BEYAZ
ZAMBAKLAR ÜLKESİ VE BİR MİKROSKOBUN HİKÂYESİ[1]
Grigory Petrov'un[2]
yazmış olduğu "Beyaz Zambaklar
Ülkesinde" isimli kitap, çeşitli vesilelerle gündeme gelmekte,
kendisinden ve yazarından söz ettirmektedir. Beyaz Zambaklar Ülkesi, yoksulluğuna,
elverişsiz doğa koşullarına rağmen, Finlandiya'nın, bir avuç aydın insan
önderliğinde, geri kalmışlığını yenip medeniyet seviyesine yükselişinin
hikâyesidir.
Bu kitap, ülkesini ilerletmek arzusunu
yitirmeyen milletlere bu uğurda nasıl çalışılacağını ve neler yapılması
gerektiğini göstermektedir. Bu yönüyle Türk gençliğinin batıyı iyi okumasını
sağlayacak bir kitaptır. Halkların büyük bir özveriyle yoksulluk gömleğini
yırtarak, ekonomik, politik ve kültürel olarak nasıl örnek bir ülke
olabileceğini gösteren ölümsüz bir eser...
Buraya kadar olan tanıtım yazısını kitabın
arka kapağında yazan yazılar oluşturdu. Şimdi de kitaptan beğendiğim
bölümlerden kısaca alıntılar yapalım…
“Aydın olmak modaya uygun elbise, şapka ve
kolalı gömlek giymek değildir. Aydın kesim, bir milletin beyni gibidir. Millet
sizi iyi bir öğrenim gördükten sonra, bir maaşa konasınız; akşamları,
kahvelerde iskambil veya domino masasının başına geçip eğlenesiniz diye
okutmamıştır. Bunu böyle yapanlar, gerçek aydın değildir. Bunu yapanlar,
aydınların küflenmiş olanlarıdır.
Okumuşların hepsi ulusal zekâyı geliştirmek
ulusal vicdanı uyandırmak, ulusal iradeyi güçlendirmek zorundadır. Köylülere,
işçilere ve kasaba halkının alt tabakasına nasıl daha iyi yaşayabileceklerini
öğretin!
Memur
olduğunuz yerde göreviniz başında daha ilk günden itibaren yeni uygulamalar
deneyin. Eski yönetim şeklini bırakın. Tamamen yeni metotları alın. Bu eski
hastalıklı yönetim şeklinin devlet dairelerinde hiçbir izi kalmasın! Halkımız,
memurların kendilerinin hizmetinde olduğunu anlasın.
Bir iş için size gelenlere size acı veren
sineklere baktığınız gibi bakmayın. Elinizden geldiğince halkın işini
kolaylaştırın. Herkese karşı kolaylaştırıcı olun. Eğer bir vatandaşın arzusu
yerine gelmiyorsa; bu işin sizin o işi yapmak istemediğinizden değil, o işin,
yasa ve yönetmeliklere uymadığı için olmadığını millet anlasın.
Yaşamlarını akıllıca düzenleyen milletlerde bu
işlerin nasıl görüldüğüne bir bakalım. İngiliz kumaşlarını, Çekoslovak
camlarını, Flemenk balık konservelerini, İrlanda koyunlarını, Fransız
şaraplarını, Danimarka tereyağlarını, Brüksel'in dantelalarını, Rusların
kürklerini, İsveç mukavvalarını ve kibritlerini neden herkes beğeniyor? Çünkü
bunların en iyileri bu ülkelerde bulunuyor. Sizde ülkemizde böyle şeyler
yetiştirmeye ve herkesçe beğenilecek şeyler yapmaya çalışın.
Bu büyük savaşta, sadece futbolcuların kol ve
bacak güçlerine dayanmak isterseniz çok ileri gidemezsiniz. Karşıdan gelen topa
yön vermek için sağlam bir kafa gerekir, evet; fakat bilmelisiniz ki en sağlam
kafa koçun kafasıdır. Ben koç kafası gibi sağlam bir kafaya sahip olmayı Fin
gençliği için gurur duyulacak bir şey saymam.
Sokrat'ın ve meşhur Herkül'ün resimlerini araştırıp bulun ve bunları birbiriyle karşılaştırın. Sokrat'ın büstünde filozof kafası göze çarpar. Geniş bir alnı vardır, alın beynin yeridir. Sanki Sokrat'ın beyni kafasına sığmıyormuş da dışarı fırlayacakmış sanırsınız. Sokrat'ın alnı ve başı bu biçimdedir.
Bir
de Herkül'ün heykeline bakın. Eski yunan mitolojisini kahramanının kuvvetli
kasları karşısında şaşırırsınız. Cüsseli bir gövde, direk gibi sağlam bacaklara
dayanır. Kol kasları, bükülmüş bir urgan gibidir. Omuzları geniş, göğsü
kabarık, boynu manda boynu gibidir. Başı ise vücuduna göre oldukça küçük alnı
dar...
Bütün
bunlar büyük bir beden gücünün ifadesidir. Fakat bu kahraman, akılca zayıftır.
Muhteşem bedenli, sert kemikli, kuvvetli ve kaslı bir adamdır. Fakat akıl ve
zekâ yönünden geridir. Bir düşünce ve maneviyat kahramanı değildir.
Ben
size Sokrat'ın veya Herkül'ün kafasını tercih edin demiyorum. Diyorum ki:
Mandanın bacaklarını düşünürken Sokrat'ın kafasını da unutmayın. Taş gibi sert
ve koyun kafalı olmayın.
Ey
Fin gençleri! Unutmayın! Sizin göreviniz ayak vuruşu ile topu yüksekten
göndermek değil; Fin milletinin şerefini yükseltmek, sevgili vatanımızı her
konuda ilerletmek, her tarafta mutluluğu arttırmaya gayret etmektir.”
Gerçekten okumaya değer
bir eser olan "Beyaz Zambaklar
Ülkesinde" ile tanıdığım Grigory Petrov’un “İdeal Öğretmen/Mefkûreci
Muallim” adlı kitabı da oldukça ufuk açıcı olunca yazmış olduğu diğer eserleri
de okumak istedim. Bir sahaftan temin ettiğim “Parlak Sevinç & Darülfünun[3]
Gençliğine” adlı 1932 yılında tercümesi basılan eserdeki öyküler de dikkat
çekicidir. Bu öykülerden birisi Rusya’da geçmektedir:
“Bizim,
Moskova’da Plevako ismiyle maruf bir avukatımız vardı. Babası Kazak, anası
Kırgız’dı. Bu, harikulade bir şahsiyetti. Yüksek malumatı, zekâ ve dirayeti
sayesinde o, avukatlar meyanında büyük bir hatipti.
Bir konuşmamız
sırasında şöyle demişti:
-Bana kalırsa,
haşin ve kaba insanlar daima insafsız olurlar. Lakin evvela kendilerine! Biz
ekseriya vicdanlarımızı bir meyhaneye, bir ahıra veya daha fena bir şeye
çeviriyoruz. Hâlbuki ruhlarımızın bahçelerinde öyle çiçekler yaratabiliriz ki,
bunlarda ötecek kuşlar, bizim şu cehennem olan dünyamızı bile sürur ve neşeye
gark edebilirler. Biliyor musunuz bu dakikada neyi hatırladım?
Ben avukatlığıma
büyük bir muvaffakiyetle başlamıştım. Diyebilirim ki, herhangi bir müdafaam
gazetelerde ismimin zikredilmesini gerekli kılıyordu. Günden güne geniş bir müşteri
çemberi ortasında kalıyordum. Birçok para kazandım. Ve gazetelerin şu veya bu
davadan 5, 10, 15 bin kazandığımı yazmalarına müteakip, benden ödünç para
isteyen külliyetli müracaat mektupları ile karşı karşıya kalıyordum. Yüzlerce,
binlerce para istiyorlardı. Ben, sanki milyonların dağıtımına memur bir kredi
bankasıydım.
Kâh gülüyor, kâh
kızıyordum. Daha sonraları bu gibi mektupları okumamaya bile başlamıştım. Fakat
bir gün garip bir mektup almıştım. Bunu sonuna kadar okudum. Çünkü metni şu
idi:
Biliyorum ki,
okumuyor ve yırtarak sepete atıyorsunuz. Lakin rica ederim, okuyunuz. Bana 125
ruble lazımdır. Sizi temin ediyorum ki bu parayı iade edecek bir kudrette
değilim. Ben bir üniversite talebesiyim. İki seneden beri kimya tahsil
ediyorum. Emin olunuz ki beş param yok. Hâlbuki mektebin mikroskopu ile serbest
çalışmak mümkün olmuyor. Bugün ise Zeiss marka bir mikroskop buldum. Bunu
birisi satıyor; 125 rubleye alabileceğim. Eğer bu parayı verirseniz ruhumda
büyük bir sevinç uyandırmış olacaksınız. Vermezseniz kızacak değilim. Çünkü
biliyorum ki sizi birçokları böyle para için rahatsız ediyor ve birçokları da
aldatıyor.
Unutmayınız, ben
bu paraları iade edeceğime söz vermiyorum. Filan kişiyim ve filan yerde
oturuyorum.
Düşündüm,
düşündüm ve nihayet istediği parayı gönderdim. Hiçbir cevap alamadığım gibi, bu
kimyager gelip bana teşekkür de etmedi. Zannettim ki, bu defa da bir yalanın
kurbanı oldum.
Aradan 25-30
sene geçmişti. Artık ihtiyarlamıştım. 1900 senesinin sonlarında Moskova’da
tabiatçıların umumi bir kongresi olmuştu. Bu kongreye dünyanın en büyük
adamları gelmiş bulunuyordu. Kongreye müteakip bunlara şehir namına bir ziyafet
verilmişti. Yemek sonrasında etrafımı alan 30 kişilik Avrupalı âlim, meşhur
hatip Plevako’nun kendilerine bir nutuk irat etmesini rica ettiler.
Beni
düşürmelerinden korkarak artık bırakmaları için Fransızca, İngilizce, Almanca
ve İtalyanca konuşuyor ve yalvarıyordum. Lakin dinlemiyorlardı. Buna mukabil
içlerinden biri, tıpkı benim gibi, muhtelif lisanlarla, “Yaşasın Plevako! O benimdir… Onu
bana veriniz!” diye bağırıyordu.
O hengâmede
kalbimin sekte yapmasından korkuyla gerilip kalmışken sertçe sordum:
-Beni bırak!
Niçin senin oluyormuşum?
O zaman bu
ecnebi eğilerek kulağıma fısıldadı:
-125 rublelik
mikroskopu hatırlıyor musunuz?
Yüzüne baktım.
Bu, yirmi seneden beri Avrupa’da çalışmakta olan büyük bir Rus bakteriyoloğu
idi. Onu, gazetelerde çıkan fotoğraflarından tanımıştım.
-Demek sizdiniz?
-Evet, dedi.
Görüyorsunuz ya, sizin 125 rubleniz kayıpta değil… Mühim bir yer tuttu.
Teşekkür ederim.
Ve biz, uzun bir
ayrılıktan sonra kavuşan iki arkadaş gibi sarıldık. Aradan tam on sene
geçmişti. İnsan ne kadar yaşayacağını bilmez ya… Bildiğim şey; son
dakikalarımda ölüm, bu şişman mevcudiyetim üzerine kanat gererek soğuk
tırnaklarıyla boğazıma sarıldığı zaman, hayatta işlediğin bütün küçüklükleri,
haksızlıkları ve adilikleri birer birer sayarak:
-Hatırlıyor
musun? Ha? Hatırlıyor musun? Onu? Ya ötekini hatırlıyor musun?
Bilmiyorum ki, o
dakikada çok ağır bir vaziyete düşmüş olacağım. Hayatımda işlediğim, hesapsız
hataları ve münasebetsizlikleri hatırlamak bana çok ağır gelecek. Gene
biliyorum ki vicdanım o dakikada, boğazımı Moskova’da bakteriyoloğun sıktığı
zaman duyduğum acıdan daha büyük bir ıstırap duyacak.
Fakat çirkin
ölüm bana, “Ya bunu hatırlıyor musun?” diye sorarken, ben de ona, “Ya
sen, Moskova’daki bakteriyoloğun mikroskopunu hatırlıyor musun?” diye
soracağım… Ve zannediyorum ki, bunu hatırlattığım zaman, onun soğuk yüzünde bir
tebessüm hâsıl olacak. Böylelikle, ben de ruhumda bir aydınlık ve hafiflik
duymuş olacağım. Hatta eminim ki, ben, yarın huzuru ilahiye o parlak sevinç ile,
mikroskopa ait o tatlı hatırayla çıkmış bulunacağım.
***
Maksim Gorki,
büyük bir ıstırapla coşarak milyonlarca insana şöyle haykırmaktadır:
-Siz, hayatınızı
kör solucanlar gibi geçirmektesiniz. Sizin için ne bir masal söylenecek; ne bir
destan sizi terennüm edecek…
Bu acı sözleri
Plevako’nun hayatı için söyleyemeyiz. Zira onun mikroskop hadisesi başlı başına
bir destandır.
Bu hadise nedir?
Uzun ve karanlık
bir yol olan hayatınıza bakıyorsunuz. Her tarafınız karanlıktır. Sonra arkanıza
dönüyorsunuz. Arkanızda kalan uzun yolun müntehasında parlak bir nokta var; bu
aydınlık nokta, işte o mikroskoptur. İşte Plevako’nun ruhunu aydınlatan parlak
nokta budur.
Tasavvur ediniz.
Hayata böyle Plevako gibi bir mikroskopla değil, bir teleskopla girecek
olursanız, kim bilir ruhunuzda duyacağınız parlaklık ne kadar büyük ve geniş
olacaktır.
Eğer bir insan
doğduğu memleketi yükseltir ve orada yüzlerce, binlerce, alicenap, münevver ve
azim sahibi insan yetiştirirse… Bir başkası, memleketin ücra köşelerine bir
hekim sıfatıyla sokularak binlerce kadının hayatını kurtarırsa… Bir üçüncüsü,
mühendis veya bir kimyager, yahut bir ziraat memuru sıfatıyla memleketin istihsalatını[4]
yükselterek millettaşlarına nizam, hak ve adalet bahşeylerse…
Eğer siz,
refikinizle veya yalnız, hayata yırtıcı veya çamurlu hayvanlar gibi girmeyip
de, iyi ve temiz kalpli insanlar gibi girerseniz, hayatta herkese sevinç
getiren canlı bir akümülatör olursunuz. Ve o zaman, birçok tatlı ve parlak
sevinçler duyduğunuzu sevinçle takdir edersiniz.
Ben, şimdi size
sevinçten bahsettiğim için seviniyor ve tatlı bir sevinç hissediyorum. Size
saatlerce değil, günlerce, haftalarca, aylarca ve senelerce uzun, en temiz ve
en parlak sevinçler temenni ederim…”
Grigory Petrov,
yazdıkları ve hayat hikâyesi ile oldukça dikkat çekici bir isim. Daha yakından
tanımayı tavsiye ederim.
[1] Muhammet
Negiz |Araştırmacı
[2] Bazı
eski eserlerde Grigori Petrof ismi ile görmek de mümkündür.
[3]
Darülfünun: Üniversite
[4] İstihsalat
(Tekili: İstihsal): Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet
merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler. https://www.luggat.com/istihsalat/1/1
(Muhammet Negiz)
***
Negiz, M. (2021), Beyaz zambaklar ülkesi ve bir mikroskopun hikâyesi, Dünya Bizim,
https://www.dunyabizim.com/kitap/beyaz-zambaklar-ulkesi-ve-bir-mikroskopun-hikyesi-h44633.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder