NADİR METALLER SAVAŞI: ENERJİ GEÇİŞİNİN VE DİJİTALLEŞMENİN KARANLIK YÜZÜ


NADİR METALLER SAVAŞI: ENERJİ GEÇİŞİNİN VE DİJİTALLEŞMENİN KARANLIK YÜZÜ

Guillaume Pitron

(Çev: Alp Tümertekin)

(İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024, xxx+265 s., ISBN: 978-625-429-857-8)

 Kitap değerlendirme: Negiz, M. (2024). Nadir Metaller Savaşı: Enerji Geçişinin ve Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü. Novus Orbis: Siyaset Bilimi Ve Uluslararası İlişkiler Dergisi, 6(2), 297-307.     

       

Öz 

Çevresel sürdürülebilirlik odaklı yeni bir anlayış benimsemeye çalışan günümüz dünyasında, karbon ayak izinin azaltılması, doğal kaynakların ve ekosistemin korunması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu doğrultuda, geleneksel yaklaşımlar terk edilmekte; yeşil işletmecilik, yeşil girişimcilik, yeşil şehircilik, yeşil enerji, yeşil binalar, yeşil finans, yeşil pazarlama, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, yeşil tarım, yeşil ulaştırma, yeşil sağlık hizmetleri, yeşil turizm, yeşil yatırım, yeşil eğitim, yeşil mimari ve yeşil politika gibi çevre dostu yaklaşımlar öncelik kazanmaktadır. Bu değişim, atmosfere yayılan karbondioksit salınımının azaltılması ve uzun vadede sıfır karbon hedefine ulaşılması amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, fosil yakıtlar yerine daha çevreci enerji kaynaklarının tercih edilmesi bir öncelik haline gelmiştir. Dijitalleşmenin ve yeşil enerjiye geçişin eş zamanlı yaşandığı bu dönemde, nadir toprak elementleri ülkelerin rekabet gündeminde giderek daha önemli bir konu haline gelmektedir. Bu eserde yazar Guillaume Pitron, nadir metallerin geçmişten günümüze yaşamış olduğu kullanım sürecini, başta Çin olmak üzere dünya ülkelerinin bu elementlere bakışını, kaynaklar ve üretim üzerinden süregiden ticaret savaşlarını, her biri ayrı bir öneme sahip olan bu madenlerin paylaşımını ve madenlerin işlenmesi aşamalarında çevresel açıdan yaratılan riskleri kapsamlı bir şekilde ele almaktadır. Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar geniş bir alanda saha incelemelerinde bulunan ve uzmanlarla görüşmeler yapan yazar, nadir toprak elementleri konusunda ülkelerin önündeki senaryoları ortaya koymuştur.
Anahtar Kelimeler: Nadir Toprak Elementleri, Sürdürülebilirlik, Yeşil Dönüşüm, Çin, Madencilik


Abstract

In today's world, which strives to adopt a new paradigm centered on environmental sustainability, reducing the carbon footprint and conserving natural resources and ecosystems have become essential. Accordingly, traditional approaches are being set aside, and sustainable practices such as green business, green entrepreneurship, green urbanism, green energy, green buildings, green finance, green marketing, green economy, green technology, green agriculture, green transportation, green healthcare, green tourism, green investment, green education, green architecture, and green policy are increasingly prioritized. This shift aims to reduce atmospheric carbon dioxide emissions and achieve a long-term net-zero carbon goal. Therefore, replacing fossil fuels with environmentally-friendly energy sources has become paramount.

In this era of simultaneous digitalization and green energy transition, rare earth elements have become a critical focus on the competitive agendas of nations. In this book, author Guillaume Pitron provides a comprehensive overview of the historical and contemporary use of rare metals, the perspectives of nations worldwide, particularly China, regarding these elements, the ongoing trade conflicts over resources and production, the distribution of these strategically important minerals, and the environmental risks associated with their processing. Through extensive field studies and interviews with experts spanning from the Far East to the United States, Pitron presents the scenarios facing nations concerning rare earth elements.


Keywords: Rare Earth Elements, Sustainability, Green Energy Transition, China, Mining

Yazar tarafından ilk olarak 2018 yılında Fransızca (La Guerre Des Métaux Rares: La Face Cachée De La Transition Énergétique Et Numérique) yayımlanan bu eser, İspanyolca (2018), İtalyanca (2019) ve İngilizce (2020) nüshalarının ardından 2024 yılında da güncellenmiş haliyle Türkçe olarak basılmıştır. On bir dile çevrilen eserin geniş bir ilgi görmesinin nedeni, nadir metallere bütüncül bir perspektiften yaklaşılmasıdır. "AB, 2030 yılına kadar elektrikli araç dönüşümünü gerçekleştirebilecek mi?" ve "Çin’in madencilikteki tekel konumu" gibi konular başta olmak üzere, nadir metallerin tedarik edilmesi, işlenmesi, üretim süreçleri ve bu süreçlerin çevresel etkileri üzerine yapılan akademik çalışmaların (Nagy vd., 2024; Gulley, 2024) kapsamlı bir değerlendirmesini sunan eser, nadir toprak elementleri alanında süregelen küresel rekabeti Batılı ülkelerin bugünü üzerinden geleceğe yönelik olarak sorgulamaktadır.

Çağımızın dijitalleşen dünyasında her geçen gün önemi ve rolü artan “nadir metaller”, ülkelerin ve şirketlerin ajandasında da öncelikli hale gelmiştir. Bu metaller, işlenmeleriyle sağlanan enerjinin aynı miktardaki kömür ve petrol ile kıyas götürmeyecek kadar büyük olması ve kullanımları esnasında doğaya karbon gazı salınımının olmaması nedeniyle yazar tarafından “yeşil kapitalizmin anahtarı” olarak sunulmaktadır (s. xxi).  Avrupa Parlamentosu tarafından yapılan düzenleme (2023) ile Birlik çatısı altında satılacak otomobillerin 2035 yılından itibaren tamamen elektrikli olmasının zorunlu kılınması ve bu araçlar için gerekli olan pil ihtiyacı, aktörlerin nadir elementlere odaklanmasını vazgeçilmez hale getirmiştir (s. xxiii). Bu metaller, nadir toprak elementleri (Rare Earth Elements) ya da “endüstrinin vitaminleri” olarak da adlandırılmaktadır (Musaoğlu, 2021). Teknolojik yenilikler ve yeşil teknolojinin (green tech) geliştirilmesinde kritik bir rol oynayan bu metallerin dünya rezervlerinin %60'ının Çin tarafından üretilmesi ve neredeyse %90'ının Çin'de işlenmesi (diğer ülkelerden ithal edilen nadir toprak elementleri de dahil) Batılı perspektiften stratejik bir risk olarak değerlendirilmektedir (Erdem vd., 2021: 323; Baskaran, 2024). Çünkü yazar, İngiltere’nin 19. yüzyılda kömür üzerindeki hakimiyetiyle elde ettiği gücü ve 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Suudi Arabistan’la birlikte petrol üretimi ve dağıtım güvenliğini sağlayarak kurduğu hegemonyayı vurgulayarak, Çin’in 21. yüzyılda nadir metaller konusunda benzer bir stratejiyle küresel bir güç olmayı hedeflediğini ileri sürmektedir (s. xxv). Aynı zamanda ülkeler, robotikten yapay zekaya, dijitalleşmeden biyoteknolojilere, nano elektronikten otonom araçlara kadar bütün aşamalarda nadir metallerin kritik bir rol oynamasından dolayı fosil yakıtlardan daha büyük bir bağımlılık riski ile karşı karşıyadır. Şu ana kadar nadir metallerin madenden çıkarılmasından işlenmesine kadar bütün aşamalarda baskın olan Çin tekeli karşısında yazar, Batı’nın henüz teslim bayrağını çekmek niyetinde olmadığını ifade etmektedir (s. xxvii). Genel olarak Avrupa merkezci (Eurocentric) ya da Batı merkezci (Western-centric) bir yaklaşımla kaleme alınan bu eserde genel olarak Çin’in nadir toprak elementleri konusundaki adımlarına odaklanılarak bu rekabet ortamında Batılı ülkelerin izlemeleri gereken politikalara işaret edilmiştir. Kitap dokuz ana başlık altında ele alınmıştır.

Birinci bölümde yazar, nadir metallerin özelliklerini, işlevlerini, geçmişten günümüze artan öneminin gerekçelerini ele almaktadır. Bu metallerin taşımış olduğu kimyasal, katalitik ve optik özellikler kara, deniz ve hava taşımacılığı başta olmak üzere birçok alanda gerek duyulan malzeme ve enerjinin temininde kilit bir role sahip olduğunu gerekçeleriyle ortaya koymaktadır. Bu durumu İbranilerin/Musevilerin Sina Çölü’nden çıkışları sırasında hayatta kalmalarını sağlayan ve gökten indirilen kudret helvasına benzeten yazar, bu metallerin günümüz teknolojisinin aradığı çıkış için doğa tarafından sunulan bir “bereket boynuzu” (Cornucopia) olduğunu belirtmektedir (s. 5).

Günümüzün yeşil teknolojileri ve dijital ürünleri için vazgeçilmez hale gelen nadir metaller yerkürenin farklı noktalarındaki maden ocaklarından temin edilmektedir. Genellikle demir, bakır, çinko ve alüminyum gibi yaygın bulunan madenlere bağlı olarak bulunan bu nadir metallerin ayrıştırılabilmesi için daha karmaşık işlemlere ihtiyaç duyulmaktadır (s. 2-5). Bu işlemlerin esnasında gerekli tedbirlerin alınmaması halinde ekolojik felaketlerin yaşanılması ise kaçınılmazdır. Bu bölümde yaşanan çevre felaketlerinden örnek olayları aktaran yazar, Çin (özellikle İç Moğolistan), Kazakistan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Bolivya, Şili, Arjantin ve Güney Afrika gibi ülkelerde nehir ve göllerin kimyasal atıklarla zehirlenmesi, yeraltı su kaynaklarının ve toprağın kullanılamaz hale getirilmesi, kuraklık, bölge insanında kanser vb. hastalıkların yaygınlaşması, ilkel koşullarda madencilik yapılması, çağdaş madencilik yaklaşımlarının göz ardı edilmesi gibi birçok sorunu dile getirmektedir (s. 5-19). Dolayısıyla eserde bir Greenpeace üyesi olan Gonzalo Strano’nun dile getirdiği üzere, her ne kadar yeşil teknoloji ve sıfır karbon gibi hedeflerle yola çıkılsa da mevcut haliyle yaşananların birer yeşil aklama (greenwashing) operasyonu olup olmadığı sorusu masaya yatırılmaktadır (s. 16). Bu sorunun cevabının olumlu olması durumunda, nadir metallere yönelik yeşil aklama yoluyla, işletmeler, teknolojiler veya ürünler aksi etkilere sahip örnekler içerse bile, geleneksel kaynaklara kıyasla daha çevreci oldukları yanılsaması yaratılarak kitleler yanıltılmaktadır (Negiz, 2024: 128). Bu durumda yazar, çevre kirliliğinin önlenmesi için kömür ve petrol gibi fosil yakıtlardan vazgeçerek enerji geçişinde nadir metalleri tercih etmenin doğaya ve insanlığa maliyeti üzerinde durulmasının bir zorunluluk olduğunu dile getirmektedir.

İkinci bölümde yazar, ilk bölümde tanıtmış olduğu nadir toprak elementlerinin işlenmesi neticesinde ulaşılan yeşil ve dijital teknolojilerin “karanlık” tarafını ele almaktadır. Yazara göre bu bölümü kaleme almasının ana gerekçesi “yeşil” olarak nitelendirilen teknolojilerin anlatıldığı kadar yeşil olmama ihtimalidir (s. 25). Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi (UCLA) araştırmacılarının bulgularından örnek veren yazar, bir elektrikli otomobilin üretiminin klasik bir otomobile göre daha fazla enerji tüketimine neden olduğunu belirtmektedir (s. 26-27). Kullanımları açısından kıyaslandığında elektrikli araçlar atmosfere daha az karbon salınımı yapsa da araçların içerisindeki elektronik malzemelerin ekolojik bedeli ve geri dönüşüm süreçlerinin çevresel etkileri gibi hususlar henüz belirsizliğini korumaktadır (s. 27-28). Benzer bir şekilde dijital teknolojilerin daha temiz bir dünyaya kapı aralayacağı beklentisi, bu teknolojilerin üretimi sırasında ortaya çıkan atık malzeme gerçekleriyle örtüşmemektedir. Dijital gereçlerin üretiminin yanında kullanımı da ayrıca bir kirlilik yaratmaktadır. 2011 yılında yapılan bir hesaplamaya göre, ekiyle birlikte bir e-posta gönderilmesi ile harcanan enerji, bir tasarruflu ampulün 12 saatlik elektrik tüketimine eşittir. Günlük 300 milyarı aşkın bir e-posta gönderildiği dikkate alındığında harcanan enerjinin korkunç bir boyutta olduğu görülmektedir (s. 30-31). Yazar yaşanan çelişkiyi şu ifadelerle dile getirmektedir (s. 32):

“Hangi yeşil teknoloji olursa olsun hepsi de toprağı kazıp yere sıradan bir çukur açmakla başlıyor işe. Yeryüzüne yeni bir haraç kesiyor, petrole bağımlılığımızın yerine başka bir bağımlılık, nadir metallere bağımlılığı koyuyoruz.”

Bu nedenle, kirlilik kent merkezlerinden alınarak gözden uzak bölgelere taşınmaktadır (s. 39). Karbon ekonomisi, çevreyi maruz bıraktığı olumsuz etkilerini reddetmemektedir ama yeşil ekonomi neden olduğu kirliliği saklamakta ve faaliyetlerini gelecek nesillere yönelik üstlenilen bir sorumluluk etiketiyle pazarlamaktadır (s. 39). Dolayısıyla nadir metallerle öngörülen dünya, kâğıt üstünde çok cazip iken uygulamaya geçildiğinde teori ile pratik arasındaki makas insanlık ve çevre aleyhine açılmaktadır (s. 40). Yazara göre bu konudaki sorumluluk ise sadece metalleri madenden ayrıştıran ülkelerde olmayıp, bu işlemlere farkında olarak izin veren ve ondan yararlanan Batılı ülkelere de aittir (s. 41).

Üçüncü bölümde, Batılı ülkelerin nadir metallere ilişki yaklaşımına değinilmektedir. Yazar, Batılı ülkelerin kasıtlı olarak nadir metallerin üretimini ve sonrasındaki kirliliği üstlenmediğini ve çevre hassasiyeti taşımayan yoksul ülkelere taşıdığını savunmaktadır (s. 49). Gerek çevre kirliliği ve radyasyon kaynaklı halkın tepkisi, gerek bürokratik baskılar ve yüksek maliyetler nedeniyle Fransa gibi ülkeler nadir metal ihtiyaçlarını temin etmek için Çin ile anlaşmayı tercih etmiştir (s. 57). Bu tercihin dayandığı politika ise 1991 yılında Dünya Bankası Başekonomisti Lawrence Summers’in imzaladığı belirtilen Summers Memo’dan anlaşılmaktadır. Summers, gelişmiş ülkelerdeki çevreyi kirleten sanayi kollarını, kirliliğin nispeten daha düşük yaşandığı ve yoksul olan ülkelere taşımayı (sanayisizleşme-deindustrialization) savunmuştur. Avrupa Birliği (AB)’nin bu düşünceyi destekleyici yasal düzenlemeler yapması ile binlerce kimyasal madde, birlik dışındaki ülkelerden temin edilmeye başlamıştır (s. 57). Sanayisizleşme yaklaşımı, Küresel Kuzey’in yeşil dönüşüm hedefi için Küresel Güney’in doğal kaynaklarının sömürülmesini ifade eden ekolojik emperyalizmi (yeşil emperyalizm, eko-sömürgecilik) çağrıştırdığı için tepki çekmektedir (Akçay, 2024). Bu uygulama ile metallerin bıraktığı kirlilik, Çin gibi ülkelerde kalmaktadır ancak temiz yönü Batılı ülkelerin yeşil ve dijital teknolojilerine itibar kazandırmış olmaktadır. Bu süreç, yazara göre tarihin en büyük yeşil aklama (greenwashing) operasyonudur (s. 59). Bu konu hakkında bir sanayicinin söylemiş olduğu sözler durumu ortaya koymaktadır (s. 59):

"Maden cevherinin hangi koşullarda çıkarıldığı ve rafine edildiğiyle hiç ilgilenmiyorlar. Tek ilgilendikleri şey daha ucuza almak."

Yazara göre, elektronik malzemelerin çevreye verdiği zararın, şirketlerin tamir edilebilir parçalar üretme ve planlı eskitme uygulamaları karşısında bireylerin hem seçmen hem de tüketici olarak harekete geçmemelerinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Şirketlerin karlılık hırsının sınırlandırılabilmesi için toplumsal bir tavra ihtiyaç duyulmaktadır. (s. 60).

Dördüncü bölümde, nadir metal üreticilerinin Batılı ülkelere ambargo uygulaması ve bunun olası riskleri üzerinde durulmaktadır. Uzun yıllar çevresel tahribata neden olan madenlerin üretimini başta Çin olmak üzere, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkelere bırakan Batılı ülkeler, nadir metallerin taşıdığı stratejik değerin farkına vardıklarında üreticilere olan bağımlılıklarının riskli boyuta ulaşmış olduğunu görmüştür (s. 75-76). Çin’in nadir metaller piyasasında küresel bir güç haline gelmesi dünya piyasaları ve jeopolitik dengeler açısından hayati bir önem kazanmıştır. Çin’de herhangi bir elementin üretiminde yaşanan azalma ya da iç talebin artması durumlarında diğer ülkelere sağlanan tedarikte ciddi kesintiler yaşanmakta ve bu durum söz konusu madenlerin fiyatlarına artış olarak yansımaktadır (s. 77). Dünya nadir metal üretiminin neredeyse %100’ünü gerçekleştiren Çin’in, bu durumu uluslararası ilişkilerde silah olarak kullanması ve dünyaya ihracatında her geçen yıl artan oranda kısıtlamaya gitmesi eleştiri konusu olmaktadır (s. 78). Özellikle Japonya ile yaşanan Senkaku (Diaoyu) Adaları anlaşmazlığı, 2010 yılında Çin’in bu ülkeye nadir element ihracatını askıya alarak “dolaylı” ambargo getirmesine neden olmuştur (s. 80). Yaşanan kısıtlamalar ise bu elementlere bağımlı olan Japon endüstrisinde panik yaratmıştır (s. 81). Bu ambargo süreci daha sonra Batılı ülkelere doğru genişletilmiş ve büyük tepki çekmiştir. Dolayısıyla ülkeler nadir elementlere bağımlılık durumlarını gözden geçirmeye başlamışlardır (s. 81). Yükselen milliyetçilikle birlikte Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde de Çin örneğinde olduğu gibi metal sevkiyatında Batı’nın aleyhine bir sürecin işlemesine neden olmuştur (s. 82). Ayrıca maden üreticisi olan ülkelerdeki iç tüketimi önceleme ve çevreci hareketlerin yaygınlaşması durumları da bu süreçte etkili olmaya başlamıştır (s. 86-87).

Üretici ülkelerin nadir metalleri bir koz olarak kullanması da Batılı ülkelerin süreci gözden geçirmesine neden olmuştur. Donald Trump tarafından 2019 yılında Çin’in dev şirketi Huawei’nin Amerika’daki faaliyetlerini yasaklamasına gelen cevap Çin devlet başkanı Xi Jinping’in Jiangxi eyaletinde yer alan nadir metal fabrikasında fotoğraf çektirmesi şeklinde olmuştur. Bu durum ticaret savaşlarının büyümesi halinde nadir element ihracatının bir koz olarak kullanılacağı argümanını desteklemektedir (s. 88). Pekin yönetimi tarafından verilen bu mesaj üzerine Batılı ülkeler harekete geçmiştir (s. 88).

Beşinci bölümde yazar, başta Batılı ülkeler olmak üzere yüksek teknoloji devlerinin liderliği Çin’e nasıl kaptırdıklarını ele almaktadır. Nadir metallerin önemli bir kısmının Çin topraklarında olması birçok ülkenin dikkatlerini buraya yoğunlaştırmasına ve zamanla birçok şirketin ham madde, vergi muafiyeti ve işçilik açısından maliyet avantajı sağlamak amacıyla yatırımlarını Çin’e kaydırmasına neden olmuştur. Bu sayede Çin, 1990’lı yıllara kadar sahip olmadığı teknolojik altyapıya ve teknik bilgiye kavuşmuştur. Çinlilerin teknoloji ve üretim süreçlerini hızlı öğrenmesi ve benimsenmesi ise aradaki gelişmişlik makasının beklenilenden kısa sürede Çin lehine kapanmasını sağlamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde Çin’in bazı alanlarda Batılı ülkelerle boy ölçüşebilecek hale geldiği gözlemlenmiştir. Üretimde maliyetleri düşürme çabası birçok teknolojinin Batılı şirketler tarafından Çin’e gönüllü ya da gönülsüz olarak taşınmasına ve “uyanmakta” olan rakiplerinin teknik bilgi ve işgücü dahil birçok alanda rakiplerinin yardımıyla zenginleşmesine neden olmuştur (s. 100-101). Yazara göre, gelişmekte olan ülkelere ağır sanayi alanında rol biçen Batılı ülkeler, yüksek katma değer sağlayan sektörlerde karlılık hayalleri kurmaktaydı ama nitelikli alanlardaki üretimde de Çin’in gerisinde kalmaya başladılar (s. 101). Düşük maliyetli ham madde tedariğine karşılık teknoloji talebiyle gelen Çin, günümüzde İç Moğolistan örneğinden anlaşılacağı üzere üretimin bütün aşamalarını büyük oranda gerçekleştirebilecek entegre tesislere sahip hale gelmiştir (s. 103). Bu dönüşüm Çin’in nadir metaller açısından öne çıkan Baotou şehrine de yansımıştır. Şehir nadir toprak elementlerinin temin edildiği bir maden bölgesi hüviyetinden çıkarak bu alanın “Silikon Vadisi” haline gelmiştir (s. 105). Çin’in bu deneyimi Güneydoğu Asya (Endonezya, Malezya) ve Afrika (Fas, Afrika Birliği) ülkelerine de örnek olmuştur. Bu ülkeler madencilik alanında bir bakıma finansal milliyetçilik yolunu benimseyerek katma değerden daha büyük pay almayı istemektedirler. Dolayısıyla yasal düzenlemelerle topraklarındaki madenlerin ham madde olarak ihracını yasaklamış ya da kısıtlamışlar ve bu elementlerin ülkelerinde işlenerek satılması konusunda girişimlerde bulunmuşlardır (s. 108-112).

Altıncı bölümde yazar, Çin'in Batı'yı teknolojik açıdan geride bırakmasını ele almıştır. Çin’in nadir metaller konusundaki yaklaşımını diğer teknolojik alanlarda da hayata geçirmeye başladığına dikkat çekilen bu bölümde, Çin’in önce yabancı üreticileri ülkesinde yatırıma ikna ettiği, ardından ortaklıklar (joint ventures) kurduğu ve sonrasında da bu yatırımcıların teknolojilerini ele geçirdiği ifade edilmektedir (s. 121). Çin’in teknolojik açıdan bağımsız bir duruma gelme çabasının arkasındaki hususlara değinen yazar, ülkenin 1960’larda Sovyetlerle girdiği anlaşmazlık neticesinde Sovyetlerin ağır sanayideki teknik desteğini geri çekmesi ve 1989’da Amerikan silah ambargosu uygulamalarıyla kendi kendine yeterli olma amacına odaklanmasına neden olmuştur (s. 123). Yazara göre, bilimsel araştırmalarda Batılı ülkeleri geride bırakmaya başlayan Çin’in nadir metallerdeki hakimiyeti ile dünya lideri olmaya çalıştığı görülmektedir (s. 124). Çin’in teknolojik alanda mesafe kat etmesi çevrecilik açısından da olumlu gelişmelere kapı aralamıştır. Bu kapsamda Çin’in yeşil enerji üretiminde liderliğe oturması, yeni enerjileri kullanan araçların üretilmesi, çevreci yeşil kent ağının kurulması bu gelişmelerden birkaçıdır (s. 125). Nihai aşamada Çin’in nadir metaller ve yeşil teknolojilerin üretiminde olduğu gibi yeşil sanayi sektöründe de lider olmayı hedeflediği dile getirilmektedir (s. 126).

Yedinci bölümde yazar, savunma sanayi ve nadir toprak elementleri arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. ABD’nin nadir metaller alanındaki üretim faaliyetlerinin büyük bir kısmını Çinli şirketlere devretmesi (Magnequench şirketinin satılması vb.), askeri alanda birçok soru işareti oluşturmaya başlamıştır. Nadir metallerden üretilen mıknatısların savunma sanayisinde kullanılıyor olması, ürünlerin herhangi bir casus yazılım içermemesi için bu maddelerin yerli teknoloji olması beklentisini artırmıştır. Ancak F-35 savaş uçağı gibi prestijli projelerde bile Çin mıknatısından vazgeçilememesi ve yasaya istisna konulması, ABD’nin nadir metaller konusundaki bağımlılık derecesini açığa çıkarmış ve yerli üretim konusunda yeni adımlar atmasına neden olmuştur (s. 139-154).

Sekizinci bölümde yazar, dünyada madencilik çalışmalarının yaşadığı genişleme üzerinden bir gelecek projeksiyonunda bulunmaktadır. Ülkelerin yeşil ve dijitale geçiş çabalarının nadir toprak elementlerine yönelik ihtiyacı artırması, bu madenleri tedarik eden ülkelere olan bağımlılığı artırmıştır. Başta Çin olmak üzere bu ülkelerin nadir metalleri uluslararası ilişkilerde bir pazarlık kozuna dönüştürmesi, fiyatlara keyfi müdahalede bulunması ABD ve AB ülkelerinin daha önce askıya aldığı madencilik faaliyetlerine yeniden ağırlık vermesine neden olmuştur. Petrol devletlerinin çağı sonrasında nadir metallere hükmeden elektro-devletlerin etkili olacağı bir çağın geleceği beklentisi ülkeleri yeni bir yarışa sokmuştur (s. 159-172). Karbon salınımını en aza indirmek için elektrik enerjisi odaklı bir yeşil dönüşümün benimsenmesi nadir elementlere olan ilgiyi artırırken, bu elementlerin diğer madenlere kıyasla yer küresinde daha kısıtlı miktarda bulunması ülkelerin çözmeleri gereken bir sorun olarak görülmektedir. Bu sorunun çözülmesi için nadir metal diplomasisi ile ülkeler arası iş birlikleri kurulmaya başlanmıştır. Yazara göre, bu madenlerin tedariğinde Çin’e olan bağımlılığın azaltılması çabalarının evrileceği yön, geleceğin rekabetçi ortamının kazananını belirleyecektir (s. 172-177).

Dokuzuncu ve son bölümde ise yazar, yeşil dönüşüm ve dijitalleşme için gerekli olan enerji kaynaklarına ulaşma çabalarının gideceği noktaları ele almıştır. Artık madencilikte yeni istikamet karalar, denizler ve okyanusların altı olmuştur ama uzaydaki kaynaklar da bu paylaşımdan geri kalmamıştır. Nadir toprak elementlerinin diğer metallere göre kısıtlı bir varlığa sahip olması, dijitalleşme ve yeşil teknoloji açısından ihtiyaç duyulacak enerji miktarının garanti altına alınması için ülkeleri yeni bir rekabet ortamına sokmuştur. Yeniden sanayileşme (reindustrialization) akımıyla birlikte maden çıkarılabilecek her alan, ülkeler arasında paylaşım konusu haline gelmiştir. Ancak denizaltında ya da uzaydaki bu faaliyetlerin muhtemel ekolojik etkileri hususunda bir belirsizliğin söz konusu olması yazarın dikkat çektiği noktalardan birisidir (s. 185-197). Mevcut süreçte, kapitalizmin bu yeni yarışından göktaşları da geri bırakılmamış, onlar için de bir fiyat belirlenmiştir. Aynı zamanda uzay madenciliğine odaklanan şirketlerin kurulması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Kurulan şirketlerden bir tanesi uzayın ticarileştirilmesi ütopyasının gerçekleşmesi için Silikon Vadisi’nde faaliyetlerine başlamıştır (s. 197-198). Enerji geçişi ve dijitalleşmeyi savunan kesimlerin bu sayede insanın çevre üzerindeki etkisinin azalacağı tezleri ise bu yeni maden kolonileştirme mücadelesinden hareketle şimdiden temelsiz kalmış görünmektedir. İnsanlık, gelecek kaygısıyla ekosistemler üzerinde topyekûn bir nüfuz hareketine odaklanmış bir vaziyettedir (s. 199).

Sonuç olarak, insanlığın balina yağlarından başlayarak petrol ürünlerine ve sonrasında nadir toprak elementlerine doğru evrilen enerji kaynağı arayış serencamını ele alan yazar, yeşil dönüşüm ve sıfır karbon gibi iyi niyetli girişimlerin ülkeleri getirdiği noktayı artı ve eksileriyle ortaya koymaktadır. Petrol ve türevlerinin yerine ikame edilmesi planlanan nadir metalleri Çin’in yeni dönemdeki küresel emellerine hizmet için araçsallaştırma çabası ABD, AB ve Japonya gibi farklı kesimleri endişeye sevk etmiştir. Nadir metallerin bir yaptırım aracına dönüşmesi halinde küresel tedarik zincirinin yaşayabileceği krizleri öngören ülkeler, askıya aldıkları madencilik faaliyetlerine devam etme kararı almıştır. Yeşil teknolojiler ve dijitalleşme için hayati rol oynayan nadir toprak elementlerinin üretim ve işleme aşamalarının çevre dostu sonuçlar vermemesini örnekleriyle ortaya koyan yazar, ham maddenin çıkarıldığı toprakları ve doğayı tahrip etmeyen yöntemler üzerinde durulması gerekliliğine işaret etmektedir. Enerjinin ve teknolojinin başta ulaşım ve iletişim olmak üzere insan hayatının her noktasını kuşattığı dikkate alınırsa nadir metallerin gündemimizi uzun bir süre meşgul edeceği anlaşılmaktadır. Bu yönüyle eser, yeşil dönüşüm alanında çalışan araştırmacılar ve politika yapıcılar için güncel bir rehber özelliği taşımaktadır.

 

 

Kaynakça

 Akçay, Ü. (2024). Ekolojik Emperyalizm, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekolojik-emperyalizm-makale-1733232

Baskaran, G. (2024). What China’s Ban on Rare Earths Processing Technology Exports Means. Center for Strategic and International Studies, https://www.csis.org/analysis/what-chinas-ban-rare-earths-processing-technology-exports-means

Erdem, A., Babuçcuoğlu, Y., Güneş, H., Obuz, H. E., vd. (2021). Nadir Toprak Minerallerinin Fiziksel Ayrılması ve Flotasyonu: Derleme. International Journal of Pure and Applied Sciences, 7(2), 321-345. https://doi.org/10.29132/ijpas.922811

Gulley, A. L. (2024). The development of china’s monopoly over cobalt battery materials. Mineral Economics, 37(3), 619-631. https://doi.org/10.1007/s13563-024-00447-w

Musaoğlu, E. (2021). Dünyada ‘Nadir Metaller’ Savaşı, Herkese Bilim Teknoloji, https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/erdal-musoglu/dunyada-nadir-metaller-savasi

Nagy, E., Al-Jurani, H., & Xydis, G. (2024). Will the EU Have Enough Minerals To Drive Their Electric Dreams by 2030?. The Extractive Industries and Society, 20, 101556. https://doi.org/10.1016/j.exis.2024.101556

Negiz, M. (2024). Yeşil Girişimciliğin Karanlık Yönü: Greenwashing. Yönetim ve Organizasyon Alanında Uluslararası Araştırmalar-I (pp.127-142), Konya: Eğitim Yayınevi. https://works.bepress.com/muhammet-negiz/137/download/

Kitap İncelemesi
 BibTex  RIS  Kaynak Göster

Nadir Metaller Savaşı: Enerji Geçişinin ve Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü

 Yıl 2024, Cilt: 6 Sayı: 2, 297 - 307, 31.12.2024

Öz

Çevresel sürdürülebilirlik odaklı yeni bir anlayış benimsemeye çalışan günümüz dünyasında, karbon ayak izinin azaltılması, doğal kaynakların ve ekosistemin korunması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu doğrultuda, geleneksel yaklaşımlar terk edilmekte; yeşil işletmecilik, yeşil girişimcilik, yeşil şehircilik, yeşil enerji, yeşil binalar, yeşil finans, yeşil pazarlama, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, yeşil tarım, yeşil ulaştırma, yeşil sağlık hizmetleri, yeşil turizm, yeşil yatırım, yeşil eğitim, yeşil mimari ve yeşil politika gibi çevre dostu yaklaşımlar öncelik kazanmaktadır. Bu değişim, atmosfere yayılan karbondioksit salınımının azaltılması ve uzun vadede sıfır karbon hedefine ulaşılması amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, fosil yakıtlar yerine daha çevreci enerji kaynaklarının tercih edilmesi bir öncelik haline gelmiştir. Dijitalleşmenin ve yeşil enerjiye geçişin eş zamanlı yaşandığı bu dönemde, nadir toprak elementleri ülkelerin rekabet gündeminde giderek daha önemli bir konu haline gelmektedir. Bu eserde yazar Guillaume Pitron, nadir metallerin geçmişten günümüze yaşamış olduğu kullanım sürecini, başta Çin olmak üzere dünya ülkelerinin bu elementlere bakışını, kaynaklar ve üretim üzerinden süregiden ticaret savaşlarını, her biri ayrı bir öneme sahip olan bu madenlerin paylaşımını ve madenlerin işlenmesi aşamalarında çevresel açıdan yaratılan riskleri kapsamlı bir şekilde ele almaktadır. Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar geniş bir alanda saha incelemelerinde bulunan ve uzmanlarla görüşmeler yapan yazar, nadir toprak elementleri konusunda ülkelerin önündeki senaryoları ortaya koymuştur.

Kaynakça

  • Akçay, Ü. (2024). Ekolojik Emperyalizm, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekolojik-emperyalizm-makale-1733232
  • Baskaran, G. (2024). What China’s Ban on Rare Earths Processing Technology Exports Means. Center for Strategic and International Studies, https://www.csis.org/analysis/what-chinas-ban-rare-earths-processing-technology-exports-means
  • Erdem, A., Babuçcuoğlu, Y., Güneş, H., Obuz, H. E., vd. (2021). Nadir Toprak Minerallerinin Fiziksel Ayrılması ve Flotasyonu: Derleme. International Journal of Pure and Applied Sciences, 7(2), 321-345. https://doi.org/10.29132/ijpas.922811
  • Gulley, A. L. (2024). The development of china’s monopoly over cobalt battery materials. Mineral Economics, 37(3), 619-631. https://doi.org/10.1007/s13563-024-00447-w
  • Musaoğlu, E. (2021). Dünyada ‘Nadir Metaller’ Savaşı, Herkese Bilim Teknoloji, https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/erdal-musoglu/dunyada-nadir-metaller-savasi
  • Nagy, E., Al-Jurani, H., & Xydis, G. (2024). Will the EU Have Enough Minerals To Drive Their Electric Dreams by 2030?. The Extractive Industries and Society, 20, 101556. https://doi.org/10.1016/j.exis.2024.101556
  • Negiz, M. (2024). Yeşil Girişimciliğin Karanlık Yönü: Greenwashing. Yönetim ve Organizasyon Alanında Uluslararası Araştırmalar-I (pp.127-142), Konya: Eğitim Yayınevi. https://works.bepress.com/muhammet-negiz/137/download/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Popüler Yayınlar

Son 1 Yılın Popüler Yayınları