HASRET
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
— Nâzım Hikmet
Deniz ile Kâşiflik
Bana biri kalkıp “ömrünün hulâsası nedir?” diye sorsa, tek kelimelik cevabım olurdu: “Hasret!”
Gönlümde yatan arslan, deniz. Gıllı gışlı, alengirli bir adam değilim. Beni anlatmağa, açıklamağa fazla söz gerekmez. Yukarıki şiir ruhumun, benliğimin haritasını yetesiye çizmektedir. Peki, neden deniz? İlk gördüğüm yakın ve uzak manzara denize ait olup işittiğim, anneminkinden sonra, denizin sesiydi de ondan.
Kendimle baş başa kalıp da efkâlandığım ânlarda aklıma sisli, puslu yüzlerce yıl ötelerde kalmış doğup büyüdüğüm büyülü, tılsımlı diyâr takılıverir. Oradan daha çekici, daha nefîs bir yer olabilirmi diye sormaktan kendimi alamam. Dehşetengîz bir algı dünyasına doğdum. Tepeler, vâdîler, çaylar, dereler; ama hepsinden önemlisi âlemlere bedel güzeller güzeli deniz. Günlük güneşlik günün çarşafı andırır o mûnis turkuvaz mâvîsi deniz, bir ânda, bakarsın, boza, karaya çalan ve yüreğini ağzına getirir Karadeniz canavarına dönüşüvermiş.
Ağaçlı tepeler ile vâdîlerden yeşili öğrendim; onlar beni yere, yurda, yuvaya, ocağa bağladı. Denizse, bana o uçsuz bucaksız mâvîliği öğretti; başımı alıp uzaklara, yadellere açılmak marazını gönlüme ekti. Deniz, içimin karanlık derinliklerinde öyle durulmaz fırtınalar kopardı ki, ondan ömür boyu kurtulamadım: Gök ile denizin buluştukları ve adına ufuk dediğimiz çizgiye ulaşıp sırrını çözmek arzusu ile çabası peşimi bırakmazdı. Tekneye her binişimde yaklaştığımı sandığımda, o, benden uzaklaşırdı. Suların oradan dipsiz bir boşluğa döküldüğünü sanırdım. Fakat nereye? Bunu büyüklere sorduğumu hatırlıyorum. Bana suların bi’yerlere dökülmediğini; o çizginin gerisinde de ülkelerin, kumsalların, kayaların, ağaçlar ile çiçeklerin, öyleki benim gibi çocukların bulunduğunu söylerlerdi.
Filyos deresinin denize kavuştuğu mahalde suya giriyorduk. Beş yaşında olmalıydım. Kumsalda tuzlu suyu yiye yiye taşlaşmış tahtadan oyulma oyuncak tekne bulmuştum. Büyük heyecânla çevremdekilere gösterdiğimde, bir ağabeğin, ahşap tekneyi şöyle evirip çevirerek “eh, bu da, ufkun gerisinden, Rusyadan geliyor olmalı” deyişi hâlâ kulaklarımda..Nitekim bu, hâfızama kazınmış en eski ve esâslı anılarımdan biri olmalı. İlk işitip öğrendiğim ecnebi ülke adı, Rusya. Çocukluk ile gençlik yıllarımda hakkında en fazla hikâyesini dinleyip edebiyatına dalmak sûretiyle okuma marazına tutulduğum; güz ağaçlarının rengârenk donandığı, ak örtülere bürünmüş bozkırlarında buzlu yellerin yiğit orduları dondurduğu kâh korkulu rüyâm, kâh sevdâsına kapıldığım, şarkılarını düşlerimde sayıkladığım efsâne kahramanım matuşka Rossiya.
Gurup vaktinde limanı terkedip açılan gemilerin dümen suyuna çocuk hayâllerim de takılır giderdi. Batan güneşin allı morlu, binbir menevişli huzmeleri, ufkun ötelerinden uzak semâları son bir gayretle bayıltıcı renklere boyarken yanıbaşımızdaki fener de yakın suları aydınlatmağa koyulur, hülyâlarımın bindiği o gemi de artık şu ışık cünbüşünde git gide gözden kaybolur giderdi.
İşte çocuk dünyamı çepeçevre saran henüz kirletilmemiş yeşillikler ile uçsuz bucaksız gök ile denizin mâvîlikleri, sayıca az ve huyca bozulmamış dost insanlar ve onlardan neredeyse gece, gündüz dinlediğim onlarca, öyleki yüzlerce masal, hikâye, özellikle de denizcilik maceraları mahvetti beni. Bunlar, öncelikle okulda beni müzmin haylazlık ile aylaklığa sürükleyen hayâl kurma ile merak etme hastalığının sebebi oldular. Küçük yaşlardan itibâren hep denizci, gezgin ve kâşif olmak iştiyâkıyla yanıp tutuştum. Ancak, bağışlayıcı denizlere yönlendireceğine, kader, beni sürgün yerini andıran dünyalar çirkini o sonradan görme, yapmacık, kıraç bozkır şehrine mahkûm ediverdi. Çok sormuşumdur kendime: Böyle dağ, ağac ile su yoksunu yer, kişiye nasıl ilhâm verebilir. Hele, insan ruhuna merak ile keşif tohumlarını serpebilirmi? Ruha merak ile keşif tohumlarını serpmek bir yana, bunları oraya taşıyagelenin ekinini bile kurutur orası.
Deniz
Deniz ve onunla bir çırpıda akla geliveren ufuk tasavvurları, kişiye sınırsızlık fikri kadar hadde, hududa saygı duygusunu da aşılar. Sınırsızlık ile sınır fikirleri, birbirlerine zıt görünmekle birlikte, zihnimizde birarada bulunabilirler. Çünkü sınır, sâbit olmayıp değişkendir. Gerek birey gerekse toplum düzlemlerinde akıl seviyesi uyarınca maddî ile manevî imkânlarda kaydolmuş gelişmeler, şu ân geçerli gözüken sınırı bir başka ânda geçersiz ilân edebilirler. Deniz, sınırlar ile şartların her ân değişebileceği, güvenilir olmayan, oynak bir zemîndir. İşte, emîn adımlarla arşınlayamayacağın böyle bir oynak zeminde güvenilir ortamın imkânlarını ‘sen’, ‘hemdertlerin’le, özge bir deyişle, ‘kader yoldaşların’la kafa kafaya ve el ele vererek araştırıp oluşturmak zorundasın. Deniz, insanına, görüldüğü gibi, ilerileme irâdesinin ana sâiki olan teşebbüs ile hamle ihtiyâcının ilhâmını verirken; aynı zamanda onun, yakınlarına, ‘can yoldaşları’na sıkı sıkıya bağlanmasını, onlarla belirli ölçüler ile değerleri paylaşmasını da telkîn eder. Deniz insanları, şu durumda, temelde keskin ve ileri görüşlüdür; esnek anlayışlı ve kıvrak zekâlıdır; sebatkâr ve sâdıktır. Bütün bu sıraladıklarımsa, kâşiflik ruhunun da esâsını meydana getirirler.
Yıllar yılı kovaladı, nihâyet büyüyüp biçimce değiştimse de, çocukluk denizlerimin tortusu, benliğimin kuytularında hep öyle kalakaldılar. Belki o ortuların etkisiyle ilkokuldan itibâren birçok ders, genelde de okulluluk bana alabildiğine itici gelirken, başta coğrafya olmak üzre, tarih ve sonraları biyoloji adını alacak hayat bilgisi benim için câzibe merkezi olan konulardı. Bayağı küçüktüm, harita uzmanı kesildiğimde. Henüz keşfedilmemiş yahut pek az kişinin ayak bastığı yörelerin koordinatlarını çıkarırdım. Nitekim, ilkokul sonu, beşinci sınıftayken bir baba dostunun bana hediye ettiği irice bir Almanca atlasta Güneydoğu Asyanın açıklarındaki Yeni Gine adasının ortaları ile Amerika kıtasının kuzey doğusunda bulunan Grönlandın kimi kesimlerinin ak lekelerle işâretlendiğini daha dün tesbit etmişcesine hatırlıyorum. Bunlar, o tarihlerde henüz keşfedilmemiş bölgelerdi. Ne var ki, büyüyüp gezgin olabilecek yaşa gelinceye değin o lekeler silinip ‘keşfedilmiş mıntıkalar’ın ‘mutât renkler’ine dönüşüverdiler.
Kâşiflik
Nedir peki, şu kâşiflik denen olay? Pek kısaca , aşırı bir ruh hâlidir; iptilâdır. Demekki tıpkı içki, uyuşturucu, kumar düşkünlüğü, hovardalık çeşidinden bir tutkunluktur. Durdurulamayan, önü alınamayan, tatmin olmaz, edilemez bir merak iptilâsı. Hayatınızı ortaya koyma bahâsına zirveye tırmanırsınız; korkunç zorlukları, zorlanmaları alt ederek belli bir bölgeye, yöreye ilk siz ulaşırsınız; bir de, bakarsınız, önünüzde yeni bir doruk daha dikilmiyormu, haritada işlenip gösterilmemiş özge bir vâdî, ova, çöl, bilinmedik bir bölge, ırmak yahut deniz uzanmıyormu? Hadi, bu defa oralara sefer başlar. Bu yüzden kâşif, çoğunlukla keşif seferinde postu serer. Çocukluğumda, bugünkü azmanların yanında cüce sayılabilecek tepeleme yüklü, kırık dökük kamyonların arkasında “ömür biter, yol bitmez” ibâresi yazılıdururdu. Bu, tam da, kâşifin kaderini özetlemiyormu?
Keşif amacına yönelik gezginlik, öyle amansız bir hastalık, marazdır ki, ancak çeken, bunun, ne menem bir belâ olduğunu bilir. Çocukluk ile gençlik yıllarında keşif gezisine çıkıyorum diye baba ocağı ile okuldan kaç kere kaçmağa kalkmışımdır. Bu teşebbüslerden ilki, birinci sınıfa başladıktan bir yahut iki hafta sonrasına rastlar. O gün beni okulda bilen anne– babamdan habersizce tehlikelidir gerekcesiyle kesinlikle yasaklanmış tepelerde dolaşıp Çatalağzını (Zonguldak vilâyetinde) kuşbakışı seyretmiştim. Kuşbakışı seyretme ateşi, o gün bu gün gönlüm ile kafamda sönmemiş olmalı ki, zamanla keşif gezilerine Eflâtun el-İlahî’nin bizlere işâret ettiği olabilir dünyaların en yücesi, ilgi çekicisi İdea âleminin gölgeleri evreninde çıkmağa heveslendim. Ancak, bu tarîfi imkânsız zevkin şâhikasına akademik hayatın karanlık dehlizleri andırır koridorlarında değil de Afganistandaki Hindîkuş dağlarının doruğunda sırtüstü yatıp göğü seyredalmışken ulaşmıştım. Yüzümü hani neredeyse kesen ustura keskinliğindeki yel, üstümde masmâvî gökkubbe, sağım ile solumda zincir halkaları benzeri uzanagelen sıra sıra tepeler, yanıbaşımdaki dik yarın dibindeyse Bamıyan köyü... Yel uğultusu dışında ne ses, ne soluk. Bir derin dinginlik, huzur, sukûnet. Giderek korkutuculaşan sessizlik. Hele yaklaşan gecenin git gide bastıran karanlığı... Karanlık yokmu?! İşte insanın en şiddetli düşmanlarından biri de odur. Aynı zamanda da, onu davranmağa, tepki göstermeğe sevkeden akla dehşetli bir meydan okumadır. Kâşif, karanlığı aydınlatmağa yeminli bir ışık taşıyıcı savaşcıdır.
Keşif, yeni bir yerin, yörenin, tâze bir dünyanın ilk defa bir yahut birkaç kişi tarafından ana hatlarıyla bulgulanmasından ibâret değildir. Doğru, ilk ağızda gezme etkinliğidir. Ya sonra? Görmedir; öyleyse gezilip görülen mahalin, mıntıkanın taşıyla, toprağıyla, canlısıyla, hepsinden de öte insanıyla içten içe anlaşılıp kavranmasıdır. Keşif, öyleyse, göze, gönle, beyne dayanılarak başarılan bir yeniliğin bulugulanmasıdır. Filvakî hayatta en zor becerilebilen iş, gözü, gönlü ve beyni birarada çalışır hâlde tutmak olmalıdır. Aslına bakarsanız, onun etkinlikleri, bitkiyi yetiştirip tek tek parçalarının birbirleriyle bağlantılarını kavramaktan tutun da, atomun ince yapısını açıklamak çabasına dek uzanır. Nitekim ceviz kabuğu kadar gemisiyle yurdu Felemenkten onbinlerce fersah uzaklıktaki Güney denizlerine yelken açarak kendi adıyla anılacak adayı keşfeden Abel Janszoon Tasman (1603 – 1659) kadar, Bezelyeyi Moravyadaki (bugünkü Çek Cumhuriyetinde) manastırının arka bağçesinde yetiştirerek kalıtım yasalarını tesbît eden Gregor Mendel (1822 – 1884) de kâşiftir.
Kâşif, mümtâz, müstesnâ bir şahsiyettir. O, ruh–akıl soylusu kişidir. Bundan dolayı kâşifin seyyâhlığını, günümüz rant zengininin eğlenme maksatlı süflî gezileriyle (turism) karıştırmak ruh–akıl soyluluğu ile yiğitliğe ihânet olup birincinin sâiki salt merakken öbürününki yalınkat can sıkıntısıdır. İnsanlığın geçmiş parlak çağlarının örnek şahsiyeti addedilebilecek kâşif gezginine, tarihin kılınc artığı günümüzün harap zihniyetini tam tamına temsîl eden özelliksiz, renksiz, suyuna tirit ‘gezen–tozan’ı (turist) kadar kadar ters düşebilecek kişilik yapısını bulmak gerçekten de zordur.
Kâşif, basmakalıplıklardan dehşetli sıkılan, bitmez tükenmez öğrenip bilme irâdesini duyan kişidir. Yaşadıklarından edindiği müdhiş tecrübeyle öğütüle öğütüle alçak gönüllü olup müteşekkir kalmasını öncelikle öğrenir. Dere tepe düz gidip denizleri aşan, yalnız gurbet adamıdır. Böylelerin fideliği olan toplumlarda ruhun puslu peçeli derinliklerinde sesi sedâsı kesilmez sıla hasreti ile gurbetin sevdâsı yankılanır hep. Başta Portekizlinin saudadesi1, Almanın Heimwehi, İngilizin homesicki,Rusun toskuyuşçii po domusu (тоскующий по дому) söylediklerimize örnektir. Bahsi geçen ve benzeri milletlerin çeşit ve şiiriyet dolu edebiyatları ve içli, içerikli, tasavvur yüklü sözlerle donanmış zengin dilleri vardır.
Portekiz, İtalyan, Ispanyol, Alman, Felemenk, Danimarka, İsveç, İngiliz, Arap, Yunan, mucide, kâşif gezgine kucak açmış toplumlardır. İçine doğduğu toplum, uygun toprak değilse, dâhîmiz bitmez, dallanıp budaklanarak çiçeklenmez. Dehâ bir kuvve olup onu fiile dönüştürecek olan toplumudur. Yanlış yerde ve zamanda dünyaya gelmişse, elverişsiz, verimsiz toprağa düşmüş tohum misâli kurur gider. Her şeyden önce sormağı öğrenecek, sorgmağa teşvik görecek, öğrenme ile bilme aşkını perçinleyecek havayı soluyacak, merakını maddeten. ve manen arkalayacak desteklere kavuşacak ki, icâda yönelip keşfe çıksın.
- Portekizlinin millî ruhuna mahsûs bu sözle kastolunan, elde bulunmayana duyulan gürültüsüz patırdısız, gizli, ince bir hasret; ruh sızısı. Onbeşinci yüzyıldan itibâren uzak ufuklara yelken açan denizcilerin geride bıraktıkları yurtlarını, kadınlarını, çoluk çocuklarını ve onların da yolcu ettikleri ve dönebileceklerine pek ihtimâl vermedikleri erkeklerini, oğullarını, kardeşleri ile babalarını özlemeleri. Bu hasret acıklı ifâdesini, çoğunlukla, yakılan şiiriyeti güçlü yanık türkülerde bulmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder