Silk & Cashmere: Bir Markanın Direniş Öyküsü
Taner Özdeş Akademi bünyesinde gerçekleştirilen Silk & Cashmere Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı Ayşen Zamanpur’un konuk olduğu Bir Markanın Direniş Öyküsü başlıklı söyleşiden tuttuğum notların okurlara yararlı olmasını dilerim.
Taner
Özdeş Akademi bünyesinde gerçekleştirilen Silk & Cashmere Kurucu Yönetim
Kurulu Başkanı Ayşen Zamanpur’un konuk olduğu Bir Markanın Direniş Öyküsü
başlıklı söyleşiden tuttuğum notların okurlara yararlı olmasını dilerim.
Samimi
bir sohbet ortamında geçen programda, Ayşen Zamanpur kendisini öncelikle bir
“anne” olarak gördüğünü ifade ediyor... 1982 yılından itibaren çalışma hayatının
içinde olan Zamanpur, 5 yıllık kurumsal iş hayatının ardından girişimciliğe
adım atmıştır. Dolayısıyla kendisini bir girişimci olarak görmektedir ve “İş
insanı” ifadesinin dilimizde yaygınlık kazanmasında payı olduğunu gururla ifade
ediyor...
Okul
hayatının mevcut durumuna katkısının olup olmadığına dair yöneltilen soruya, insanın
hayatta gelmiş olduğu başarı ya da gerçek olarak ifade edilebilecek durumun tek
bir nedeninin olmadığını ifade ederek yanıt verir: “Hayatımızdaki her katmanın bizi biz yapan öğelere etkisi olduğunu
düşünüyorum. Eğitimimin de etkisi vardır, çok ileri görüşlü, aydın, çok okuyan,
bir baba ve annenin etkisi vardır, sevgi dolu bir ailede yetişmiş olmanın, iki
tane, zekâlarıyla yarışamayacağım muhteşem iki abinin kız kardeşi olmanın
etkisi vardır, çok cömertçe destek olmuş iyi bir işin etkisi vardır,
çocuklarımın –dediğim gibi; anne olmasam ben hiçbir şey olamazdım diyorum ama
anneliğin de illa doğal yollarla değil evlatlık alınarak da yapılabileceğini
bildiğim için bunu rahatça söyleyebiliyorum. Yoksa böyle bir ayrım yapmam- yani
hayatımızdaki her türlü katmanın, komşularımızın, öğretmenlerimizin,
mahallemizdeki çok beğendiğimiz bir hanımefendinin kıyafetinin, hepsinin
yaşamımıza bir etkisi vardır diye düşünüyorum. Eğitimimin de, özellikle
lisenin, yaratıcı olmak, saçmalamak, rahatça fikrini söylemek, yargılanmadan
dinlenmek ve onaylanarak büyümek konusunda inanılmaz o dört yılın bana çok
etkisi olduğunu düşünüyorum. Özellikle büyüme çağındaki, hocalarınızla
kurduğunuz o demokratik ilişki, ilerdeki hayatta sizin çok kolay parmak
kaldırıp soru sorabilen, çok kolay fikrini söyleyebilen birisi olmanıza yol
açıyor.”
“Hayal, fikir, proje…” şeklinde bir mottoya sahip olan Ayşen Zamanpur’a
yöneltilen bir diğer soru, “Herkes hayal
edebilir mi?” olunca Ayşen Hanım soruyu memnuniyetle yanıtlıyor:
“Çok güzel! Ben yaratıcı düşüncenin
öğretilebilir bir şey olduğuna inanıyorum. Tabii ki içten gelen, daha meraklı…
Ben, hayal kurmanın, girişimciliğin hepsinin kökeninde merak hissi olduğuna
inanıyorum. Hayata merakla çocukken hepimiz bakıyoruz. Hepimiz çocukken ‘Bu ne?
O ne? O nasıl çalışıyor? Kuşları
elektrik çarpmıyor mu?’ devamlı değil mi? Meraksız bir çocuk gördünüz mü? Ben
görmedim. Bir noktasında hayatımızın o merak duygusu maalesef ki yok oluyor
veya yok ediliyor. Törpüleniyor, ayıplanıyor, yasaklanıyor, insanlar bir
şekilde merak etmemeye başlıyorlar. Eğer bir çocuğun içgüdüsel olarak o merak
duygusunu körükleyebilirseniz ve desteklerseniz düş kurabilen meraklı gençlere,
insanlara dönüşüyor. Benim düşüncem böyle… Psikoloji okumadım veya pedagoji
bilmiyorum ama yaşamdan süzdüğüm en önemli gerçek merak duygusu… Ben hala
inanılmaz şekilde her şeyi merak ediyorum. Saçma sapan şeyleri merak ediyorum.
Sabahlara kadar okuyorum. Bunun insanın beynini yaratıcı kıldığını ve plan
proje üretmekte faydalı olduğunu görüyorum...”
“Şişecam’da kariyer hayatına
başlamanın girişimcilik için bir tercih olup olmadığı” sorusuna yanıt veren Zamanpur, bilinçli bir tercih
olmadığını belirterek devam ediyor:
“(Şişecam’ı) seçmedim, orada iş buldum. Hatta
hafif biraz torpille… (Gülüyor…) Gerçek bunların hepsi… ‘Boğaziçi
Üniversitesini bitirenleri kapıda kaparlar’ falan dediler bana… ‘İş bulma
problemi olmaz’ dediler… Ben başvurdum… 6 ay falan iş aradım ama böyle iyi bir
iş bulamadım. Tabii ki buluyordum ama öyle istediğim bir iş bulamıyordum,
çalışabileceğim bir iş… Ya beni beğenmiyorlardı, ya da ben işi beğenmiyordum. Pek
torpil demeyelim ama orada referans olabilecek bir büyüğümüz vardı. Planlama ve
Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğüne gidip… Hâlâ çok memnunum orada çalışmış
olmaktan. Bana çok şey kattığını düşünüyorum Şişecam’ın… En yakın arkadaşlarım da var hâlâ oradan… 5,5
yıl… Ekonomik araştırmalar, fizibiliteler, yatırım analizleri, geri ödeme
süreleri… Yani o kadar detaylı, o kadar ince çalışmalar yaptık ki…
Taner Bey, artık yaşımızı
saklayacak yaşı da geçtik. Bir ara yaşımı saklıyordum, artık onu da geçtim.
Masamızda bilgisayar yoktu! Yani Google diye bir şey yoktu. Bilgisayar diye bir
şey yoktu. Bir odada bilgisayar vardı ama ne işe yaradığını bilmiyorduk biz. O
böyle kavramsal bir şey vardı. Şimdiki ‘metaverse’ gibi… Şimdiki metaverse’ü ne
kadar anlıyorsak, o zaman da üst kattaki bilgisayarı o kadar anlıyorduk. Çok
çalıştık, çok emek vererek bilgi elde ettik orada… Yerlerde, bizatihi… Excel
tablosu var vardır ya, çok kullandığımız? Excel’i bizatihi yerlerde yaptık
ayaklarımızın üzerinde... Bir arkadaş
sağ uçta durur, bir arkadaş sol uçta… Biz başta… Toplaya toplaya gider, orada
buluşur, toplamı kontrol eder, bu tarafa doğru… Çok şey öğrendim. Makro
bakmayı, mikro incelemeyi, global dünyayı inceleyip en detaya girmeyi… Çok
şeyler öğrendim orada…”
Şişecam
gibi ilerleme imkânı sunan ve kadınların çalışması için çok uygun bir ortamı
olan bir kurumdan ayrılma sebebinin çok sorulduğunu ifade eden Zamanpur, tekrar
aynı rutine girememekten dolayı ayrıldığını belirtiyor: “Yani tekrar dön-dolaş, tekrar proje yap, tekrar çevre etüdü yap,
fizibilite yap… Stratejik plan, uzun vadeli plan… Kendimi göremedim. Onun
girişimcilik ruhu olduğunu şimdi çalıştığımda anlıyorum. ‘Ben artık kendim bir
şey yapayım. Elimi taşın altına kendim koyayım’ diye… O noktada yapabileceğim
pek fazla bir şey yoktu.
Hep söylüyorum, kurumsal bir
sermayemiz yok bizim. Çok havalı bir soyadımız da yok. Karı-koca çalışan… Kurumsal tasarrufu olan
insanlardık… Bir mağaza açabiliyorduk ama… (Gülüyor…) Çok sevgili Zeynep ve
Mehmet arkadaşlarımızla bir mağaza açtık. Ve orda işte mağazacılıkla
perakendenin tozunu yuttum.”
“Benetton
mağazası ile girişimciliğe adım atacak cesareti nereden buldunuz?” sorusu
üzerine söz olan Zamanpur, kurumsaldaki döngüyü yapamamanın getirdiği
mecburiyet hissinin önemli bir rol oynadığına işaret ediyor:
“O döngüde kendimi göremedim
tekrar. Yani bir plan toplantısına ‘hahaha-hihihi’ gülüşüp oynaşırken… -Bunu arkadaşlarım anlattığı için
söylüyorum.- Birdenbire ‘Çocuklar ben gelecek sene yokum aranızda…
Beni çok özlersiniz’ gibi bir laf attım. Hakikaten de gelecek sene gittim. Yani
rutinle bünyem örtüşmüyor benim. Rutini çok sevmiyorum. Rutinle başarılı da
olamıyorum...”
“Mecburiyet kelimesini kitapta da
yazmışsınız. Motive eden bir şey mi? ‘Mecburduk’ kelimesi sizi çok mu motive
ediyor?” sorusuna “Evet” diyerek yanıt veren Zamanpur, “Ben hayatta geriye dönüp baktığımda mecbur
olunca her şeyi yapabildiğimi… -Anımı da… Kitaptaki anımı da… En çok o bölüm
seviliyor. (Gülüyor…) Herkes de o bölümle dönüyor bana…- Eğer bir noktada
hayatta bir şey yapmam gerektiğini kesinlikle hissedersem, o hissin bana baskı
yaratması, tersine bende olumlu bir motivasyon yaratıyor.
Yani, ‘Yapacaksın bunu Ayşen!
Kaçarı yok!’ diyorum ve ondan sonra bana bir güç de geliyor. Birçok insan için
de geçerli olduğunu düşünüyorum bunun. ‘Mecburiyetin dayanılmaz gücü’ diye bir
isim konabilir belki… O noktada ben kendimi tekrar orada göremiyordum artık.
Yani çalışacağım da… Çalışmak istiyorum. Enerjim var, hayatın içinde olmak
istiyorum falan…
‘Bir şeyler yapmam gerekir’ dediğim
zaman işte o zaman yaratıcı oluyorsunuz, ‘ne yapabilirim?’ diye düşünüyorsunuz,
araştırıyorsunuz… Galleria’ya gidiyorsunuz veya başka şeyler… ‘Kart Dünyası’
diye başka bir proje de yaptım ben. Kartlar falan ürettirdim. Değişik değişik
şeyler…
Eşimle konuştum… Eşim tabii o zaman
ciddi işler yapan bir iş insanı… Onunla konuşuyorum, arkadaşlarımla
konuşuyorum… Ortaya bir şey çıkıyor çok düşününce, çok araştırınca… Çünkü başka
türlü hayata sarılamayacağınızı hissediyorsunuz. Mecburiyet dediğim bu yani…”
“Peki, sizce girişimcilik daha çok
sermaye ile mi alakalı yoksa fikirle mi alakalı? Yani kişiler fikirleri
olmadığı için mi girişimci olamıyor yoksa paraları olmadığı veya o parayı
bulamayacaklarını düşündükleri için mi girişimci olamıyorlar?” şeklinde güzel bir soru soran Taner Bey’e Sayın
Zamanpur şu şekilde yanıt veriyor:
“Bir defa girişimci oluyorlar.
Olmuyorlar demeyelim. İnsanlar çok da girişimci oluyorlar. ‘Ama neden
coğrafyamızda, ülkemizde yeterince girişimci yok?’ diye alıyorum soruyu… Bu
kadar çok meraklı olunmasına rağmen, bu kadar çok gençlerin girişimciliğe
hevesi, isteği olmasına rağmen neden yeteri kadar girişimci yok?
Şimdi ben dünyanın pek çok yerinde
girişimcilik konferanslarının doğal üyesiyim. Kendiliğinden orda bir liste
varsa oradayım ben… Her yere çağrılıyorum ve çok girişimci ile konuşuyorum.
Türkiye’deki kadar meraklı gençlik az var.
Hayatımın büyük bir bölümü, anlamlı
bir bölümü girişimci gençlerle konuşmakla geçiyor benim. Daha siz aradığınızda
da hatta dedim bugün. Mentorluk diyelim veya akıl verme veya işte fikir
paylaşma… Şimdi ama iklimimiz uygun değil.
Yani ekosistemimiz maalesef
girişimcilerin çıkmasına uygun değil. Sürekli güvenilir, istikrarlı bir ülke
ekonomisi gerekiyor. Yani insanlar illa çok parlak bir acayip refah düzeyi, çok
yüksek bir Gayri Safi Milli Hasıla’dan (GSMH) bahsetmiyorum. Güven-istikrarı
sağlam bir ekonomik sistem! En büyük eksiğimiz bu.
İkincisi, finansman gücümüz zayıf.
Ülke olarak zayıf. Hem insanların ona ulaşması zor, hem de ülkenin finansman
gücü, sermayesi çok zayıf.
Üçüncüsü, maalesef ki, maalesef
insan kaynakları açısından zaaflarımız var. Eksiklerimiz var. Yetiştirilmiş
gençler açısından var.
Bütün bunlarının hepsi bir araya
geldiğinde de bu ekosistemdeki eksiklikler, girişimci ruhların –belki de
hayatta en üzüldüğüm şey de budur- doğmadan ölmesine veya kafalarında
fikirlerle maalesef gerçekleştiremeden başka yollara gitmesine neden oluyor. Yoksa
sadece sermaye de yeterli değil, sadece eğitim de yeterli değil, sadece fikir
de yeterli değil. Hepsinin kıvılcım alıp ateşlenebileceği doğru bir ekonomik
sistem gerekli.”
Youtube
üzerinden yöneltilen “Ayşen hanım çok
haklısınız ama bunun önüne nasıl geçebiliriz? Neler olmalı? Artık üniversite
bitirmek bile yetmiyor. Milyonlarca genç işsiz.” şeklindeki soruya
Zamanpur, girişimcilerin önünün açılması için ülkenin istikrarlı, düzenli,
sağlam, güvenilir bir sisteminin olmasını asıl birinci şart olarak gördüğünü
söylüyor:
“Gençler çok haklı. Kendisinin
geleceğini güvenceye almadan, kendi gelecek endişesi ve korkusuyla başka bir
yatırıma tabii ki özenemiyor, heveslenemiyor. Çok fazla bireysel şeylerin
elinde olduğunu düşünmüyorum. Daha çok ülke ekonomisine bağlıyorum bunu.
Ama bir taraftan da diyorum ki, çok
sağlam bir fikriniz varsa, çok doğru bir fikriniz varsa, onu içki masalarına
meze yapıp, gece yatakta hayal dünyasına malzeme yapmadan gerçekleştirmek için
projelendirin.
O proje, o iş planı, illaki bir
yerlerden birilerini… Eğer doğruysa ve karlıysa… Para da gidecek yer arıyor.
Nasıl ki girişimci arıyorsa, para da yapacak proje arıyor. Bunları da hiçbir
zaman yok saymamalısınız.
Gerçek bir fikriniz varsa, o
fikrinizi projelendirin. Birçok genç girişimci biliyorum ki ben,
projelendirerek kendilerine melek yatırımcı bulabildiler, KOSGEB kredisi
bulabildiler veya yatırım alabildiler… Siz de okuyorsunuzdur, çok büyük
mucizevi şeyler de var, küçük küçük yatırımlar da var. Yani fikir çok kıymetli.
Hayal dünyasından zenginleştirilmiş fikirlerin gerçek, somut, yazılı iş planı
halinde projelendirilmesi daha da önemli.”
Personel alımları konusundaki bir
soruya yanıt veren Zamanpur, kurumlarına iş
başvurusu için https://www.silkandcashmere.com/ adresi üzerinden iletişime
geçilebileceğini ifade etti.
Duvardaki tablolardan yola
çıkılarak sorulan bir soru üzerine,
3-4 senedir resim ile hobi düzeyinde meşgul olduğunu söyleyen Zamanpur, evinin duvarlarını boyayan bir boyacı gibi
hissettiğini ve istediğini istediği yere asma özgürlüğünün kendisi için bir
yaratım vahası olduğuna işaret ediyor.
“İflah olmaz bir iyimserim” şeklinde kitabında geçen bir ifadeden yola
çıkılarak iyimserliği örneklendirmesi ve iyimserliğin kişiye ne kazandırdığı
hakkındaki soruya Zamanpur, şu şekilde yanıt veriyor:
“Genelde hayata karşı, sadece iş
yaşamında değil, genelde hayata bakışımda bir iyimserlik var. Ben olayların
çözüleceğine inanırım. Geleceğin daha iyi olduğuna inanırım. Yarınlara
inanırım. Umuda inanırım. Moral bozmamaya inanırım. Bir önceki sorunuzda soracağınız
gibi insanları motive etmenin gücüne inanırım. Bizlerin bu konuda örnek
olmasının…
Çünkü çok bakıyorlar bizlere,
girişimci adayları çok bakıyorlar. Gözlerimizin içine bakıyorlar. ‘Biz nasıl
hissediyoruz? Biz iyi miyiz?’ diye… Onun için umut vermeye de çok inanırım. Ve
ben hayatta hep olumlu baktım ve bunun hiçbir zararını görmedim.
Yani olumlu baktım derken, her şey
iyi olacak hadi yatayım ben artık gibi bir şey değil tabii. Gerçekçi,
yapabileceğim şeyleri yaptım, yapabileceğim şeylerin en iyisini yapmaya
çalıştım ekiplerimle beraber ama yapamayacağım şeyler için de böyle ağlaşmadım.
Mızmız etmedim. Bunları büyütmedim. Bunları ne kendime, ne de başkalarının
önüne bir bahane olarak sunmadım.
Özel hayattan da bahsediyorum. Çok
önemli bir şeyden bahsediyorum. Coğrafyamızda, dinimizde, kültürümüzde bir söyleNmek var. O ‘n’ harfi çok önemli.
Söylemek değil, söy-leN-mek! O ‘n’, çok pasif, çok korkakça, çok demotive edici
bir ‘n’.
Devamlı söylenen insanlar var
karşınızda… Bunu yapmamaya çok özen gösterdim Taner Bey. Yapılacak şeyleri
yapacaksın. Yapamadıkların için de çözüm üretmiyorsan eğer ağlaşmayacaksın.
Boşu boşuna ne kendini, ne çevreni, ne ekibini demoralize etmeyeceksin! Bu tip
şeylerin iş hayatında çok fazla etkisini gördüğüm için vurgulamakta da fayda
görüyorum.”
“En büyük başarınız ve en büyük
başarısızlığınızı örnekleme şansınız var mı?”
şeklindeki soruya Zamanpur şöyle yanıt veriyor:
“En
büyük başarım, Ferhat ve Yasemin. (Gülüyor…) En büyük başarım gerçekten… Hala
onlar bana ‘anne’ dediğinde ben ‘Nasıl başardım bunu?’ diye kendi kendime… En
büyük başarım onlar diyebilirim.
Başarısızlığım
çok var. Üç günlük seminer yapabiliriz. Ben Suat Soysal’a bunu önerdim. Hep ‘başarı
başarı’ diyorsunuz. Sindirella masallarında gibi… Şahane, böyle başarılarla
örülmüş bir yaşamda! Böyle nerdeyse süper bir kahraman gibi düşünüyorlar.
Hâlbuki
hayatım başarısızlıklarla dolu… O kadar yanlış yapılmış yatırımım var. Yanlış
açılmış mağazam var. Sökülen tabelalar var, yırtılan sözleşmeler var, yanlış
insanlara güvenmek var… Bizzat kendi yaptığım hatalar var. Bizatihi benim
yanlış aldığım kararlar var.
Yani
mümkün mü?
İş
yaşamında zaten sürekli bir başarı varsa, ya bir karışıklık vardır yani…
Birileri sizi çok aşırı destekliyordur, bir şey vardır. Orada böyle bir şey
yok. Gerçek hayatta hatalardan hep ders alarak ilerliyoruz.
Hep,
her gün yanlış yapabilirsiniz. Yeter ki aynı yanlışı sürekli yapmayın. En büyük
hatırladığım, bana en zor gelen, Amerika’daki New York’taki mağazamızın mağaza
sözleşmesini çok iyi okumadığımız için Roosevelt Otel’de tadilata gittiğinde, ‘Tak!’
diye bizim mağazayı kapatma hakları varmış…
Bir
sabah, Amerika müdürümüz arıyor ki, ‘mağazamız kapandı’. Bizi uyarmadan, başka
mağazaya geçmemize vakit tanımadan… Sözleşmede böyle bir ‘exit mekanizması’
varmış bizim aleyhimize, mesela… Ondan sonra artık satır satır sözleşmeleri
ezberleyerek (gülüyor…) çok dikkatli olmaya çalışmıştık.”
Taner Bey, her şirketin danışmanı
ve avukatı olmasını tavsiye ederken,
Zamanpur da “Halil Bey’siz yanarız yani
biz” diyerek gülüyor…
Kitabında sürekli olarak
“kırılmadım” ifadesinin yer alması üzerinden sorulan bir soruya Ayşen Hanım, hemen “Onun için kitabın adı Diren Keçi!” yanıtını veriyor ve gülüyor…
Yaşanan kırılmaların toplamda ne
öğrettiğini soran Taner Bey’e yanıt şu şekilde geliyor:
“Toplamda, özünde şunu öğretti
Taner Bey: Siz markanıza veya yaptığınız işe, şirketinize, yarattığınız ürüne…
Neyle iştigal ediyorsanız… Veya gazeteci iseniz, kurduğunuz sisteme,
gazetenize, her şeye! Yaptığınız işin özüne, ruhuna inanıyorsanız, saygı duyuyorsanız
ve aynı inancı ve saygıyı duyan, hatta sahiplenen ekipler kurduysanız,
katakulliler yapmıyorsanız, alnınız açıksa, yasal bir şirketseniz, sosyal
sorumluluklarınıza sahipseniz, çevreciyseniz, yani gerçekten kendinizi her
konuda rahat ve iyi hissederek doğru dürüst bir iş yaptığınıza inanıyorsanız,
illaki sorunlar çözülüyor. Yani karşınıza çok şey çıkıyor.
Onun için “Diren Keçi” diyorum ben.
Keçi gibi diren yani… Karşımıza çıkmayan herhangi bir sorun kalmadı
diyebilirim. O kırılmama bölümünde yaşadığımız sorunların belki onda biri var.
En büyüklerini yazdım. Ama hepsinde, sorunu parçalarına bölerek, küçük küçük,
onları tek tek çözümlemeye çalışarak, en sağlıklı şekilde, elimizden gelen en
iyi şeyi yaparak çözdük.
Ama bunların herhangi birinde vazgeçip, küsüp,
kırılıp iş bırakılabilirdi. Ben büyük sorunlardan bahsediyorum. Bütün malıma
kota gelmesi ve hiçbir malımı çekemememden bahsediyorum.
Yani şaka bir sorundan, elektrik
kesintisinden bahsetmiyorum. Birdenbire fiyatladığım ürünlerime yüzde 50 ertesi
güne vergi geldiğini haber verilmesinden bahsediyorum. ‘2 ay sonra hiçbir ürünü
çekemeyeceksiniz’ diye 6 ay sonra, 8 ay sonraya dünyanın her yerine sevkiyat
yapan bir dünya markasına ‘2 aydan sonra size yasaklanmıştır’ diye bir kâğıt
gelmesinden bahsediyorum.
Hepsi için insan şirketi
bırakabilir ama özüne sarılırsanız yaptığınız işin, doğru yaptığınıza
inanıyorsanız, gerçekten de ekipleriniz de varsa güçlü… Çocuklarıma da en çok
öğretmek demeyelim de aktarmaya çalıştığım şey bu oldu. Çözülemeyecek o zaman
sorun kalmıyor. O zaman kırılmıyorsunuz ve çözüyorsunuz.”
“O zaman almış olduğunuz, bu
tecrübe diyebilir miyiz?” sorusuna, “Tabii…
Hayat dersi…” şeklinde yanıt veriyor tecrübeli iş insanı…
“Çok erken evlendiniz.
Evliliğinizin de katkısı oldu mu? Bekâr bir kadın olsaydınız bu kadar cesaretli
olur muydunuz?” sorusuna
Zamanpur şu şekilde yanıt veriyor:
“Evliliğimin katkısı muhakkak… Yani
evliliğimin değil de Bijen’in katkısı olmuştur[1]. Bijen, çok iyi bir iş
insanı… Çok örnek, çok objektif bir adam… Zaten kendisi vizyoner… Sürekli proje
üreten bir şahıs… Ondan çok şey öğrenmişimdir ve artı da eş olarak da
destekleyen bir eş…
Hatta ben onu ilk kitabımda ‘Sen
kimin eşi olsan marka yaratırdı’ diye vurgulamıştım. Her evlilik destekler
demiyorum ama benim özelimde son derece düzgün bir ilişkimiz var. Onun için de
o konuda hiçbir problemim olmadı. Tam tersi, her zaman çok büyük katkısı oldu.
Evli olmakla, bekâr olmakla ben
girişimciliği ölçütleyemem. Yani bu bir yaratılış meselesi… Bu bir kişilik
meselesi… Bu bir kararlılık meselesi…
Kadınların, eğer istediği takdirde…
Gerçekten istediği takdirde bir yolunu bulup yapacaklarına inanıyorum ben hep…
Hep de gördüm. Sadece ekonomik refah sahibi olan kadınlardan demiyorum.
Mesela bizim Diyarbakır projemizde
çalışan çok tatlı, çok sevdiğim bir tane, bizim için ipek üreten şahane emekçi
kadınlarımız var… Onların hayatlarının hepsi benden çok daha büyük başarılarla
dolu bence… O kadar zorluklardan gelip orada o işe sahip çıkıp, o atölyede
çalışmak bile onlar için büyük bir başarı… Onu gerçekleştirip çeyizini yapıyor
kızının… Oğlunu sünnet ettiriyor… Kardeşini evlendiriyor… Birini tıpta okutuyor…
Yani kararlılıkla ve istekle kadınların yapamayacağı çok şey yok diye
düşünüyorum ama bunu da evli-bekâr diye ayırmamak istiyorum…”
Diyarbakır konusunda kendisinin de
başarılı örnekler gördüğünü ifade eden Taner Özdeş[2], bu şehri seçmenin
özel bir sebebi olup olmadığını sorunca
Ayşen Hanım, projenin yeri ve yöntemi konusunda çok araştırma yaptıklarını
ifade ederek, ipek üretimi için bir yer arayışında olduklarını, sürekli yardım
diye bir şeye inanmadığını, birlikte bir iş birliğine inandığını belirtiyor:
“Yardım bir noktadan sonra iki taraf için de
zor bir şey… Biz böyle bir proje istiyorduk ki 18. yılına girdik. Çok
seviniyorum. 18 yıldır yapıyoruz. Karşılıklı, birbirimize katkıda
bulunabileceğimiz bir proje… En çok arkadaşlarım gezdiler. O zamanlar Özlem
diye bir arkadaşımız vardı. Baya Anadolu’yu gezdi. ‘Bu atölyeyi nerede
gerçekleştirebiliriz?’ Kulp’ta Kadın Emeğini Değerlendirme diye… Zaten
Belediyenin yaptığı… Kulp Belediyesi’nin… Bir oluşumu vardı… Onlara sunduk
projemizi. İlk önce de onlar sahiplendiler. Ben Doğu’yu istiyordum zaten. Yani
Batı’da aramadık böyle bir şeyi… İyi ki de yapmışız. Hepsini de çok seviniyoruz.”
“Kitabınızın gelirini de, ‘Diren
Keçi’nin, oraya bırakacaksınız galiba, değil mi?” sorusunu “Evet”
diyerek yanıtlayan Zamanpur konuşmasına devam ediyor:
“Satılırsa
ve telif hakkı alırsam onlara gidecek. Yani bir bölümü değil hepsi onlara
gidecek. Zaten şimdiden gitti de. (Gülüyor…) Ben almış gibi onlara…”
Diren Keçi kitabının güzel yazılmış
ve faydalı bir eser olduğunu ifade eden Taner Bey’in cümleleri Ayşen Hanım’ı çok mutlu eder:
“Çok memnun oldum. Teşekkür ederim. O kadar
güzel geri dönüşler alıyorum ki, çok mutlu oluyorum. Benim bütün amacım da
zaten bu. Acaba, bir-iki kişiye bir ışık tutulur mu? Bir-iki kişi etkilenir mi?
Acaba benim bu kadar zorlanarak öğrendiğim şeyler, bir-iki kişinin yolunu açar
mı?
Benim de okuyucularım, girişimci
grubu insanlar oldukları için hemen cevap yazıyorlar, hemen fikir yazıyorlar. İnanın
şu anda daha yirminci günü mü, ne… O kadar güzel yazılar, e-postalar, hikâyeler
geldi ki çok sevindim. Teşekkür ederim size de…”
“İş dünyasında üst düzey kadınların
oranı yüzde 22… Yönetim kurullarında yüzde 17… En son aldığım rakamlar bunlar.
Kadınlar başarılı (ama) bu kadınların oranlarının düşük olmasının sebebi nedir?
Niye 50-50 veya 46-54 değil? Niye bu kadar düşük?” şeklindeki soruya Zamanpur, “Erkeklerdir sebebi” diyerek gülüyor…
“Erkek
anlayışıdır. Yani tek tek bireysel olarak erkekler değildir. Erkek
egemenliğinin asırlardır gelen maalesef ki birçok da hemcinsinizin karşı
çıkmadığı… Hâlbuki bir toplumun yüzde ellisini oluşturan kadınları iş
yaşamının, siyasetin, sosyal yaşamın dışına attığınızda zayıflamış oluyoruz.
Erkeklerin bunu anladığı gün çözülecek iş bence.
Yani
bizim için değil, erkekler kendileri için kadınların her alanda, en azından
yüzde elli olması için çaba göstermeliler diye düşünüyorum ama maalesef ki bu,
hızla gelişen bir şey olmuyor. Ben, çok beğeniyorum.
İş
dünyasında çok başarılı kadınlar var. Bir de kadın olarak başarılı olmak zor
olduğu için, çok parlak kadınlar başarılı oluyor. Onun için de benim tanıştığım
iş insanları, gerçekten benim en guru duyduğum şeydir. En çok onların öne
çıkartılmasını isterim. En çok onları alkışlarım.
Bu
anlayışın anneanneden başlaması gerekir. Yani şu andaki bir kız çocuğu öyle bir
yetiştirecek ki çocuklarını, torunlarına kadar o kadın-erkek eşitliği ruhu
yansıyacak.
Bireysel
olarak ben bir şeyler yapılabileceğini sanmıyorum. Elbette ki yapıyoruz, bütün
hepimiz yapıyoruz… Dernekler var… Hepimiz konuşmalarımızda vurguluyoruz.
Ben
mesele bizatihi kendi şirketimde çok ciddi pozitif ayrımcılık yaparım. Yani şu
anda oğlum da o gelenekten geldiği için o da yapıyor. Biz, iki tane seçenek
varsa kadını seçeriz. Yanlış mı? Demokratik değil! Ne yapalım? Senelerdir antidemokratik
uygulamalar gelmiş. Onun bir şekilde karşılığını yapmak durumundayız. Yani
kadın için yapılacak şeyler çok fazla. En çok da erkeklerin yapması gerekiyor.”
“Şimdi siz çok mükemmel bir
planlamacısınız. Hatta hedef yönetimine inanıyorsunuz. Bu hedef-plan… Nasıl
çalışıyor? Buna bir sisteminiz var mı? Yani kopyalanabilecek bir sisteminiz var
mı? Biz de burada öğrenelim…” şeklindeki
soruya Zamanpur,
“Şimdi ben planlamacıyım. Ondan da
geliyor. Ben beş yıl hayatımın ilk en öğrenmeye açık döneminde, bana birdenbire
beş fabrikayı verdiler ve bütün fizibilitelerini, planlarını, uzun vadeli
planını, bütçesini… Bir yıllık bütçe, ondan sonra beş yıllık uzun vadeli
planını, bütün yatırım fizibilitelerinden sorumlu oldum. Tabii ki oradaki
büyüklerimden öğrenerek, tabii ki onlarla çalışarak ama sonuçta sorumluluğunu
da almıştım ve çok çalıştım. Ve planın çok önemli olduğu, benim genetik
kodlarıma girdi yani…
O, beni şekillendiren bir dönemdi.
Çok gençtim. 22 yaşlarındaydım. Şişecam’ın ne kadar o sayede başarılı olduğunu
gördüm. Şişecam çok başarılı bir kurumdur. Çok başarılı! İnanılmaz! İlk uzun
vadeli planı yapan bir kurumdur ve inanılmaz başarılıdır.
Oradan, herhalde onun verdiği hisle
şirketimizde de ilk günden itibaren bütçe ve en azından iki yıllık planı… Ben
beş yıllık yaptım dersem çok fazla doğru olmaz ama bütçe ve iki yıllık
planımızı hep yaptım, yaptırttım. Nedir bunlar? Bütün projelerinizin, havada
konuşulan, kapı arkalarında, masalarda, sözsel… Böyle uçup gidecek lafları her
zaman yazılı hale getirttim ve onların hepsine bir zaman planı, sorumlu kişi ve
deadline, proje başlaması ve proje bitmesi ismini koydum.
Hiçbir şeyin havada, ‘Kimindi, a
sen diyecektin, ben diyecektim, bizim değil miydi, o bölümün müydü, bu bölümün
müydü?’ diye uçmasın istedim. Şimdi Trello[3] diye özel yapılmış
aplication’lar (uygulamalar) var. Çocuklar onu kullanıyor. Şahane! Bizim
zamanımızda yoktu ya da Türkiye’de yoktu. Ben bizatihi buna çok önem veririm:
ü Yani şirkette
yapılacak her şeyin bir süresi olacak,
ü Sorumlusu
olacak,
ü Şirkette
paylaşacağı günün tarihi belli olacak,
ü Ona karar
verecek yönetim kurulu üyeleri kimse onlar belli olacak,
ü Her şey takip
edilebilir, ölçülebilir, kontrol edilebilir olacak.
Satış elemanlarına eğer siz prim
veriyorsanız, o çocuk hedefinin ne olduğunu açık bir şekilde bilecek ve
görebilecek. Kafanıza göre ‘Ben seni başarılı buldum’ diye bir hedef hiç
kimseye faydalı değildir. Parayı alana da faydalı değildir, verene de… Çocuk ne
yaptı? Neden ödüllendirildiğini iyi anlarsa hedef inanılmaz bir şeydir. Bunlara
da çok önem verdik.
KPI işte biliyorsunuz[4]. Onlar da önemli… Hala
da, şu anda olan bir şey de bizde 3 aylık değerlendirme toplantıları olur. 3
ayda herkes masanın karşısına oturur. Müdürü tarafından ve üst yönetim
tarafından üç ayda neler yaptığını, nelerde başarılı olduğunu, neden
yapamadığını, ne istediğini söyler, yönetici de ona söyler. Hiçbir şey böyle
küslük, ima, sitem…
Gene aynı yere geldik, söylenmek
yasaktır bizde! Söyleyecek! Söyleyeceksin!
Sen neden yapamadın? Çünkü efendim ekibim eksikti, o gün söyleyemezsin,
o süreçte söyleyeceksin. Sonradan gelip, ‘Ekibim eksikti, yapamadım’ deme hakkı
yoktur bizde. Yapamadığın süreçte geleceksin, ‘Ben ekip arkadaşı istiyorum’
veya işte ‘Yeni bir bilgisayar istiyorum’ veya ‘Ben şöyle bir pazarlama bütçesi
istiyorum’ diye… Yani ne kadar kontrol edebilirseniz, o kadar ölçebilirsiniz.
Ne kadar ölçebilirseniz o kadar başarılı olursunuz.”
“Silk & Cashmere markası aslında
İngilizcesi… İpek ve Kaşmir… Bunu bir araya getirip bir marka yapmışsınız. Yani
o markaya, o logoya nasıl karar verdiniz?”
sorusuna Zamanpur,
“Çok söyledim ama kısacık geçelim…
Herkes de biliyordur diye düşünüyorum. Yani en azından bunu dinleyen
meraklıların… Türkiye’de değil, dünyada ipek ve kaşmir alanında ayakları yere
basan, sağlam, affordable (satın alınabilir), düzgün bir markanın olmadığını
fark ettik ve bu boşluğa, bu nişe (niche) uygun bir marka ürettik.
Bütün olay buradan başlar. Yani
rastgele yapılmış, dur bakalım biz şimdi bir marka yapalım değil. Baya bir
buçuk-iki yıl ‘biz ne yapalım?’dan hareket edilerek yapılan çalışmalar sonucu
dünyada ciddi bir açığı olduğu, ya çok pahalı, aşırı pahalı, aristokratların
alabileceği kaşmirlerin olduğu ya da içinde 3-5 gram kaşmir olan kazakların
satıldığı ortada, Silk & Cashmere’in girdiği alanda bir markanın olmadığı
dünyada fark ettik ve ona uygun marka ürettik. Başlangıç noktamız buydu. İsim ararken de dedik ki, ‘Niye çok
düşünüyoruz? İpek ve Kaşmir’dir’ dedik. Ama tabii ki jenerik isim olduğu için
de onu ‘SC’, Silk & Cashmere diye sınıfladık. ‘SC’ harflerini koyduk. Çünkü
jenerik isimdir diye. Logosunu efendim Mecidiyeköy’e gittim. Orası çok tatlı… Bir tane stajyer… Hatta
şirketin sahibi de yoktu. Stajyer bir çocuğun yanına oturdum. ‘Ben oval seviyorum’
dedim. ‘Kaşmircilerin en çok sevdiği renk nefti yeşil’ dedim. Çocuk bana ‘Şöyle
mi, böyle mi?’ diye gösterdi. İki saat içinde, oval, içinde nefti Silk &
Cashmere yazan yuvarlak logomuzu grafikerde çalışan stajyer çocukla birlikte
yaptık.
“Kitabınızda ‘ulaşılabilir lüks
ürünler yaptık’ diyorsunuz. ‘CEO taklidi yapan bir mağazacıyım’ diyorsunuz...
Çin’e gittiniz, ortak oldunuz. Nasıl ikna ettiniz?” şeklindeki soruya Zamanpur yanıt verir:
“Eşim o dönemde Çin’de demir-çelik
işi yapıyordu. Orada irtibat ofisi vardı. O ve Mengü Bey diye çok değerli bir
yönetici arkadaşıyla eşimin, araştırdık ettik.
Dedik ki, ‘Biz bu işi yapacağız ama
nasıl yapalım? Nerde yapalım? Kimle yapalım?’ diye…
Bunların hepsi, bir satırda geçen
şeyleri, siz 20 tane Çin seyahati diye düşünün… En az!
En az!
Bir de çocuklarım var. Öyle bırakıp
gidip, orada yerleşip kalamıyorum. Ayda bir, iki ayda bir nerdeyse üç ayda bir
gidip gelerek yapıyorum. Ve çok çok güzel bir fabrikanın İç Moğolistan’da, Batu
kentinde, bizim tam istediğimiz gibi kaşmiri olan bir fabrikaya gittik.
Tabii, eski bir Benetton bayisi… ‘Sen kimsin?’
diyor. ‘Niye güvenip sana yatırım
yapayım?’ diyor. Üstelik Allah’tan ki Çin’de kadın-erkek ayrımı yoktur. Japonya
değildir Çin…
Çin’de kadınlar çok ciddi ve hiç
öyle bir ayrım yoktur kafalarında… Benim de hoşuma gider. Çok güçlü kadınlarla
tanıştım orada… Allah’tan öyle bir algı yok. Karşılarına oturup, (kalınca bir) projemizi…
Hani dedim ya demin?
Projelendirin… Projelendirin,
yazıya dökün, anlatın…
Logomuzu, mağazamızı açacağımız
yerler, hepsi doğru olmasa da en azından yol haritamı gösteriyor adamlara…
Güzel bir vitrin resmi koymuşum… Güzel caddeler koymuşum. Pasaj… İsviçre’de bir
pasajın resmini çekmişim, oraya bir mağaza koymuşum. Üstüne de kendi adımı
yazmışım.
Hiçbiri de yok! Hayal!
İlk yıl şu kadar alacağım. İkinci
yıl şu kadar alacağım. Ama siz bana şu fiyatta verirseniz, sizi de ortak
yapacağız. Şu fiyatta olursa şu kadar ortak yapacağız. Şu fiyatta olursa şu
kadar…
Tabii ki bu anlamda akıl aldığım,
hem eşimin hem de eşimin şirketindeki o arkadaşların da daha önce yaptıkları
sözleşmelerden öğrendiğim şeyler var. Şişecam’dan öğrendiğim şeyler var.
Nerdeyse bir plan sunuyorum
önlerine. Ama öyle bir dosya ki… Çok üzülüyorum o dosyayı kaybettiğime… O kadar
üzülüyorum ki… Çok aradım, bulamadım.
Gerçekten de mesela… Baya birkaç
yerin adını doğru yazıyor… Cenevre’de açacağım diyor, açtık. Barselona’da diyor,
açtık. Yani 10 sene sonra açtık ama açtık.
Bu dosyayı görünce, inandılar.
Tabii para da koyduk. Benetton’larımızı devrettik. Bütün Benetton’ların hava
parasını alıp oraya koyduk. Onlar da bizim için üretim yaptılar. 6-7 yıl yüzde
50 ortak olduk. Sonra çok fazla yerde satmamız gerekti. Çok fazla fabrikaya
ürettirmemiz gerekti. Ayrıldık ortaklıktan… İyi bir şekilde…”
“Bir marka nasıl yaratılır? Bu marka
yolculuğunuz nasıl oldu? Bu marka konusunda pişmanlıklarınız oldu mu? Bu
markayı nasıl bu kadar diri ve canlı tutuyorsunuz? Nasıl marka yok olmadan
yoluna devam edebiliyor?” sorusuna
Zamanpur şu şekilde yanıt veriyor:
“Canlı ve dipdiri tuttuğumuz konusunda
çok teşekkür ediyorum. Çok hoşuma gitti. Tek amacımız da bu… Bu kadar kaliteli,
yüksek, premium müşterisi olan bir marka… Üstelik klasik havalı bir markanın bu
kadar yenilikçi, yaratıcı olması, ilginç bir paradokstur aslında… Silk &
Cashmere neredeyse kaşmir satan bir teknoloji şirketidir. Şaka yapmıyorum. Yani
gerçek bir ifade...
Elbette ikinci neslin katkıları ile
olmuştur. Ben birinci nesil olarak markaya -Hep aynı şeyi söyleyeceğim- çok inandım. Bu fikre çok inandım ben. Bu
kadar yüksek kaliteli kaşmir, bu kadar yüksek kaliteli ipeği bir arada
affordable/ulaşılabilir şekilde sunan dünyada bir marka yoktu.
Demokratik bir şekilde, sanki daha
çok insana ulaştırabilmenin bir yolunu bulmuştum. Anavatanında yatırım
yapmıştık. Genel müdürlüğümüzü ülkemizde kurduk. Başka ülkelerde
cornerlar/mağazalar açtık.
Şimdi online’dan iyice, çok fazla
açılıyoruz. Birinci günden itibaren hala… Bu sene otuzuncu yılımız. Çok güzel
kutlamalar yapacak gençler… Ben de heyecanla bekliyorum.
Bir tek şeyden ödün vermedik Taner
Bey; kalite, kalite, kalite… Bunu bir defa insanlar takdir etti. Kalite! Her
anlamda kalite! Üründe kalite, serviste kalite, fiyatta kalite, mağazacılıkta
kalite, ilişkilerde kalite, çözüm ortaklarında kalite, iletişimde kalite… Yani
inandık ki bizim var oluş nedenimiz kalite… Oradan hiç ödün vermedik.
Marka…
Hangi müşteri grubuna hitap
ediyorsanız, ki biz ‘premium’ diyoruz kendimizi, o insanların seveceği bir kaliteyi sürekli
korumak gerekiyor. Onların ulaşabildiği her yerde olmasanız da görebileceği
yerlerde karşısına çıkmanız gerekiyor.
Mesela şu anda Instagram’da olmanız
gerekiyor, ‘Pazar yeri’ dediğimiz o Trendyol’larda, oralarda-buralarda, bize
uygun sitelerde olmanız gerekiyor. Güzel bir web siteniz olması gerekiyor.
Güzel bir-iki AVM’de mağazanız olması gerekiyor. Yurtdışında bir yerlerde sizi
görüyor olması gerekiyor.
Bütün bunları birleştirip iyi bir
ekip ruhuyla, güzel bir tasarım ekibiyle, bu tasarım ekibinin sürekli
araştırması, sürekli olarak yenilik peşinde koşmasıyla, klasik ürünlerimizi
yüzde 50 tutsak da diğer yüzde 50, moda ürünleri hep yenileştirerek, bir de benim
gibi hasbelkader ağzı laf yapan, kendiliğini sözcülüğe adamış CEO da önemli…
(Gülüyor…)
Devamlı anlat… Soruldu bana bir de…
Devamlı ilgi çektiği için çok soruldu, çok anlattım… Yerleşti markamız, çok
mutluyum.
Silk & Cahmere’in geldiği
noktadan çok gurur duyuyorum. Çok güzel bir noktaya geldi… Dünyanın hangi dilince ipek-kaşmir yazarsanız
yazın bizim marka ilk üçe girer.”
“Uluslararası marka olmak için
sadece mağaza açmak yeterli mi?”
sorusuna “değil” diyen Zamanpur,
şöyle devam ediyor sözlerine:
“Uluslararası kriterlere uymanız
gerekiyor. Evrensel marka diye bir gerçek var. Bir kabuller var… Yani
sunumunuzla, vitrininizle, insan
kaynaklarınızla, kokartınızla, etiketinizle… İşte azot-free kullanacaksın,
çocuk işçi çalıştırmayacaksın, çevreye saygı…
Mesela şimdi bizim moda olan laflar
var ya… İşte yeni yeni… Biz bunları 1992’den beri mecburen yurtdışına
sattığımız için zaten hepsine uyuyorduk. Biz zaten asla plastik kullanmayız,
asla akrilik koymayız. İçindeki küçücük bir gram bile bir fermuarın kenarının
dikişindeki malzemeyi bile doğru yazarız. Fabrikalarımızı gider denetleriz.
İşte yanlış bir şey yapıyor mu, atığı var mı, işte herhangi bir yamuğu var mı
fabrikanın… Sırf kalitesine bakmayız fabrikanın… Çünkü benden alacak olan
İsviçreli ona bakıyor.
Yani zaten bizim evrensel marka
kriterlerine uymamız lazım. İlk bu… İkincisi, kırılmayacaksın. Azimli
olacaksın. Çok çalışacaksın. Dışardan yönetmek için de çok güzel ekipler
kuracaksın.”
“Siz o zaman lüks kategorisine
giriyorsunuz” ifadesine “Premium”
diyerek yanıt veriyor Zamanpur.
“Online markalara baktığımız zaman…
Yüzde 35 satışınız online’dan geliyor…”
şeklinde başlayan soru tamamlanmasan söz alan Zamanpur,
“O Ferhat Zamanpur’un sorusu… Bu
soruyu Ferhat Zamanpur’a bir sonraki toplantıda sorun. Ben de inanamıyorum.
Gerçekten inanamıyorum.
Bakın şaka yapmıyorum. Havalı olmak
için konuşmuyorum. Online’ımızın yüzde 35’e geldiği gerçeğine… Girip girip
bakıyorum… Powerbee(?) diye bir uygulama var. Topluyorum, bölüyorum, 35’e
geliyor! İnanamıyorum yani! İnanılmaz bir sıçrama!
Dijital dönüşümü çok erken
başlattılar. Çok erken başlattı. 2017’de sistemi tamamen… Sadece bakın Taner
Bey, siz de biliyorsunuz, online değildir olay sadece… Şirketin
dijitalleşmesidir. Online, onun bir uzanımıdır. e-Ticaret, dijital dönüşümünü
gerçekleştirmiş bir şirketin bir uzanımıdır.
Tek başına hiçbir şekilde
dijitalize olmamış bir şirkette online’ı kuramazsınız. Bizim bütün altyapımız,
bütün satışlarımız, bütün mağaza bağlantılarımız, muhasebe sistemimiz, insan
kaynakları sistemimiz, bildiğiniz bütün operasyon dijitaldir bizim… Onun için
çok kolay home ofise geçtik.”
diyor.
“Sizin ürünüz daha çok ellenerek
alınan bir ürün, dokunarak alınan bir ürün… İnsanlar dokunmadan alabiliyor
demek ki internetten?” sorusuna “Çok güzel” diyerek giriş yapan
Zamanpur,
“Kitabımdaki ilgili bölümü mü acaba
okudunuz dedim. Bize hep bu dendi… ‘Ya sizinki dokunarak alınan bir ürün…
Ellenerek alınan bir ürün… Nasıl online olacak?’ Bu çok dendi bize. İlk web
sitesinde…
1996’da altı lisanda web sitesi
kurdum, biliyor musunuz? 96’da… Altı lisanda! Yani Hürriyet gazetesi dört sütun
manşet yapmıştı. İlk web sitesi hazır giyimin diye… Ama satışımız çok kötüydü,
satış yapamıyorduk. Bankalar bile hazır değildi ama web sitemiz vardı! Yani o
zamandan başlamıştık.
Hatta hep diyorlardı işte ‘Kaşmir
dokunarak alınır…’ Ne var biliyor musunuz? Kaliteyi biliyor ya? Bir kere girmiş
almış, biliyor… Silk & Cashmere ipek deyince ne, kaşmir deyince ne,
ipek-kaşmir deyince ne, kaşmir-merinos deyince ne, biliyor müşteri… Markaya
güveniyor… Girince sitede kaşmir yazıyorsa ne alacağını biliyor… Bedenini de
biliyorsa, güveniyor yani… e-Ticarette o çok önemli… Ne alacağını, paketten ne
çıkacağını biliyor bizim müşterimiz…” şeklinde
yanıt veriyor.
“İade politikanızın çok esnek
olması lazım değil mi?” sorusuna “Çok”
diyen Zamanpur, “Bütün online’cıların
esnek. e-Ticarette öyle bir şey var. Koşulsuz iade…” yanıtını veriyor.
“Biliyorsunuz Black Friday’i
oğlunuz getirmiş Türkiye’ye… Bu Black Friday’i o kadar güzel anlatmışsınız ama
ben şunu anlamıyorum: Black Friday’de sonuçta çok ciddi bir indirim
veriyorsunuz. Peki, Black Friday’de alış veriş yapan kitle normal müşterinizin dışında
bir kitle mi?” sorusuna Zamanpur şu
şekilde yanıt veriyor:
“Hayır, hepsi… Bir defa bakın, orda
da anlattım. Aralık gelmemiş, daha indirime, 11 Ocak indirimine iki ay var…
Bedenler kırılmamış… Renkler kırılmamış… Bütün koleksiyon gıcır gıcır
asılıyken, bir gün –şimdi iki gün oldu, bir de online var- birden bire yüzde 50
yapıp ertesi gün kaldırıyoruz. Onu çok büyük bir fırsat olarak görüyorlar…
Çünkü gerçekten öyle yapıyoruz… Gerçek
müşterimiz kuyruklarda bekliyor, kapıları kapatıyoruz… İnanılmaz bir!
Online bizim yani Silk &
Cashmere’in Türkiye’ye getirdiği Black Friday, perakendenin tartışmasız en
büyük kampanyasıdır. Rakipsiz kampanyasıdır. Şu anda sadece markalar değil,
tuhafiyeciler, manavlar bile Black Friday diyorlar.
2012 yılında Ferhat getirdi, ilk
önce ben karşı çıktım. ‘Hayır! Olmaz’ Nerden? Uydurmayalım!’ falan… Beni
inandırdı… 2013’te çıktım Bloomberg, NTV, CNN’e… ‘Ne olur, gelin birlikte
yapalım, hep beraber yapalım’ dedim. 2012’deki rakamlarımı gösterdim şeffafça…
‘Bakın ben bile bu kadar satıyorsam, siz düşünün!’ Hani ben orta ölçekli bir
markayım, büyük markalara bunu satmaya çalıştım. ‘Asla olmaz!’ 2014’te yine
konuştum. BMD’yi çağırdım[5]. Yalvardım. ‘Hadi
gelin, el ele yapalım. Birlikte yapalım.’ Gene ‘Olmaz!’ Sonra ama görüyorlardı
bizim AVM’lerde kapıların falan kırıldığını… Kırıldığını demeyelim de çok ciddi
bir etki olduğunu…
2016’da bütün karşı çıkan markalar,
abilerim diyeyim, arkadaşların hepsi Black Friday… ‘Efsane Cuma olsun!’, yok
‘Pembe Cuma olsun!’, ‘Süper Friday’ adını değiştiriyorlar Black Friday dememek
için ama sonuçta Black Friday günü… Black Friday yapıyorlar ve…
Biz nelerle uğraştık?
BMD Shopping Festivaller yapmaya
çalıştık… Bir yığın kampanya ile uğraştık, hiçbirini tutturamadık. İlk defa bu
kampanya çok ciddi bir şekilde tuttu… Ve müthiş bir ekonomi yaratıyor. Müthiş
bir ekonomi yaratıyor.”
“Ondan bir ay sonra yılbaşı geliyor
zaten. Yılbaşı satışlarını olumsuz etkilemiyor mu?” sorusuna “Etkilemiyor.
O, bir günlük satış. Etkilemiyor.” diyen
Zamanpur, “bu dünyada denenmiş… Amerika’yı
baştan keşfetmemek lazım.” şeklinde yanıt veriyor.
“Perakende ve mağazacılık
mühendisliği diye bir şeyden bahsediyorsunuz. Nedir bu?” sorusuna Zamanpur, şu şekilde yanıt veriyor:
“Şimdi perakende, sonuçta kazak
satıyoruz, şal satıyoruz…
Esnaf… Dükkân değil mi? Arkasındaki
size mühendisliği… Aslında eminim ki, birçok iş dalında çalışan
arkadaşlarımızın yaptığı işin detayında da bu vardır. Anlatmak mümkün değil…
Yani, her bir ürünün, tek tek…
İndirim öncesi satış oranı, indirimdeki satış oranı, hangi elemanın, hangi
kalitedeki, hangi kategorideki ürünü sattığı, hangi ürün grubunu saat kaçta
sattığı, hafta sonu, hafta içi… İpek mi, kaşmir mi, kadın mı, erkek mi,
aksesuar mı? Kategorilere göre, günlere göre, saatlere göre, indirim
dönemlerine göre, kampanyaya göre, incelenmedik hiçbir yeri kalmadan müthiş
algoritmaları var! Ve bunlara o kadar hâkim ki gençler, o kadar artık,
yıllardır bu datalar birikmiş ki! O kadar doğru siparişler veriliyor ki…
Biz, aylarca sipariş için
uğraşırdık Taner Bey… Aylarca! Mağazacıları toplardık, dataları toplardık, yani
hayatın içinden şu anda çıkan datayla ve bilgilerle tek tek, milimi milimine
bütün ürünlerin nerdeyse hangi mağazada ne kadar satılacağını öğrenecek kadar
ince bir mühendislik yapılıyor arkasında…”
“Devir” konusundan yola çıkarak sorulan bir soruya Zamanpur şu şekilde yanıt veriyor:
“İkinci kitaba devir’i anlatmak
için başladım aslında…
Devir konusunda Türkiye’de… Siz de
araştırın isterseniz, bir tek biyografi ya da otobiyografi bulamadım. Yani
herhangi bir iş insanının ikinci nesle devrini… Dünya’da çok var ama Türkiye’de
bulamadım…
Dedim, ‘Ben bunu yazayım…’
Çünkü üç yıl süren, üç yıla uzayan bir süreçte
devrettim. Özetle şöyle söyleyeyim, bunu her yerde söylüyorum, ben deneyimin
çok iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok güzel bir şey olduğunu düşünüyorum
ama yanlış kullanılırsa da gençlerin önünü kesen, çok tehlikeli bir şey
olduğunu düşünüyorum.
Yani deneyim, eğer gelişimi,
yenileşimi, dönüşümü engelleyen bir duvar gibi yeni neslin önünde durursa ki,
eğer iki nesil aynı anda şirkette uzun yıllar çalışırsa, bu kaçınılmaz olarak
oluyor. Yani birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, kaçınılmaz olarak bir
çatışma ortamı doğuyor ve iki taraf da haksızlığa uğruyor. Hem birinci nesil,
koltuğunu terk edemeyen, böyle hırslı bir nesil gibi görülüyor…
İkinci nesil de her türlü
sorumluluğu var… Her türlü sorumluluğu var ama yetkisi olmayan etkisiz bir
eleman gibi oluyor. Ben bunu çok gözlemledim. Çok izledim ve karar verdim.
Dedim ki, ‘Bu işi uzatmadan ikinci nesle devredeceğim.’ Ve planlı bir şekilde,
üç yılda… Her birine ayrı ayrı nerdeyse devrederek…
Her aşamada… Yasemin’in görevleri
kreatif direktör, Ferhat’ın CEO olarak her aşamada, her toplantıda nerdeyse
belirleyerek… Biraz da planlamacı ruhumla… (Gülüyor…) Çok üstüne çalışarak
yaptım. Tabii ki çatıştık. Tabii ki tartışmalar yaşadık… Ama hepsinde iletişim
kapılarını açık tutarak…
Sonuçta bununla tamamlayayım
cümlemi… Bu korona sürecinde, eğer ben hala yönetici olsaydım, çok açık
kalplilikle söylüyorum, ne bu kadar hızlı home ofise geçebilirdim, ne bu kadar
hızlı mağaza kapatabilirdim, ne bu kadar online’ı 35’e… 35’e herhalde ben
2035’te gelirdim! Yok çünkü…
Yani teknoloji benim için ne kadar
ilgili olsam da yeni bir şey… Çok doğru bir dönemde devretmişim… Buna
inanıyorum…
Ben 55 yaşını aşan herkesin devir
sürecine girmesini ve altmışında da işi bitirmesini tutturarak söylüyorum,
inatla söylüyorum… Çünkü… Eğer varsa kimsesi şirketin içinde… Öğrenir… Yaparken
öğrenir… Hata elbette yapacak! Biz yapmadık mı hata?”
“Hayatınızı değiştiren, ilham aldığınız bir kitap oldu mu hiç?” sorusuna Zamanpur, “Ve Durgun Akardı Don… Şolohov’un… Benim hayatımı şu anlamda değiştirdi: 12 yaşında… Babam çok okurdu benim… Annem de çok okurdu ama babamın başucunda… 4 ciltliktir o… Ve Durgun Akardı Don… Şolohov’un…
Babamın okuduğu kitapları ben
anlamam, sevmem, ilgisiz sanıyordum… Bir başladım, dört saat… Ayağım altımda
uyuşmuş, aç karnına… O inanılmaz… Benim yaşımdaki kızların başına gelen…
O, köyde yaşanan bir çatışmayı
anlatır… Çok da güzel anlatır. Rus edebiyatına girmemi sağladı ve bir daha da
çıkamadım… Ve bir daha da edebiyattan hiç kopamadım. Okumanın insana çok şey
kazandıracağını düşünüyorum.
Okuduğum için okuyan insanların ne
kadar farklı olduklarını da görüyorum. Onun için o kitap diyebilirim. Benim de
anlayabileceğimi, bana da ait şeyler olduğunu… O kalın kitaplarda… On iki-on üç
yaşında o kitapla fark ettim…”
“Aynı günü yaşıyor hep… Devamlı…
Kalkıyor sabah yine aynı gün… Ben, hayatında yeniliğe, yaratıcılığa,
farklılığa, risk almaya korkan insanların hayatının bu film gibi olduğunu, her
günlerinin aynı olduğunu, çok üzülerek gözlemliyorum ve bin yıl da yaşasanız
diyorum, Groundhog Day… Yani her gününüz aynıysa, yaşamış sayılır mısınız?”
“İnsanın cesaretli olması için
kaybedecek hiçbir şeyinin olmaması mı gerekir?” sorusuna Zamanpur, “Hayır, insan cesarettir.
Hayatta en büyük risk, hiç risk almamaktır. Böyle bitirelim.” şeklinde yanıt veriyor.
Sayın
Ayşen Zamanpur’un son sözleri ise,
“Kitabımın yeni girişimcilere ilham verebilme ihtimalini çok seviyorum.”
oluyor…
***
Bu
kıymetli söyleşiden tuttuğum notların okurlara ve araştırmacılara yararlı
olmasını dilerim.
Muhammet Negiz | 1 Şubat 2022 |
mnergiz@live.com
[1] Eşi
Bijen Zamanpur.
[2] Taner
Özdeş’in bahsettiği köşe yazısı: “‘Otomatik Pilotta’ Yaşamak!”, “Oksijen”
dergisinde okuduğu, Diyarbakır’da doğmuş, subay çocuğu, Gamze Ateş’in öyküsü… https://www.tanerozdes.com.tr/index.php/component/content/article/92-makaleler/972-otomatik-pilotta-yasamak?Itemid=437,
Erişim tarihi: 31.01.2022.
[3]
Trello: İlk kez 2011 yılında kullanıcıların hizmetine sunulan Trello bir
planlama ve iş düzenleme programıdır. Dijital ajanda görevi gören Trello
üzerinden panolar, kartlar oluşturarak yapacağınız projeleri ve diğer
sorumlulukları düzenleyebilir ve her daim kontrolün sizin elinizde olmasını
sağlayabilirsiniz. https://www.webtekno.com/trello-nedir-nasil-kullanilir-h94511.html,
Son Erişim Tarihi: 31.01.2022
[4] KPI: Key
Performance Indicator (Anahtar/Temel Performans Göstergesi) sözcüklerinin
kısaltılmasıdır. https://kolayik.com/ikutuphane/kpi-nedir-nasil-uygulanir/ ,
Son Erişim Tarihi: 31.01.2022.
[5] BMD: Birleşmiş
Markalar Derneği
[6] Bugün
Aslında Dündü (1993)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder