NADİR METALLER SAVAŞI: ENERJİ GEÇİŞİNİN VE DİJİTALLEŞMENİN KARANLIK YÜZÜ
Guillaume Pitron
(Çev: Alp
Tümertekin)
(İstanbul,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024, xxx+265 s., ISBN: 978-625-429-857-8)
Kitap değerlendirme: Negiz, M. (2024). Nadir Metaller Savaşı: Enerji Geçişinin ve Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü. Novus Orbis: Siyaset Bilimi Ve Uluslararası İlişkiler Dergisi, 6(2), 297-307.
Yazar tarafından ilk olarak 2018 yılında Fransızca (La
Guerre Des Métaux Rares: La Face Cachée De La Transition Énergétique Et
Numérique) yayımlanan bu eser, İspanyolca (2018), İtalyanca (2019) ve
İngilizce (2020) nüshalarının ardından 2024 yılında da güncellenmiş haliyle
Türkçe olarak basılmıştır. On bir dile çevrilen eserin geniş bir ilgi
görmesinin nedeni, nadir metallere bütüncül bir perspektiften yaklaşılmasıdır.
"AB, 2030 yılına kadar elektrikli araç dönüşümünü gerçekleştirebilecek
mi?" ve "Çin’in madencilikteki tekel konumu" gibi
konular başta olmak üzere, nadir metallerin tedarik edilmesi, işlenmesi, üretim
süreçleri ve bu süreçlerin çevresel etkileri üzerine yapılan akademik
çalışmaların (Nagy vd., 2024; Gulley, 2024) kapsamlı bir değerlendirmesini
sunan eser, nadir toprak elementleri alanında süregelen küresel rekabeti Batılı
ülkelerin bugünü üzerinden geleceğe yönelik olarak sorgulamaktadır.
Çağımızın dijitalleşen dünyasında her geçen gün önemi ve rolü
artan “nadir metaller”, ülkelerin ve şirketlerin ajandasında da
öncelikli hale gelmiştir. Bu metaller, işlenmeleriyle sağlanan enerjinin aynı
miktardaki kömür ve petrol ile kıyas götürmeyecek kadar büyük olması ve
kullanımları esnasında doğaya karbon gazı salınımının olmaması nedeniyle yazar
tarafından “yeşil kapitalizmin anahtarı” olarak sunulmaktadır (s. xxi). Avrupa Parlamentosu tarafından yapılan
düzenleme (2023) ile Birlik çatısı altında satılacak otomobillerin 2035
yılından itibaren tamamen elektrikli olmasının zorunlu kılınması ve bu araçlar
için gerekli olan pil ihtiyacı, aktörlerin nadir elementlere odaklanmasını
vazgeçilmez hale getirmiştir (s. xxiii). Bu metaller, nadir toprak
elementleri (Rare Earth Elements) ya da “endüstrinin vitaminleri”
olarak da adlandırılmaktadır (Musaoğlu, 2021). Teknolojik yenilikler ve yeşil
teknolojinin (green tech) geliştirilmesinde kritik bir rol oynayan bu
metallerin dünya rezervlerinin %60'ının Çin tarafından üretilmesi ve neredeyse
%90'ının Çin'de işlenmesi (diğer ülkelerden ithal edilen nadir toprak
elementleri de dahil) Batılı perspektiften stratejik bir risk olarak
değerlendirilmektedir (Erdem vd., 2021: 323; Baskaran, 2024). Çünkü yazar,
İngiltere’nin 19. yüzyılda kömür üzerindeki hakimiyetiyle elde ettiği gücü ve
20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Suudi Arabistan’la birlikte
petrol üretimi ve dağıtım güvenliğini sağlayarak kurduğu hegemonyayı
vurgulayarak, Çin’in 21. yüzyılda nadir metaller konusunda benzer bir
stratejiyle küresel bir güç olmayı hedeflediğini ileri sürmektedir (s. xxv).
Aynı zamanda ülkeler, robotikten yapay zekaya, dijitalleşmeden biyoteknolojilere,
nano elektronikten otonom araçlara kadar bütün aşamalarda nadir metallerin
kritik bir rol oynamasından dolayı fosil yakıtlardan daha büyük bir bağımlılık
riski ile karşı karşıyadır. Şu ana kadar nadir metallerin madenden çıkarılmasından
işlenmesine kadar bütün aşamalarda baskın olan Çin tekeli karşısında yazar,
Batı’nın henüz teslim bayrağını çekmek niyetinde olmadığını ifade etmektedir (s.
xxvii). Genel olarak Avrupa merkezci (Eurocentric) ya da Batı merkezci
(Western-centric) bir yaklaşımla kaleme alınan bu eserde genel olarak Çin’in
nadir toprak elementleri konusundaki adımlarına odaklanılarak bu rekabet
ortamında Batılı ülkelerin izlemeleri gereken politikalara işaret edilmiştir. Kitap
dokuz ana başlık altında ele alınmıştır.
Birinci bölümde yazar, nadir metallerin özelliklerini,
işlevlerini, geçmişten günümüze artan öneminin gerekçelerini ele almaktadır. Bu
metallerin taşımış olduğu kimyasal, katalitik ve optik özellikler kara, deniz
ve hava taşımacılığı başta olmak üzere birçok alanda gerek duyulan malzeme ve
enerjinin temininde kilit bir role sahip olduğunu gerekçeleriyle ortaya
koymaktadır. Bu durumu İbranilerin/Musevilerin Sina Çölü’nden çıkışları
sırasında hayatta kalmalarını sağlayan ve gökten indirilen kudret helvasına benzeten
yazar, bu metallerin günümüz teknolojisinin aradığı çıkış için doğa tarafından
sunulan bir “bereket boynuzu” (Cornucopia) olduğunu belirtmektedir (s. 5).
Günümüzün yeşil teknolojileri ve dijital ürünleri için
vazgeçilmez hale gelen nadir metaller yerkürenin farklı noktalarındaki maden
ocaklarından temin edilmektedir. Genellikle demir, bakır, çinko ve alüminyum
gibi yaygın bulunan madenlere bağlı olarak bulunan bu nadir metallerin
ayrıştırılabilmesi için daha karmaşık işlemlere ihtiyaç duyulmaktadır (s. 2-5).
Bu işlemlerin esnasında gerekli tedbirlerin alınmaması halinde ekolojik
felaketlerin yaşanılması ise kaçınılmazdır. Bu bölümde yaşanan çevre
felaketlerinden örnek olayları aktaran yazar, Çin (özellikle İç Moğolistan),
Kazakistan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Bolivya, Şili, Arjantin ve Güney
Afrika gibi ülkelerde nehir ve göllerin kimyasal atıklarla zehirlenmesi,
yeraltı su kaynaklarının ve toprağın kullanılamaz hale getirilmesi, kuraklık,
bölge insanında kanser vb. hastalıkların yaygınlaşması, ilkel koşullarda
madencilik yapılması, çağdaş madencilik yaklaşımlarının göz ardı edilmesi gibi
birçok sorunu dile getirmektedir (s. 5-19). Dolayısıyla eserde bir Greenpeace
üyesi olan Gonzalo Strano’nun dile getirdiği üzere, her ne kadar yeşil
teknoloji ve sıfır karbon gibi hedeflerle yola çıkılsa da mevcut haliyle
yaşananların birer yeşil aklama (greenwashing) operasyonu olup olmadığı sorusu
masaya yatırılmaktadır (s. 16). Bu sorunun cevabının olumlu olması durumunda,
nadir metallere yönelik yeşil aklama yoluyla, işletmeler, teknolojiler veya
ürünler aksi etkilere sahip örnekler içerse bile, geleneksel kaynaklara kıyasla
daha çevreci oldukları yanılsaması yaratılarak kitleler yanıltılmaktadır (Negiz,
2024: 128). Bu durumda yazar, çevre kirliliğinin önlenmesi için kömür ve petrol
gibi fosil yakıtlardan vazgeçerek enerji geçişinde nadir metalleri tercih
etmenin doğaya ve insanlığa maliyeti üzerinde durulmasının bir zorunluluk
olduğunu dile getirmektedir.
İkinci bölümde yazar, ilk bölümde tanıtmış olduğu nadir toprak
elementlerinin işlenmesi neticesinde ulaşılan yeşil ve dijital teknolojilerin
“karanlık” tarafını ele almaktadır. Yazara göre bu bölümü kaleme almasının ana
gerekçesi “yeşil” olarak nitelendirilen teknolojilerin anlatıldığı kadar yeşil
olmama ihtimalidir (s. 25). Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi (UCLA)
araştırmacılarının bulgularından örnek veren yazar, bir elektrikli otomobilin
üretiminin klasik bir otomobile göre daha fazla enerji tüketimine neden
olduğunu belirtmektedir (s. 26-27). Kullanımları açısından kıyaslandığında
elektrikli araçlar atmosfere daha az karbon salınımı yapsa da araçların
içerisindeki elektronik malzemelerin ekolojik bedeli ve geri dönüşüm
süreçlerinin çevresel etkileri gibi hususlar henüz belirsizliğini korumaktadır
(s. 27-28). Benzer bir şekilde dijital teknolojilerin daha temiz bir dünyaya
kapı aralayacağı beklentisi, bu teknolojilerin üretimi sırasında ortaya çıkan
atık malzeme gerçekleriyle örtüşmemektedir. Dijital gereçlerin üretiminin
yanında kullanımı da ayrıca bir kirlilik yaratmaktadır. 2011 yılında yapılan
bir hesaplamaya göre, ekiyle birlikte bir e-posta gönderilmesi ile harcanan
enerji, bir tasarruflu ampulün 12 saatlik elektrik tüketimine eşittir. Günlük
300 milyarı aşkın bir e-posta gönderildiği dikkate alındığında harcanan
enerjinin korkunç bir boyutta olduğu görülmektedir (s. 30-31). Yazar yaşanan
çelişkiyi şu ifadelerle dile getirmektedir (s. 32):
“Hangi yeşil teknoloji olursa olsun hepsi
de toprağı kazıp yere sıradan bir çukur açmakla başlıyor işe. Yeryüzüne yeni
bir haraç kesiyor, petrole bağımlılığımızın yerine başka bir bağımlılık, nadir
metallere bağımlılığı koyuyoruz.”
Bu nedenle, kirlilik kent merkezlerinden alınarak gözden uzak
bölgelere taşınmaktadır (s. 39). Karbon ekonomisi, çevreyi maruz bıraktığı
olumsuz etkilerini reddetmemektedir ama yeşil ekonomi neden olduğu kirliliği
saklamakta ve faaliyetlerini gelecek nesillere yönelik üstlenilen bir
sorumluluk etiketiyle pazarlamaktadır (s. 39). Dolayısıyla nadir metallerle
öngörülen dünya, kâğıt üstünde çok cazip iken uygulamaya geçildiğinde teori ile
pratik arasındaki makas insanlık ve çevre aleyhine açılmaktadır (s. 40). Yazara
göre bu konudaki sorumluluk ise sadece metalleri madenden ayrıştıran ülkelerde
olmayıp, bu işlemlere farkında olarak izin veren ve ondan yararlanan Batılı
ülkelere de aittir (s. 41).
Üçüncü bölümde, Batılı ülkelerin nadir metallere ilişki
yaklaşımına değinilmektedir. Yazar, Batılı ülkelerin kasıtlı olarak nadir
metallerin üretimini ve sonrasındaki kirliliği üstlenmediğini ve çevre
hassasiyeti taşımayan yoksul ülkelere taşıdığını savunmaktadır (s. 49). Gerek
çevre kirliliği ve radyasyon kaynaklı halkın tepkisi, gerek bürokratik baskılar
ve yüksek maliyetler nedeniyle Fransa gibi ülkeler nadir metal ihtiyaçlarını
temin etmek için Çin ile anlaşmayı tercih etmiştir (s. 57). Bu tercihin dayandığı
politika ise 1991 yılında Dünya Bankası Başekonomisti Lawrence Summers’in
imzaladığı belirtilen Summers Memo’dan anlaşılmaktadır. Summers, gelişmiş
ülkelerdeki çevreyi kirleten sanayi kollarını, kirliliğin nispeten daha düşük
yaşandığı ve yoksul olan ülkelere taşımayı (sanayisizleşme-deindustrialization)
savunmuştur. Avrupa Birliği (AB)’nin bu düşünceyi destekleyici yasal
düzenlemeler yapması ile binlerce kimyasal madde, birlik dışındaki ülkelerden
temin edilmeye başlamıştır (s. 57). Sanayisizleşme yaklaşımı, Küresel Kuzey’in
yeşil dönüşüm hedefi için Küresel Güney’in doğal kaynaklarının sömürülmesini
ifade eden ekolojik emperyalizmi (yeşil emperyalizm, eko-sömürgecilik)
çağrıştırdığı için tepki çekmektedir (Akçay, 2024). Bu uygulama ile metallerin
bıraktığı kirlilik, Çin gibi ülkelerde kalmaktadır ancak temiz yönü Batılı
ülkelerin yeşil ve dijital teknolojilerine itibar kazandırmış olmaktadır. Bu
süreç, yazara göre tarihin en büyük yeşil aklama (greenwashing) operasyonudur (s.
59). Bu konu hakkında bir sanayicinin söylemiş olduğu sözler durumu ortaya
koymaktadır (s. 59):
"Maden cevherinin hangi koşullarda
çıkarıldığı ve rafine edildiğiyle hiç ilgilenmiyorlar. Tek ilgilendikleri şey
daha ucuza almak."
Yazara göre, elektronik malzemelerin çevreye verdiği zararın,
şirketlerin tamir edilebilir parçalar üretme ve planlı eskitme uygulamaları
karşısında bireylerin hem seçmen hem de tüketici olarak harekete geçmemelerinin
de önemli bir rolü bulunmaktadır. Şirketlerin karlılık hırsının
sınırlandırılabilmesi için toplumsal bir tavra ihtiyaç duyulmaktadır. (s. 60).
Dördüncü bölümde, nadir metal üreticilerinin Batılı ülkelere
ambargo uygulaması ve bunun olası riskleri üzerinde durulmaktadır. Uzun yıllar
çevresel tahribata neden olan madenlerin üretimini başta Çin olmak üzere, Kongo
Demokratik Cumhuriyeti, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkelere bırakan Batılı
ülkeler, nadir metallerin taşıdığı stratejik değerin farkına vardıklarında
üreticilere olan bağımlılıklarının riskli boyuta ulaşmış olduğunu görmüştür (s.
75-76). Çin’in nadir metaller piyasasında küresel bir güç haline gelmesi dünya
piyasaları ve jeopolitik dengeler açısından hayati bir önem kazanmıştır. Çin’de
herhangi bir elementin üretiminde yaşanan azalma ya da iç talebin artması
durumlarında diğer ülkelere sağlanan tedarikte ciddi kesintiler yaşanmakta ve
bu durum söz konusu madenlerin fiyatlarına artış olarak yansımaktadır (s. 77).
Dünya nadir metal üretiminin neredeyse %100’ünü gerçekleştiren Çin’in, bu
durumu uluslararası ilişkilerde silah olarak kullanması ve dünyaya ihracatında
her geçen yıl artan oranda kısıtlamaya gitmesi eleştiri konusu olmaktadır (s. 78).
Özellikle Japonya ile yaşanan Senkaku (Diaoyu) Adaları anlaşmazlığı, 2010
yılında Çin’in bu ülkeye nadir element ihracatını askıya alarak “dolaylı”
ambargo getirmesine neden olmuştur (s. 80). Yaşanan kısıtlamalar ise bu
elementlere bağımlı olan Japon endüstrisinde panik yaratmıştır (s. 81). Bu
ambargo süreci daha sonra Batılı ülkelere doğru genişletilmiş ve büyük tepki
çekmiştir. Dolayısıyla ülkeler nadir elementlere bağımlılık durumlarını gözden
geçirmeye başlamışlardır (s. 81). Yükselen milliyetçilikle birlikte Asya,
Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde de Çin örneğinde olduğu gibi metal
sevkiyatında Batı’nın aleyhine bir sürecin işlemesine neden olmuştur (s. 82).
Ayrıca maden üreticisi olan ülkelerdeki iç tüketimi önceleme ve çevreci
hareketlerin yaygınlaşması durumları da bu süreçte etkili olmaya başlamıştır (s.
86-87).
Üretici ülkelerin nadir metalleri bir koz olarak kullanması da
Batılı ülkelerin süreci gözden geçirmesine neden olmuştur. Donald Trump
tarafından 2019 yılında Çin’in dev şirketi Huawei’nin Amerika’daki
faaliyetlerini yasaklamasına gelen cevap Çin devlet başkanı Xi Jinping’in
Jiangxi eyaletinde yer alan nadir metal fabrikasında fotoğraf çektirmesi
şeklinde olmuştur. Bu durum ticaret savaşlarının büyümesi halinde nadir element
ihracatının bir koz olarak kullanılacağı argümanını desteklemektedir (s. 88).
Pekin yönetimi tarafından verilen bu mesaj üzerine Batılı ülkeler harekete
geçmiştir (s. 88).
Beşinci bölümde yazar, başta Batılı ülkeler olmak üzere yüksek
teknoloji devlerinin liderliği Çin’e nasıl kaptırdıklarını ele almaktadır.
Nadir metallerin önemli bir kısmının Çin topraklarında olması birçok ülkenin
dikkatlerini buraya yoğunlaştırmasına ve zamanla birçok şirketin ham madde,
vergi muafiyeti ve işçilik açısından maliyet avantajı sağlamak amacıyla
yatırımlarını Çin’e kaydırmasına neden olmuştur. Bu sayede Çin, 1990’lı yıllara
kadar sahip olmadığı teknolojik altyapıya ve teknik bilgiye kavuşmuştur.
Çinlilerin teknoloji ve üretim süreçlerini hızlı öğrenmesi ve benimsenmesi ise
aradaki gelişmişlik makasının beklenilenden kısa sürede Çin lehine kapanmasını
sağlamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde Çin’in bazı alanlarda Batılı
ülkelerle boy ölçüşebilecek hale geldiği gözlemlenmiştir. Üretimde maliyetleri
düşürme çabası birçok teknolojinin Batılı şirketler tarafından Çin’e gönüllü ya
da gönülsüz olarak taşınmasına ve “uyanmakta” olan rakiplerinin teknik bilgi ve
işgücü dahil birçok alanda rakiplerinin yardımıyla zenginleşmesine neden
olmuştur (s. 100-101). Yazara göre, gelişmekte olan ülkelere ağır sanayi
alanında rol biçen Batılı ülkeler, yüksek katma değer sağlayan sektörlerde
karlılık hayalleri kurmaktaydı ama nitelikli alanlardaki üretimde de Çin’in
gerisinde kalmaya başladılar (s. 101). Düşük maliyetli ham madde tedariğine
karşılık teknoloji talebiyle gelen Çin, günümüzde İç Moğolistan örneğinden
anlaşılacağı üzere üretimin bütün aşamalarını büyük oranda gerçekleştirebilecek
entegre tesislere sahip hale gelmiştir (s. 103). Bu dönüşüm Çin’in nadir
metaller açısından öne çıkan Baotou şehrine de yansımıştır. Şehir nadir toprak
elementlerinin temin edildiği bir maden bölgesi hüviyetinden çıkarak bu alanın
“Silikon Vadisi” haline gelmiştir (s. 105). Çin’in bu deneyimi Güneydoğu Asya
(Endonezya, Malezya) ve Afrika (Fas, Afrika Birliği) ülkelerine de örnek
olmuştur. Bu ülkeler madencilik alanında bir bakıma finansal milliyetçilik
yolunu benimseyerek katma değerden daha büyük pay almayı istemektedirler. Dolayısıyla
yasal düzenlemelerle topraklarındaki madenlerin ham madde olarak ihracını
yasaklamış ya da kısıtlamışlar ve bu elementlerin ülkelerinde işlenerek
satılması konusunda girişimlerde bulunmuşlardır (s. 108-112).
Altıncı bölümde yazar, Çin'in Batı'yı teknolojik açıdan geride
bırakmasını ele almıştır. Çin’in nadir metaller konusundaki yaklaşımını diğer
teknolojik alanlarda da hayata geçirmeye başladığına dikkat çekilen bu bölümde,
Çin’in önce yabancı üreticileri ülkesinde yatırıma ikna ettiği, ardından
ortaklıklar (joint ventures) kurduğu ve sonrasında da bu yatırımcıların
teknolojilerini ele geçirdiği ifade edilmektedir (s. 121). Çin’in teknolojik
açıdan bağımsız bir duruma gelme çabasının arkasındaki hususlara değinen yazar,
ülkenin 1960’larda Sovyetlerle girdiği anlaşmazlık neticesinde Sovyetlerin ağır
sanayideki teknik desteğini geri çekmesi ve 1989’da Amerikan silah ambargosu
uygulamalarıyla kendi kendine yeterli olma amacına odaklanmasına neden olmuştur
(s. 123). Yazara göre, bilimsel araştırmalarda Batılı ülkeleri geride bırakmaya
başlayan Çin’in nadir metallerdeki hakimiyeti ile dünya lideri olmaya çalıştığı
görülmektedir (s. 124). Çin’in teknolojik alanda mesafe kat etmesi çevrecilik
açısından da olumlu gelişmelere kapı aralamıştır. Bu kapsamda Çin’in yeşil
enerji üretiminde liderliğe oturması, yeni enerjileri kullanan araçların
üretilmesi, çevreci yeşil kent ağının kurulması bu gelişmelerden birkaçıdır (s.
125). Nihai aşamada Çin’in nadir metaller ve yeşil teknolojilerin üretiminde
olduğu gibi yeşil sanayi sektöründe de lider olmayı hedeflediği dile
getirilmektedir (s. 126).
Yedinci bölümde yazar, savunma sanayi ve nadir toprak
elementleri arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. ABD’nin nadir metaller
alanındaki üretim faaliyetlerinin büyük bir kısmını Çinli şirketlere devretmesi
(Magnequench şirketinin satılması vb.), askeri alanda birçok soru işareti
oluşturmaya başlamıştır. Nadir metallerden üretilen mıknatısların savunma
sanayisinde kullanılıyor olması, ürünlerin herhangi bir casus yazılım
içermemesi için bu maddelerin yerli teknoloji olması beklentisini artırmıştır.
Ancak F-35 savaş uçağı gibi prestijli projelerde bile Çin mıknatısından
vazgeçilememesi ve yasaya istisna konulması, ABD’nin nadir metaller konusundaki
bağımlılık derecesini açığa çıkarmış ve yerli üretim konusunda yeni adımlar
atmasına neden olmuştur (s. 139-154).
Sekizinci bölümde yazar, dünyada madencilik çalışmalarının
yaşadığı genişleme üzerinden bir gelecek projeksiyonunda bulunmaktadır.
Ülkelerin yeşil ve dijitale geçiş çabalarının nadir toprak elementlerine
yönelik ihtiyacı artırması, bu madenleri tedarik eden ülkelere olan bağımlılığı
artırmıştır. Başta Çin olmak üzere bu ülkelerin nadir metalleri uluslararası
ilişkilerde bir pazarlık kozuna dönüştürmesi, fiyatlara keyfi müdahalede
bulunması ABD ve AB ülkelerinin daha önce askıya aldığı madencilik faaliyetlerine
yeniden ağırlık vermesine neden olmuştur. Petrol devletlerinin çağı sonrasında
nadir metallere hükmeden elektro-devletlerin etkili olacağı bir çağın geleceği
beklentisi ülkeleri yeni bir yarışa sokmuştur (s. 159-172). Karbon salınımını
en aza indirmek için elektrik enerjisi odaklı bir yeşil dönüşümün benimsenmesi
nadir elementlere olan ilgiyi artırırken, bu elementlerin diğer madenlere
kıyasla yer küresinde daha kısıtlı miktarda bulunması ülkelerin çözmeleri
gereken bir sorun olarak görülmektedir. Bu sorunun çözülmesi için nadir metal
diplomasisi ile ülkeler arası iş birlikleri kurulmaya başlanmıştır. Yazara
göre, bu madenlerin tedariğinde Çin’e olan bağımlılığın azaltılması çabalarının
evrileceği yön, geleceğin rekabetçi ortamının kazananını belirleyecektir (s. 172-177).
Dokuzuncu ve son bölümde ise yazar, yeşil dönüşüm ve
dijitalleşme için gerekli olan enerji kaynaklarına ulaşma çabalarının gideceği
noktaları ele almıştır. Artık madencilikte yeni istikamet karalar, denizler ve
okyanusların altı olmuştur ama uzaydaki kaynaklar da bu paylaşımdan geri
kalmamıştır. Nadir toprak elementlerinin diğer metallere göre kısıtlı bir
varlığa sahip olması, dijitalleşme ve yeşil teknoloji açısından ihtiyaç
duyulacak enerji miktarının garanti altına alınması için ülkeleri yeni bir rekabet
ortamına sokmuştur. Yeniden sanayileşme (reindustrialization) akımıyla birlikte
maden çıkarılabilecek her alan, ülkeler arasında paylaşım konusu haline
gelmiştir. Ancak denizaltında ya da uzaydaki bu faaliyetlerin muhtemel ekolojik
etkileri hususunda bir belirsizliğin söz konusu olması yazarın dikkat çektiği
noktalardan birisidir (s. 185-197). Mevcut süreçte, kapitalizmin bu yeni
yarışından göktaşları da geri bırakılmamış, onlar için de bir fiyat
belirlenmiştir. Aynı zamanda uzay madenciliğine odaklanan şirketlerin kurulması
da bu dönemde gerçekleşmiştir. Kurulan şirketlerden bir tanesi uzayın
ticarileştirilmesi ütopyasının gerçekleşmesi için Silikon Vadisi’nde
faaliyetlerine başlamıştır (s. 197-198). Enerji geçişi ve dijitalleşmeyi
savunan kesimlerin bu sayede insanın çevre üzerindeki etkisinin azalacağı
tezleri ise bu yeni maden kolonileştirme mücadelesinden hareketle şimdiden
temelsiz kalmış görünmektedir. İnsanlık, gelecek kaygısıyla ekosistemler
üzerinde topyekûn bir nüfuz hareketine odaklanmış bir vaziyettedir (s. 199).
Sonuç olarak, insanlığın balina yağlarından başlayarak petrol
ürünlerine ve sonrasında nadir toprak elementlerine doğru evrilen enerji
kaynağı arayış serencamını ele alan yazar, yeşil dönüşüm ve sıfır karbon gibi
iyi niyetli girişimlerin ülkeleri getirdiği noktayı artı ve eksileriyle ortaya
koymaktadır. Petrol ve türevlerinin yerine ikame edilmesi planlanan nadir
metalleri Çin’in yeni dönemdeki küresel emellerine hizmet için araçsallaştırma
çabası ABD, AB ve Japonya gibi farklı kesimleri endişeye sevk etmiştir. Nadir
metallerin bir yaptırım aracına dönüşmesi halinde küresel tedarik zincirinin
yaşayabileceği krizleri öngören ülkeler, askıya aldıkları madencilik
faaliyetlerine devam etme kararı almıştır. Yeşil teknolojiler ve dijitalleşme
için hayati rol oynayan nadir toprak elementlerinin üretim ve işleme
aşamalarının çevre dostu sonuçlar vermemesini örnekleriyle ortaya koyan yazar,
ham maddenin çıkarıldığı toprakları ve doğayı tahrip etmeyen yöntemler üzerinde
durulması gerekliliğine işaret etmektedir. Enerjinin ve teknolojinin başta
ulaşım ve iletişim olmak üzere insan hayatının her noktasını kuşattığı dikkate
alınırsa nadir metallerin gündemimizi uzun bir süre meşgul edeceği
anlaşılmaktadır. Bu yönüyle eser, yeşil dönüşüm alanında çalışan araştırmacılar
ve politika yapıcılar için güncel bir rehber özelliği taşımaktadır.
Kaynakça
Akçay, Ü. (2024). Ekolojik Emperyalizm, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekolojik-emperyalizm-makale-1733232
Baskaran, G. (2024). What China’s Ban on
Rare Earths Processing Technology Exports Means. Center for Strategic and
International Studies, https://www.csis.org/analysis/what-chinas-ban-rare-earths-processing-technology-exports-means
Erdem, A., Babuçcuoğlu, Y., Güneş, H.,
Obuz, H. E., vd. (2021). Nadir Toprak Minerallerinin Fiziksel Ayrılması ve
Flotasyonu: Derleme. International Journal of Pure and Applied Sciences, 7(2),
321-345. https://doi.org/10.29132/ijpas.922811
Gulley, A. L. (2024). The development of
china’s monopoly over cobalt battery materials. Mineral Economics, 37(3),
619-631. https://doi.org/10.1007/s13563-024-00447-w
Musaoğlu, E. (2021). Dünyada ‘Nadir
Metaller’ Savaşı, Herkese Bilim Teknoloji,
https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/erdal-musoglu/dunyada-nadir-metaller-savasi
Nagy, E., Al-Jurani, H., & Xydis, G.
(2024). Will the EU Have Enough Minerals To Drive Their Electric Dreams by
2030?. The Extractive Industries and Society, 20, 101556.
https://doi.org/10.1016/j.exis.2024.101556
Öz
Çevresel sürdürülebilirlik odaklı yeni bir anlayış benimsemeye çalışan günümüz dünyasında, karbon ayak izinin azaltılması, doğal kaynakların ve ekosistemin korunması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu doğrultuda, geleneksel yaklaşımlar terk edilmekte; yeşil işletmecilik, yeşil girişimcilik, yeşil şehircilik, yeşil enerji, yeşil binalar, yeşil finans, yeşil pazarlama, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, yeşil tarım, yeşil ulaştırma, yeşil sağlık hizmetleri, yeşil turizm, yeşil yatırım, yeşil eğitim, yeşil mimari ve yeşil politika gibi çevre dostu yaklaşımlar öncelik kazanmaktadır. Bu değişim, atmosfere yayılan karbondioksit salınımının azaltılması ve uzun vadede sıfır karbon hedefine ulaşılması amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, fosil yakıtlar yerine daha çevreci enerji kaynaklarının tercih edilmesi bir öncelik haline gelmiştir. Dijitalleşmenin ve yeşil enerjiye geçişin eş zamanlı yaşandığı bu dönemde, nadir toprak elementleri ülkelerin rekabet gündeminde giderek daha önemli bir konu haline gelmektedir. Bu eserde yazar Guillaume Pitron, nadir metallerin geçmişten günümüze yaşamış olduğu kullanım sürecini, başta Çin olmak üzere dünya ülkelerinin bu elementlere bakışını, kaynaklar ve üretim üzerinden süregiden ticaret savaşlarını, her biri ayrı bir öneme sahip olan bu madenlerin paylaşımını ve madenlerin işlenmesi aşamalarında çevresel açıdan yaratılan riskleri kapsamlı bir şekilde ele almaktadır. Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar geniş bir alanda saha incelemelerinde bulunan ve uzmanlarla görüşmeler yapan yazar, nadir toprak elementleri konusunda ülkelerin önündeki senaryoları ortaya koymuştur.
Anahtar Kelimeler
Nadir Toprak Elementleri Sürdürülebilirlik Yeşil Dönüşüm Çin Madencilik
Kaynakça
- Akçay, Ü. (2024). Ekolojik Emperyalizm, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekolojik-emperyalizm-makale-1733232
- Baskaran, G. (2024). What China’s Ban on Rare Earths Processing Technology Exports Means. Center for Strategic and International Studies, https://www.csis.org/analysis/what-chinas-ban-rare-earths-processing-technology-exports-means
- Erdem, A., Babuçcuoğlu, Y., Güneş, H., Obuz, H. E., vd. (2021). Nadir Toprak Minerallerinin Fiziksel Ayrılması ve Flotasyonu: Derleme. International Journal of Pure and Applied Sciences, 7(2), 321-345. https://doi.org/10.29132/ijpas.922811
- Gulley, A. L. (2024). The development of china’s monopoly over cobalt battery materials. Mineral Economics, 37(3), 619-631. https://doi.org/10.1007/s13563-024-00447-w
- Musaoğlu, E. (2021). Dünyada ‘Nadir Metaller’ Savaşı, Herkese Bilim Teknoloji, https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/erdal-musoglu/dunyada-nadir-metaller-savasi
- Nagy, E., Al-Jurani, H., & Xydis, G. (2024). Will the EU Have Enough Minerals To Drive Their Electric Dreams by 2030?. The Extractive Industries and Society, 20, 101556. https://doi.org/10.1016/j.exis.2024.101556
- Negiz, M. (2024). Yeşil Girişimciliğin Karanlık Yönü: Greenwashing. Yönetim ve Organizasyon Alanında Uluslararası Araştırmalar-I (pp.127-142), Konya: Eğitim Yayınevi. https://works.bepress.com/muhammet-negiz/137/download/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder