır.


21.yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek.


Kadim değerlerle rabıtası zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerinin önüne geçmek, yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmeyeceği bir dünya yaratmak.


Tarih bize öğrettiği, ister en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti, ne Birleşmiş Milletlerin tüzüğü, ne Helsinki beyannamesi, ne AIHM mevzuatı, ne de üstün silâhların kurtarabildiğidir.


Siz, dünya beşten büyüktür demiştiniz, Sayın Cumhurbaşkanım.


“Galile etkisi” derler. Oligarşi hükümdar olduğunda, umuma hitap eden ve fakat “umumun zihniyetini” yansıtmayan sözlerin öfke uyandırması, husumet çekmesi, bastırılmaya çalışılması usuldendir.


Velâkin, “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir” diyen George Orwell hayatta olsaydı, sizi ayakta alkışlardı, efendim.


Daniel Defoe, Robin Cruose'nun müellifi de ona katılırdı: “Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın benden başka herkes aldanıyor demesi güçtür, şüphesiz; ama sahiden herkes yanılıyorsa o ne yapsın?”


Bu alıntıyı hatırlarsınız. Rahmetli Cemil Meriç, Bu Ülke'de kullanmıştı. Yeri gelmişken, bana layık gördüğünüz bu ödül, rahmetliye çok yakışırdı. Önümüzdeki yıllarda değerlendirmeye almanızı umarım.


Evet. Dünya, Güvenlik Konseyinin, Standard&Poor'sun, IMF'nin, beynelmilel medya kartellerinin, muhtelif strateji uzmanlarının nadan dünyalarından büyüktür.


Ve bence sizin kalbî dostlarınız, varolmanın, bu gezegende yaşayakalmanın dayatılagelenlerden daha insancıl yollarının olduğunu görebilen sanatçılar ve edebiyatçılar arasındadır, Sayın Cumhurbaşkanım.


Bu büyük ödül, benim olduğu kadar hayatımın önem ve hareket merkezi olan ailemindir.


Hazirunun arasında seçebildiğim okurlarımındır.


“Or'da kimse var mı?” dörtlüsünün cesur yayıncısı Mustafa Demirkanlı'nındır. Yazmaya devam etmemi mümkün kılan yayıncım Faruk Bayrak'ındır.


Merhametin zaafla karıştırılmadığı, kul hakkının gözetildiği, kinsiz, kibirsiz, sade ve sakin yaşamın hüküm sürdüğü bir dünya özleyen, yükselen trendlerle birlikte yükselmek değil, çoğu kez onlara rağmen yazan bağımsız meslektaşlarımın, sanatın muhasebeleştirilmeyeceği bir dünya özleyen bağımsız meslektaşlarımındır.


Ve hiç kuşkusuz bana Cumhurbaşkanlığı 2014 ödülünü layık gören zatı alinizin ve ekibinizindir. Saygılarımı sunar, tekrar teşekkür ederim, efendim."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Popüler Yayınlar

Öne Çıkan Yayın

The Promised Land

 The Promised Land Ludvig Kahlen'in gerçek hikayesi... Bu hikayede kral adına bir koloni inşa etmek hedefiyle Danimarka fundalıklarını f...


"Başkalarının yoluna taş koyacağımıza, taş üstüne taş koyalım..."