YÖNETİM DÜŞÜNCESİNİN EVRİMİ (BÖLÜM 2-3)[1]
Muhammet NEGİZ
Sanayileşme göreceli olarak son dönemlere ait bir olgudur. İnsanlık, Sanayi Devrimi olarak bilinen güç, taşımacılık, iletişim ve teknolojide yaşanan mükemmel ilerlemeden çok daha önce varlığını sürdürmekteydi. Sanayileşmeden önce başlıca örgütler ev halkı, kabile, kilise, ordu ve hükümet şeklindeydi. Bazı kişiler ekonomik girişimlere dâhil oluyorlardı ama bu Sanayi Devrimi sonucunda ortaya çıkan sonuçlarla kıyaslanabilir bir ölçekte değildi. Bununla birlikte askeri seferberliklerde, ev işlerinde, hükümetin yönetiminde ve kilise faaliyetlerinde yönetim hala bir ihtiyaçtı. Eserin ikinci bölümünde medeniyetlerin erken dönemlerindeki yönetim teşebbüsleri incelenmekte ve Sanayi devrimine götüren kültürel değerler değişimini tartışmaktadır.
ERKEN
DÖNEMLERDE YÖNETİM
YAKIN DOĞU
Grup bağlılıkları aileden ulusa doğru değişime uğrarken örgütsel
otorite sorunu bir problem haline geldi. Ailede otorite ataerkil ya da anaerkil
olarak kalırken, ulusal olarak ise idareciler (chiefs) ve din adamları arasında
sıklıkla çatışma olmaktaydı. Bunlardan ilki seküler bir güç iddiasında iken,
ikincisi ise göksel bir hâkimiyet iddiasına sahipti. Bu mücadele ve otoritenin
bölünmesinden rahip hükümdar ya da kutsal kral fikri ortaya çıktı. Kral,
rahipler tarafından takdir edilinceye kadar kral değildi ve bu gelenek uzun süre
devam etti.
Bu ilahi krallardan birisi Babil hükümdarı Hammurabi (MÖ.2123-2071)
idi. Kendisinin yönetim hakkını ve kanun maddelerini güneş tanrısından almıştı.
Babil, modern Bağdat’ın yakınlarında ve Fırat ile Dicle nehirleri arasında
kalıyordu. MÖ. 2250 yılında Hammurabi 282 yasanın maddelerini yayınladı. Bu
yasalar, iş anlaşmaları, kişisel davranışlar, kişiler arası ilişkiler, cezalar
ve diğer bir dizi sosyal unsurlara hükmetmekteydi. M.Ö. 604 yılında I.
Nebukadnezar[2],
Babil’in kralıydı. Elbise dokumacılarına ödeme yiyecek olarak yapılırdı ve
miktar ise kumaşın topacına göre ya da dokumacının üretim çıktısına göre
belirlenirdi.
UZAK DOĞU
Kadim Çin medeniyeti bazen kapılarını Batılılara göz atmaları için
açmıştır. Bilinen en eski askeri bilimsel eser Sun Tzu adındaki bir Çinli
general tarafından kaleme alınmıştır (MÖ. 600). Eserinde orduyu bölükler
halinde sıraya koyma, subaylar arasında kademe dereceleri tesis etme, gong
(zil, çan), bayrak ve uyarı ateşini iletişim amaçlı kullanma gibi konuları
yazdı. Savaşa gitmeden önce uzunca düşünmeyi ve planları söylemeyi savundu; “Böylece,
birçok plan hesaplaması yap zafere götüren ve biraz da yenilgiye götüren
hesaplamalar.” Muhtemeldir ki, General Sun Tzu, kurmay subay
pozisyonundaydı: Eğer pazar/piyasa, savaşı temsil ediyorsa, “rekabetçi
üstünlükler”, “kuvvetler” ile “rakip” de “düşman” ile kıyaslanabilir ve modern
yönetim stratejisinin tarihi temellerini görebiliriz.
Konfüçyüs (MÖ. 552-479), ahlaki öğretileri ve liyakat sistemini
savunması ile çağlara damgasını vurdu. Onun zamanında en saygıdeğer amaç,
devlette görev almaktı; tüccarlar sosyal itibar açısından hükümlülerden sadece
hafifçe yukarıda sınıflandırılmıştı. Hükümet kadroları için rekabet şiddetliydi
ve Konfüçyüs, ofislerin liyakat ve yeteneklerini kanıtlamış bireylerin peşinden
gitmesi gerektiğini savunuyordu. Konfüçyüs’ün tavsiyeleri ile liyakat sınavları
Han Hanedanlığı zamanında başladı (MÖ. 206- MS. 220). Liyakatin seçmede temel
olması zamanında teşvik için liyakat derecelemesine (performans değerlendirme) götürdü.
Formalistlerle hümanistler arasındaki bu mücadele ne kadar da eski!
Sistem ve birey… Aynı şekilde Çinlilerin iş bölümü ve departmanlaşmaya aşina
olduklarına dair MS. 1’den kanıtlar bulunmaktadır. Bir pirinç kâsesi üzerinde, kâsenin
bir hükümet atölyesinde yapıldığı ve oradaki çeşitli esnaflar arasında yüksek
derecede çalışan uzmanlaşması bulunduğuna dair bir yazı yer almaktadır. Bu atölye 3 departmana ayrılmaktadır: muhasebe,
güvenlik ve üretim. Bu tür arkeolojik eserler, eskiçağ
yönetim pratiklerini anlamamızı sağlamaktadır.
Chanakya Kautilya (MÖ. 332-298) adındaki bakanın Arthasahstra’sı[3]
Hint kamu yönetimini kurmuştur ve ekonomik, sosyal ve politik olarak düzenin
nasıl kurulması ve sürdürülmesi gerektiği üzerine nasihatler içermektedir[4]. Kautilya,
yeterli görevlilerin bulunmasının zor olduğu konusunda uyarıda bulundu. Düzeni
sağlamak için, yakın kontrol, sert ceza, hükümet içerisinde diğer çalışanları
izlemek için istihbarat ağı ve çalışanların kendilerinin sadakatini test
etmelerini özendirmek için teknikler önermektedir. Kautilya’nın insan doğası
hakkındaki varsayımları, düzeni sağlamak
için sağladığı reçeteler, kadim oldukları kadar moderndir. O, Batıda yaygın
olarak bilinmese de yazarlar Kautilya’nın fikirlerine tekrar Batılı eserlerin
içerisinde rastlamıştır. Kautilya, idarecilerin arzulanan kişisel özellikleri
(yüksek soydan, bilgi ile kutsanmış, güzel konuşan/belagatli, zeki, hevesli,
sosyal…) ve kişinin mülakatlar ve referans kontrolü ile nasıl seçileceği
üzerine de yazmıştır. Danışmanların kullanımı, departmanların ve
direktörlerinin tesis edilmesi, detaylı iş tanımlarının birçok ofis için
hazırlanması konularını da kaleme almıştır. Aynı şekilde, kamu yönetiminde
çalışmıştır. Onun yazıları bizim birçok yönetim kavramı ve varsayımlarımızın ne
kadar kadim olduğu fikrini pekiştirmektedir.
MISIR, İBRANİLER,
YUNANİSTAN, ROMA, KATOLİK KİLİSESİ, FEODALİZM VE ORTA ÇAĞLAR
Wren ve Bedeian (2009, 16-22), yönetimin tarihsel süreçteki
gelişimi ve günümüzdeki modern yönetim sorunları ile olan benzerlikler ve
farklılıklara ilişkin değerlendirmesine Mısır, İbraniler, Yunanistan, Roma,
Katolik Kilisesi, feodalizm ve Orta Çağ’ı ayrıca ele almıştır. Mısırlılar
döneminde Nil deltasında açılan kanallar, piramitlerin inşası gibi birçok
mühendislik harikası daha sonra Romalılar ve Yunanlıların geliştireceği
unsurlar olmuştur.
Bu dönemlerdeki ilk kadim terimlerden bir tanesi profesyonel
yönetim rolünü ifade etmek için kullanılan “vezir”dir (vizier). Bu kelimeden günümüzde “supervisor” kelimesi
türetilmiştir. Bu ofisin varlığına dair ilk bulgular MÖ. 1750 yılına kadar
gitmekte iken, sürecin daha eski olduğu düşünülmektedir. Bu vezirlerden en
kadimlerinden birisi olarak Hz. Yusuf görülmektedir. Kardeşlerince köle olarak
satılmış ama öngörüleri sayesinde firavunun vezirliğine (danışmanlığına) kadar
yükselmiştir. Bu bir yetki devridir. Firavun, manevi konularla ilgilenirken,
Hz. Yusuf maddi hususlarını eline almıştır. Vezirin ofisi kadim bir yönetim,
organizatör ve karar verici ofisidir.
Benzer bir yöneticilik, İbranilerin tarihinin incelenmesi ile
ortaya konulmuştur. Hz. İbrahim (MÖ.
1900), Hz. Yusuf (MÖ. 1750), Hz. Musa (MÖ. 1300) ve Hz. Davud (MÖ. 1000) gibi
“mükemmel” olarak tanımlanan liderler İbrani tarihinde önemli bir yer
tutmaktadır. Ayrıca, Yargıçların Kitabı isimli esere göre yukarıda ifade
edilen liderlerden sonraki dönemde 12 yargıcın 410 yıl boyunca başarıyla hüküm
sürdükleri belirtilmektedir.
Yönetim sürecinde Mısır’dan etkilenen liderlerin hiyerarşik yapıyı
tasarlarken bu etkiyi yansıttıkları görülmektedir. Bir danışmanın 10 kişiden
sorumlu olduğu yapılarla bin, yüz, elli ve onluk üzerinden bir şema
geliştirilmiştir. Bu kişilerden sorumlu olan yargıçlar önemli konularda Hz.
Musa ile iletişim sağlarken diğer sorunları kendileri yoluna koymaktadır. Bu
şekilde “istisnalarla yönetim” ilkesi hayata geçirilmiştir. Bu konuda kutsal
kitaplarında danışmak tavsiye edilmiştir:
Will Durant tarafından ifade edildiği üzere, “milletler stoik
olarak doğar ve epiküryen olarak ölür.” Bu döngünün hem Yunan hem de Roma
devletleri için geçerli olduğu görülmektedir. Amerika ise stoik ve püriten
olarak kurulmuşken acaba gelecek geçmişi öngörür mü?
Batılı yaşam tarzının önemli parçası haline gelmiş olan sanat, dil,
drama ve edebiyat gibi kurumlar antik Yunan kaynaklıdır. Bunlara rağmen Yunan
ekonomi felsefesi çalışma karşıtıydı (anti-business). Ayrıca, ticaret ve alış-veriş Yunan idealinin
onurunun altında görülmekteydi. Aristokrat ve felsefeci kesimi çalışmayı bayağı
bir şey olarak değerlendirirlerdi. Bu işler genelde köleler ve az saygıdeğer
görülen vatandaşlar tarafından gerçekleştirilirdi.
Bununla birlikte, yönetim becerileri üzerine Socrates (MÖ.
469-399), Aristotle (MÖ. 384-322), Platon (MÖ. 428-348) görüşlerini beyan
etmişlerdir. Örneğin; Socrates, yönetim
becerilerinin aktarılabileceğini ifade etmiştir. Platon ise, insanların
farklılığına dikkat çekmiş ve iş bölümlendirmeye dikkat çekmiştir. Aristo da
yönetim ve organizasyon hakkında çeşitli açıklamalarda bulunmuş, çalışanların
dikkatinin dağılmadığı durumlarda daha iyi işlerin yapılabileceğine dikkat
çekmiştir. Bununla birlikte, departmanlaşma, otoritenin merkezileşmesi,
yerelleşmesi ve yetki dağıtımı, sinerji ve liderlik gibi konularda görüşlerini
beyan etmiştir. Xenophon da iş bölümünün avantajları üzerinde durmuştur.
Yunanlıların bıraktığı boşluğu dolduran Romalılar, lejyonlarına
silah temini için yarı fabrika sistemini geliştirdiler. Bunun dışında
çömlekçilik ve tekstil üretimi yaparak dünya piyasasına ihraç ettiler. Meşhur
Roma yol sistemi, isyancı kolonilere orduları hızlı bir biçimde ulaştırma
amacının yanında, bu ürünlerin dağıtımına hız vermek için inşa edilmiştir. Romalılar
da Yunanlılar gibi ticareti ve iş aktivitelerini hakir görme geleneğini miras
edinmiştir. Bu işleri Yunanlılar ya da Asyalı özgür kişiler yerine
getirmektedir. Bununla birlikte dış ticaretin büyümesi neticesinde ticari
standartlaşma ve devlet tarafından geliştirilen garanti sistemi ölçütleri,
ağırlıklar ve madeni para ihtiyacı doğmuştur. Devlet bütün Roma ekonomik
hayatını düzenlemiştir. Verilerin belirlenmesi, tekeller için ceza kesilmesi, esnaf
loncalarının düzenlenmesi ve buralardan gelen gelirlerin birçok savaşta
kullanılmasını sağlamıştır. Romalılar da onlu örgüt yapısını kullanmıştır.
Katolik Kilisesi konusunda belirtilen ifadelerde de Hıristiyanlığın
Ortadoğu’dan itibaren teknik ve örgütsel sorunlarla karşılaştığına dikkat
çekilmektedir. İnancın yayılması ile yeni mezhepler gençleri etkileyerek yeni
yetme farklılıklara kapı aralamaktadır. Her kilise kendi doktrinini belirlemiş
ve üyelik şartlarını oluşturmuştur. Din adamları arasında da belirli bir
hiyerarşi tesis edilmiştir. MS. 314 yılında gerçekleşen Arles Konsülü ve MS 251
yılında gerçekleşen İznik Konsülü neticesinde hiyerarşik yapı gözden geçirilmiş
ve papanın yeni ofisi Roma Piskoposluğu olarak belirtilmiştir. Bu sayede papalık, Roma’da doktrin ve otorite
olarak merkezi bir konum elde etmiştir. Bununla birlikte Katolik Kilisesi ile
diğer kiliseler arasında bu merkezilik konusu tartışma kaynağı olmaya devam
etmiştir. Amaç birliği ihtiyacı, yerel problemler ve şartların takdir yetkisi
konusundaki ihtiyaç halen devam etmektedir.
Rönesans yazarları “Orta Çağ” ifadesini ortaya koyarak, Roma’dan
Rönesans dönemine kadar olanları tanımlamaktadırlar. Köleliğin Romalılar
döneminde ekonomik olmadığının anlaşılması ve onların çalışmak için herhangi
bir istek göstermemesi gözlemlenmiştir. Köleliğin kaldırılması ise ahlaki bir
süreç ile değil, ekonomik değişimlerle gerçekleşmiştir. Büyük devletlerin ve
siyasi düzensizliğin Roma’nın düşüşü sonrasında ekonomik, sosyal ve kültürel
bir kaosa sürüklendiği ve bunun sonucunda da feodal sistem için uygun bir
ortamın oluştuğu görülmektedir. Feodalizm, kültürel bir sistem olarak yaklaşık
600’den 1500’e kadar hüküm sürmüştür. Bu sistemde insanlar toprağa bağlıdır ve
sert sınıf ayrımları söz konusudur ve bu süreç Sanayi Devrimi’ne kadar devam
etmiştir.
TİCARETİN
YENİDEN DOĞUŞU
Feodalizm ile birlikte gündeme gelen haçlılar, bunun sonucunda
ortadan kalktı. Haçlıların elinden Kudüs’ün Müslümanlara geçmesi ile Avrupa’da
büyük bir değişim girişimi baş gösterdi. Haçlılarla birlikte açılan ticaret
yollarının yanında ufku dar, feodal Avrupa’ya Ortadoğu’nun zenginlikleri
gösterildi. Bütün bunların yanında haçlılar, Hıristiyan inancının zayıflamasına
neden oldu. Kendi gezileri için namağlup dini ikna ile gemiye binerek Haçlılar,
Ortadoğu’nun kültür, davranış, ahlak, ticaret, endüstri ve refah konusunda öncü
olduğunun farkına vararak döndüler.
Bunun dışında insanların gözünün açılmasına neden olan kişilerden
birisi de Venedikli tüccar Marco Polo (1254-1324) oldu. Uzakdoğu ülkelerine
yapmış olduğu seyahatlerde Çin, Tibet, Burma ve Hindistan’dan 1295 yılında
dönerek anlatmış olduğu öykülerle Tatarlar, Moğollar, Mançurya kabilelerinin
ordularını organize etme şekilleri, onluk sistem ve askeri kadroların tasarımı
konularında önemli bilgiler getirdi.
Haçlıların kültürel karşılaşmalarının sonuçları daha seküler bir
yaşama sevk ederken, Avrupa’da dini düşüncenin sınırları zayıflıyordu. Bu
süreçte yeni bir ticari ruh, feodalizmin topraklarını doldurmuştu. Yeni
pazarlar, yeni fikirler, şehirlerin yükselmesi, yeni orta sınıfın ilk
tohumları, özgürce paranın ve kredi araçlarının sirkülasyonu sağlanmış ve
Rönesans ve Reform için temeli yaratan siyasi düzen yeniden güçlenmişti. Bu
dönemde üretim araçları ve üreticiler konusunda önemli düzenlemeler dikkat
çekmektedir. Meslek örgütlerine yönelik çeşitli sınırlamalar, vergi ve muhasebe
düzenlemeleri, usta-kalfa-çırak uygulamalarına yönelik esaslar ve ücretlendirme
gibi birçok farklı alanda önemli esaslar ortaya konulmuştur. Bu dönemde dikkat çeken hususlardan bir
tanesi de Friar Johannes Nider tarafından ortaya konulan ticaret kuralları ya
da etik üretim kodlarıdır. Bu sayede tüccarlar işlemlerinin adil olduğunu
garanti etmişlerdir.
Sanayi dönemine geçişle birlikte kültürel unsurlarda da yeni bir
değişim meydana gelmiştir. Bu değişimle birlikte yeni sanayi döneminin kültürel
temelleri kurulmuştur ve bu durum insanları itaatten kaynakların paylaşımı için
ekonomik düzenlemelerde, sosyal ilişkilerde ve politik kurumlarda yeni
keşfedilmiş özgürlüklere getirmiştir. Özgürlük ahlakı, insan ve devlet
arasındaki ilişkilerde anayasal hükümet aracılığı ile yeni kavramlar
oluşturmuştur. Pazar etiği, Pazar yönelimli ekonomi kavramını meydana
getirmiştir. Protestan etiği, özgürlük etiği ve pazar etiği kavramlarının üçü
ya da kültürel yönetim standartları uygulamada insan, iş ve kara yönelik
kültürel değerleri değiştirmek için etkileşim içindedir. Bu kültürel yeniden
doğumun çıktısı yeni bir çevrenin yaratılmasıydı. Bu da formal yönetim
çalışması için bir ihtiyaca yönlendirmektedir.
Katolik Kilisesi, devletler üstü konumu ile hayatı domine etmiş ve
insanların ölümden sonraki yaşama hazır olması konusunda bir umut vermiştir. Bu
nedenle de Kilise, dünyadaki ticari faaliyetlerin bireydeki öbür dünyayı
kazanma isteği, tevazu ve itaat gibi kavramları inisiyatif alma, aktif olmaya dönüşeceğini
belirtmiştir. Ancak, haçlıların neden olduğu dinden soğuma ve dini sorgulama
süreci Kilise karşıtı bir tutumun gelişmesine neden olmuştur. Protestan Reformu
olarak adlandırılan bu sürecin öncüsü ise Martin Luther olarak görülmektedir.
Martin Luther, Kilise ile faizi eleştirme, ticareti “nahoş iş” olarak görme ve
dönemin Almanya’sında önde gelen tüccar ailesi Fuggers’lara ser bir biçimde
karşı olma konusunda aynı tarafta yer alıyordu.
Weber’e göre Luther, Tanrı tarafından belirlenen görevleri
çağrıştıran bir yeni fikir getirmiştir, bir yaşam görevi… Bu fikir, Reform
sürecinde Protestan mezhebinin esas dogması haline gelmiştir. Katolik
kavramlarında yer alan, “bu dünyada geçimini sağlayacak şekilde yaşama ve
manastır çileciliği”ni reddederek, bu dünyada bireylerin üzerlerine
düşenleri yapmasını teşvik etmektedir. Bu yaklaşım, dünyevi ilişkileri ahlaki
eylemlerin en yükseği olarak konumlandırmış ve yeryüzündeki görevlerin
performansını dibi işaret ve yaptırım olarak vermiştir. Her bireyin mesleği bir
tutkudur ve hepsi Tanrı katında meşrudur. Her iş, maddi bir kazanç sağlamanın
ötesinde çalışmayı bir tür ilahi istek olarak görülmektedir. Bu durum,
kişilerin kendilerine yardımcı olması ile Tanrının da onlara yardımcı olacağı
şeklinde değerlendirilmektedir.
WEBERCİ
YAKLAŞIMIN ELEŞTİRİSİ
Her tezin bir antitez üretmesi gibi Weber’in Protestan etiği de bir
istisna değildir. R.H. Tawney, Weber’in tezini tersine çevirir ve kapitalizmin
“sebep” olduğunu ve Protestanlığın etki değil gerekçe olduğunu tartışır.
Tawney, Katolik şehirlerin önemli ticaret merkezleri olduğunu ve Katoliklerin
öncü bankacılar olduğunu ve kapitalist ruhun Weber’in tartıştığı XVI. ve XVII.
yüzyılın ötesinde birçok yerde bulunduğunu belirtir. Tawney’e göre kapitalizm bir eylem ve
reaksiyondur, diğer kültürel güçlerin etkisiyle hem biçim vermiş hem de
biçimlendirilmiştir. Rönesans, akıl,
keşif, işletme ve bilim üzerinde yeni bir odak getirmiştir. Bütün bunların
hepsi Kilisenin tekil otoritesine bir meydan okumadır.
2 varsayımla iki farklı sonuca ulaşılabilmektedir: Weber’in
düşüncesine göre, Kilise değişti ve kapitalizmin ruhu zenginleşti. Twaney’in
görüşünde ise; ekonomik motivasyon, Kilise otoritesinin engelini buharıyla
iterek doğmadaki değişimin güvenlik vanasına ulaştırdı ve ekonomik girişimleri
onaylayabildi.
WEBER’E
ÇAĞDAŞ DESTEK
Weber’in tezlerine yönelik eleştirilere rağmen, çağdaş bir kanıt
olarak, Protestanların işe yönelik farklı değerlere tutundukları görülmektedir.
McClelland, The Achieving Society isimli eserinde ekonomik gelişme için genel
olarak önemli olan psikolojik faktörleri araştırmıştır. Söz konusu faktör ise
“başarı ihtiyacı” olarak ortaya çıkmıştır. McClelland’ın çalışması hem tarihsel
olarak hem de kültürlerarası olarak gerçekleştirilmiş ve Weber’in tezini
destekleyen bulgular elde edilmiştir..
Lenski de Weber’in görüşlerini lehte ve aleyhte değerlendirmiştir.
Genel olarak olumlu yönlerine dikkat çekmiştir. İş dünyasında işe yönelik
tutku, davranış gibi çeşitli durumları dini mensubiyet açısından ve işte yukarı
yönlü hareket etme yeteneği açısından değerlendirmiştir. Buna göre ilk sırada
Yahudiler, ikinci sırada Protestanlar, üçüncü sırada Katolikler yer almıştır.
ÖZGÜRLÜK ETİĞİ
Başarma ihtiyacı ve maddi gayretler için bireysel ödüllerin
yaptırımını varsaymada politik sistemin bireysel özgürlüklere yol açıcı olması
gerekmektedir. Kralların ilahi hakları, toprak sahibi lordun aristokrasisi,
kilise tarafından seküler otoritenin gerçekleştirilmesi, doğuştan kölelik
sanayileşmiş bir toplumun oluşturulması için pek tasvip edilecek şartlar
değildir. Aydınlanma dönemi ile birlikte siyaset felsefecileri insanların
eşitlik, adalet, vatandaşlık hakları, haklı sebep kuralı (a rule of reason),
yönetilenin rızası ile yöneten cumhuriyet anlayışı gibi düşüncelerini teşvik
ettiler. O dönemde bu tür fikirler mevcut düzen tarafından, vatandaş ve devlet
arasındaki ilişkiye dair görüşlerde büyük bir devrimle tehdit edildiler.
Bu süreçten önceki dönemde baskın olan iki isim Nicolo Machiavelli
ve Thomas Hobbes olarak ifade edilmektedir. Machiavelli’nin kaleme aldığı Prens
isimli eser, nasıl iyi ya da nasıl kötü yönetilmesi gerektiğini değil,
yönetimin nasıl başarılı olması gerektiğinin altını çizmiştir. Zirve için 3 yol
olduğunu ve bunların da “talih”, “yetenek” ve “kötülük” (villainy) olduğunu
ifade etmiştir. Machiavelli, Lord Acton’un “güç bozar ve mutlak güç
mutlaka bozar” şeklindeki görüşünden beslenmiştir.
Thomas Hobbes’in Leviathan (1651) başlıklı eseri ise güçlü
merkezi liderlik için sonraki argümanı oluşturmaktadır. Analizine sivil
hükümetsiz doğadaki insanlık ile başlamıştır ve “Leviathan” gibi
mükemmel bir gücün kaostan düzen sağlanması için var olması zorunluluğunu ifade
etmiştir. Bu kişi ya da organ egemen olacaktır. Çünkü, hükümetin bütün hakları
ona verilmiştir. Onun güçleri iptal edilemez ve kesin bir egemenlik söz
konusudur. Hobbes için bu egemenliğin dini ya da sivil olmasının merkezi gücün
bütün idare ve açıklamaları düzenlemesi halinde hiçbir önemi yoktur. Egemenlik
hepsine hüküm sürer ve birey yöneten kişiye itaat eder.
İnsanın özgürlüğü konusunda bir değer eser ise John Locke’a aittir.
Concerning Civil Government (1690) (Sivil Hükümet Hakkında) başlıklı
eseri ile Locke, siyaset teorisine önemli bir katkı yapmıştır ve siyasi eylemin
etkili bir kışkırtıcısı olarak değerlendirilmektedir. 1688 yılında
gerçekleştirilen kansız İngiliz devriminin prensiplerini ortaya koymuştur ve
bunlar İngiliz anayasasında köklü değişiklikler getirmiştir. Ayrıca, 1776
Amerikan Devrimi için zemin hazırlamış ve Bağımsızlık Bildirgesi yazarlarına,
Jean Jack Rousseau’nun Sosyal Sözleşme’sine ve bunların ardından gelen Fransız
Devrimi’ne ilham kaynağı olmuştur. Siyaset teorisi ve eylemi konusunda onun
kadar başka birisinin etkili olmadığı düşünülmektedir. Locke, kralların kutsal
haklarına saldırmış ve otorite için yeni bir konsept getirmiştir: “Prens
ya da yasama organının güvenlerine aykırı davranıp davranmadığını kim
yargılayacak?… Buna ben cevap vereyim;
insanlar yargılayabilmeli.”
PAZAR/PİYASA
ETİĞİ
Ekonomik düşünce Ortaçağ dönemlerinde temel olarak kısır bir
konumdaydı. Çünkü yerelleşmiş, asgari geçim ekonomilerinin kendilerini
açıklamak için ekonomik teoriye ihtiyaçları yoktu. Erken dönemde insanların
üretim faktörü olarak sahip oldukları toprak ve işçi olarak görülmekteydi ve
hatta işçiye sahip olmamak da önemli bir sorun değildi. Sermaye bir girdi
faktörü olarak küçümsenirdi ve onun getirileri belalı görülürdü. Yönetimin
örgüte kaynak girdisi olduğu şeklindeki fikir erken ekonomik düşüncede tamamen
eksikti.
XVI. ve XVII. yüzyıllarda ulusal tüzelliklerin yeniden ortaya
çıkması ile ekonomik düşünce de yeniden şekillendi. Yeni toprakların
keşfedilmesi, yeni ticaret yolları ve yeni ürünler uluslar arası bir pazarın
oluşmasını sağladı. Ticaretteki bu devrim ise merkantalizmin[5]
ekonominin felsefesi olması ile sonuçlandı ve devletin finans, ticaretin
korunması ve güçlü ulusal ekonomilerin inşa sürecinde merkezi bir role sahip
olmasını sağladı.
XVIII. yüzyılda
ortaya çıkan Fizyokrat ekonomik düşünce okulu merkantalizme karşı yükseldi.
Francois Quesnay, bu okulun kurucusu olarak refahın altın ve gümüşte olmadığını
ve tarımsal üretimden ortaya çıktığını belirtmiştir ve bırakınız yapsınlar
kapitalizmini (laissez-faire capitalism) savunmuştur. Bu yaklaşım da devletin
piyasa mekanizmalarını kendi haline bırakması anlamına gelmektedir. Ekonominin
doğal bir düzeni ve uyumu bulunmakta ve devlet müdahalesi, olayların normal
gidişatına engel olmaktadır.
Adam Smith
(1723-1790), İskoçyalı iktisatçı, fizyokrat olmamasına rağmen bu okulun
ekonomideki doğal uyum görüşünden etkilenmiştir. Smith, Milletlerin
Zenginliği isimli eserinde Klasik Okul’u oluşturdu ve liberal ekonominin
kurucusu oldu. Devletin müdahaleci anlayışının endüstriyi korumaktan çok
etkinliğine zarar verdiğini savunmuştur. Smith, sadece piyasanın ve rekabetin
ekonomik eylemleri düzenleyebileceğini ifade etmiştir. Piyasanın “görünmez eli”
kaynakların en iyi tüketicisine ulaşmasını ve en etkili ödülüne ve her bireyin
ve her milletin kendi iktisadi çıkarına ulaşmasını garanti altına alacaktır,
tam rekabet piyasasında işlem yapmak herkese en mükemmel bolluğu getirecektir.
Smith,
işgücünün uzmanlaşması kavramını piyasa mekanizmasının sütunları olarak
görmektedir. Smith, birçok endüstride iş bölümü ilkelerinin başarılı bir
şekilde çalışma sağladığına dikkat çeker. Bununla birlikte iş bölümü yapmanın
olumsuz yönlerine de dikkat çekmiş ve sürekli aynı işi yapan kişilerin diğer
becerilerinde de bir gerileme sürecinin başlayabileceğini dile getirmiştir.
SANAYİ
DEVRİMİ: PROBLEMLER VE ÖNGÖRÜLER
Sanayi devrimi medeniyet için yeni bir çağın habercisi olmuştur.
Kültürel yeniden doğuş, yeni sosyal, ekonomik ve politik şartları bilim ve
teknolojide gelişme adına yaratmıştır. Teknolojide yaşanan sonraki gelişmeler, fiziki
ve beşeri kaynakların geniş bir kombinasyonunu yapmayı mümkün hale getirmiştir
ve fabrika sisteminde üretimin ev tipi sistemine değişim için yol göstermiştir.
BÜYÜK
BRİTANYA’DA SANAYİ DEVRİMİ
Sanayi süreci sürekli olarak bilim ve teknolojideki gelişmelerle
yakın bir bağ içerisindedir. XV. Yüzyılda Johannes Gutenberg (1400-1468)
tarafından geliştirilen hareketli yazı baskısı sayesinde günümüzde de devam
eden enformasyon devriminin kapısı aralanmıştır. Bilimsel devrim, gözlem ve
soruşturmanın ruhuna vurgu yapmış ve takip eden süreçte meydana gelen
teknolojik devrimin temellerini inşa etmiştir.
Dean tarafından belirtildiği üzere sanayileşme öncesi toplumlarda
düşük milli gelir, ekonomik durgunluk, tarıma bağlılık, düşük iş bölümü ve
uzmanlaşma ve piyasaların entegrasyonunu çok düşük olması gibi durumlar
sözkonusudur. Sanayileşmiş toplumlarda ise bunların tam tersi gerçekleşmektedir.
Büyük Britanya’nın 1750’de sanayileştiği ve sonrasında sürecin daha da
hızlandığına dair en önemli kanıt yaşanan bu değişimdir.
Büyük Britanya’da öncelikli endüstri alanı Sanayi Devrimi öncesinde
tekstil iken pamuğun her bir işlemi ayrı olarak gerçekleştirilirken mekanik
gelişmelerden sonra tekstil endüstrisinde devrim gerçekleşmiştir. Tekstil
alanında önemli gelişmelere rağmen asıl önemli adım buhar motorudur. MS. 200
tarihine kadar uzanan bir geçmişi olsa da teknik sorunların giderildiği buhar
tahrikli motoru Thomas Newcomen geliştirmiştir. James Watt ise kendisinden
önceki çalışmaları daha mükemmel hale getirmek için çalışmıştır ve ilk çalışan
buhar motorunu 1765 yılında geliştirmiştir ama finansman sorunu ile prototipten
Sanayi Devrimi’ne gidiş 11 yılını almıştır. 1781 yılında geliştirdiği motor ise
kömür taşımacılığı ve demiryolu lokomotiflerinin güçlendirilmesi gibi çeşitli
kullanım alanlarını açmıştır.
Tekerlekle bağlantılı bir çok endüstride buhar motoru daha etkili
ve ucuz bir enerji sağlamıştır. Gemiler, trenler, fabrikalar Britanya ticaret
ve endüstrisinde devrimi gerçekleştirmiştir. Üretim maliyetleri düşmüş,
fiyatlar aşağıya çekilmiş ve pazarlar büyümüştür. İnovasyon ruhu yeniliklere
götürmüş, yenilikler fabrikalara, fabrikalar yönetim ve organizasyon ihtiyacına
götürmüştür. Büyüyen pazarlar daha fazla işgücü, daha fazla makine ve daha
geniş çapta üretim ölçeği arayışına girmiştir. Sermayenin finansman ihtiyacı
çerçevesinde büyük taahhütler ve bireyler makine ve çalışanlarını bir araya
getirmiş ve bir otorite altında toplamıştır. Önceden kendi atölyelerinde iş
yapan bireyler artık buhar gücünden yararlanacak biçimde aynı çatı altında
birleşmişlerdir. Herkesin bir araya geldiği bir çalışma ortamında ise
çalışanların gayretlerini gözlemlemek ve koordine etmek için büyük bir ihtiyaç
ortaya çıkmıştır. Yeni güç kaynağı mükemmelleştirilmiş, devasa sermaye
yoğunluğuna ihtiyaç duyulmuş, acemi fabrika sistemi ise dünyanın hiç görmediği
bir bolluk üretmek için sendeleyerek ileriye doğru yürümeye başlamıştır.
YÖNETİM:
ÜRETİMİN DÖRDÜNCÜ FAKTÖRÜ
Sanayi devrimi öncesinde toprak ve işgören olarak kabul edilen
üretim faktörleri arasına kilisenin de etkisinin azalması ile birlikte bir
girdi faktörü olarak sermaye de eklenmiştir. Bunlara ilave olarak ise girişimci
eklenmiştir. Girişimci kavramını ilk olarak ekonomik anlamda kullanan Richar
Cantillon, girişimciyi ürünü belli bir maliyetten üreten ya da satın alan ama
belirsiz bir fiyat üzerinden satan kişi olarak tanımlamakta ve iş kolu olarak
ise herhangi bir ayrım yapmadan hepsini dâhil etmektedir.
Adam Smith, girişimciyi bir faktör olarak kabul ederken, Jean
Baptise Say (1767-1832) girişimcinin rolünü daha detaylı bir biçimde
tanımlamıştır. Tanımında bütün detaylara yer veren Say, girişimcinin gözetim ve
yönetim sanatına sahip olması gerektiğini ifade etmektedir. Girişimcilerin bir
kısmı sermaye sahibi olarak rol oynarken, bazıları da hisse ve yönetimde pay
sahibi olmaktadır. Böylece girişimci, diğerleri için yönetici olarak emek,
sermaye, toprak faktörlerini birleştirerek ilave risk üstlenmektedir. Böylece
girişimci, üretimin dördüncü faktörü haline gelmektedir.
ERKEN DÖNEM
FABRİKALARDA YÖNETİM PROBLEMLERİ
Yükselen fabrika sistemi önceden karşılaşılmayan farklı yönetim
sorunlarını doğurmuştur. Kilise, kendi varlıklarını dogma sayesinde ve
inanmışlığın adanmışlığı sayesinde yönetebilirken; ordu çok aysıdaki
personelini sert bir disiplin hiyerarşisi ve otorite ile yönetirken ve hükümet
bürokrasileri rekabet göstermeden ya da karlılık endişesi olmadan
yönetebilirken; yeni fabrika sistemlerinde yöneticiler, kaynakların uygun
kullanımını sağlamak için bu araçlardan hiçbirine başvuramadılar.
Büyük üretim merkezlerinin oluşturulması ile birlikte eğitimli
yöneticilerin eksikliği önemli bir sorun haline gelmiştir. Girişimci birçok
noktada yönetici rolünü de oynamak durumunda kalmıştır. Çok sayıda çalışanın
olduğu bir üretim merkezinde ise onların denetimini yapmak zorlaşmıştır. Rekabet
ve çok sayıda üretim gibi avantajların karşılandığı yeni üretim anlayışında
operasyonların büyümesi ile birlikte çok sayıda yönetim problemi ortaya
çıkmıştır.
İŞGÜCÜ PROBLEMİ
Bir girişimcinin yatırım kararı alması, sermayenin güç kaynağı,
makine, bina, araçlar vb. satın almak için artırılması hususlarının hiçbirinin gerekli
işleri yerine getirebilecek çalışanların istihdamına kadar bir gerçekliği
bulunmamaktadır. İşgücünün geliştirilmesi ise kolay bir iş değildir. İşgücü
problemlerini üzerinde yaygın olan kanaate göre 3 temel yaklaşım söz konusudur.
Bunlar işe alma, eğitim ve motivasyon olarak ifade edilmektedir.
Çalışanların uyumsuz, huzursuz ve sapkın eğilimde olmaları gibi
sorunlar firmaları yeni çareler aramaya sevk etmektedir. Roebuck and Garrett
isimli firma bu nedenle fabrikasını İngiltere Birmingham’dan İskoçya’ya
taşımıştır. İskoçların daha güvenilir ve itaatkâr oldukları kanısı bu adımın
atılmasını sağlamıştır.
Çalışanların itaat rejimlerini kabul etmekte zorlanmasının bir
diğer gerekçesi de önceki üretim kültürleri ve Püriten anlayışlarıdır. Bağımsız
ve genel olarak herhangi bir otorite altında olmayan çalışanlar, yönetim
hiyerarşisini önceden Kiliseye karşı oldukları gibi değerlendirmekte ve kabul
etmemektedirler.
YÖNETİM
BECERİSİ İÇİN ARAYIŞ
İşgören bulma, eğitme ve motive etme sorunlarına ek olarak kalifiye
yönetici bulma sorunu bulunmaktaydı. Örgütler büyüdükçe, sahip-yöneticinin
çalışanlara gözetim yapma yeteneği azaldı ve orta derece gözetimci/supervisor
ortaya çıktı.
Sanayi Devrimi sonrasında İngiltere’de yeni üretim merkezleri için
doğan yönetici ihtiyacını karşılayacak olan kadro yoktu. O döneme kadar olmayan
yöneticiler için eğitim programları oluşturuldu. Her sektör için ayrı olarak
verilen eğitimlerden sonra yönetici yeni bir sektöre atanması durumunda yeniden
gerekli konularda eğitimden geçmesi gerekmekteydi. Ayrıca, yöneticilerin
davranış kodları konusunda uyulması gereken bir standart bulunmuyordu. Bu
nedenle her sektör için ayrı kodlar geliştirildi ve yönetici adaylarına
tavsiyelerde bulunuldu.
James Montgomery, İskoçya’da muhtemel ilk yönetim metinlerini
hazırladı. Onun tavsiyeleri genel olarak doğası gereği teknikti. İşin
kalitesinin ve niceliğinin sağlanması, makinelerin tamiri, maliyetlerin düşük
seviyede tutulması ve gereksiz şiddetten kaçınılması konusunda yapılması
gerekenler hakkındaydı. Yöneticinin adil ve tarafsız olmak zorunda olduğunu ve
sürekli teyakkuzda olarak hataların oluşmadan önlenmesini sağlaması gerektiğini
not etmişti. Bununla birlikte kontrol işlevinin geriye değil ileriye bakması
üzerinde duruyordu. Neticede, Montgomery’nin tavsiyeleri pamuk endüstrisi
içindi ve diğer erken dönem yazarları gibi yönetim için herhangi bir
genelleştirilmiş prensipler geliştirme arayışında değildi.
1800’lü yıllara kadar çalışanlara yetenek kıtlığı nedeniyle
standart ücret uygulaması yapılırken, 1830’lu yıllardan itibaren ödemelerde
kişinin becerileri dikkate alınarak farklılık gözetilmeye başladı. XIX.
Yüzyılın ortalarına doğru ise John Stuard Mill, yöneticilerin yüksek zeka
faktörüne sahip olmaları gerektiğini ifade etti. Eğitim aracılığı ile bir
şeylerin ortaya meydana geldiğini, formal ve informal olarak ve iş başında
öğrenme ile bunun sağlanabileceğinin altı çizildi. Ayrıca Mill, Adam Smith
tarafından ifade edilen iş bölümü ve uzmanlaşmanın birtakım sakıncalarını kabul
etmedi.
Fransa ya da İngiltere’nin aksine Büyük Britanya’da girişimcilerin
konumu yükseliyordu ve birçok genç insan kendi geleceklerini ticarette
atıyorlar ya da en azından büyük bir firmada küçük hissedar oluyorlar. Üçüncü
ve dördüncü nesilde kurucu-girişimcinin çocukları kendi tarzını değiştirmiş ve
maaşlı yöneticilere daha fazla statü sunmuştur. Yetkilerini maaşlı yöneticilere
devretme eğilimindedirler.
ERKEN DÖNEM
FABRİKADA YÖNETİM FONKSİYONLARI
Erken dönemde fabrikalarda personel temini, yetkin yönetici
yardımcıları edinme gibi sorunlarla karşılaşan yöneticiler aynı zamanda
günümüzde olduğu gibi planlama, örgütleme ve problemleri kontrol gibi
sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Fabrika teknolojisinin planlanmasında, makine ve güç kaynaklarının
yerleştirilmesi, iş akışının gerçekleşmesi için uygun alanın belirlenmesi gibi
beklentiler bulunmaktadır. Örgütsel yapının belirlenmesi sorunu da teknoloji
çerçevesinde çözüm beklemektedir. Bunun yanında yöneticilerin personel kalitesi
de başarı için önemli bir unsurdur. Yönetim bir disiplinden öte bir kişisel
sanat olarak görülmekte pragmatik ama teorik olmayan ve sınırlı ama evrensel
olmayan bir kavram olarak değerlendirilmiştir.
SANAYİ DEVRİMİNİN
KÜLTÜREL SONUÇLARI
Yaşanan devrim sadece teknik anlamda olmayıp kültürel bir yöne de
sahiptir. Yeni makineler, fabrikalar ve yeni şehirler, insanların gelenek
temelli köklerini şoka uğratmış ve yeni çağa katılım talebi doğmuştur.
Birçoklarının kalbinde tarımsal yaşamın idealleştirilmesi bulunmaktadır.
Kapitalizme yöneltilen eleştiriye göre, kapitalizm ve onun çocukları insanların
altın çağlarını, eşitlik ve hürriyeti çalmıştır. Daha özelde ele alınacak olursa
insanlar sermaye sahiplerine köle haline getirilmiştir. Bu kapitalistler
çocukları ve kadın işçileri sömürmüş ve sanayileşme yoksulluk, çarpık
kentleşme, kirlilik ve diğer sosyal hastalıkların sahibi olmuştur.
ÖZET
Sanayi devrimi yeni bir kültürel çevre yaratmış ve yönetim
problemlerini gözden geçirmiştir. İnsanların ihtiyaçları şehir hayatına ve
fabrika yaşamına uyum sürecinde daha karmaşık hale gelmiştir. Örgütler sermaye
ihtiyaçları, iş bölümü ve ekonomik öngörülebilir performans taleplerine göre yeniden
şekillendirilmiştir. Örgütler, piyasa ekonomisinde yenilik yapmak ve rekabet
etmekle yükümlüdür. Bu durum da büyüme ve ekonomilerin geniş ölçekli üretim ve
dağıtım yapması konularında bir baskı oluşturmuştur. İktisat teorisinin
belirttiği üzere girişimci-yönetici, geleneksel üretim faktörlerini
birleştirerek belirgin bir rol oynamıştır. Büyüklükle birlikte yöneticiler için
yetenekli, disiplinli, eğitimli, motivasyona sahip işgücü ihtiyacı gündeme
gelmiştir. Aynı şekilde, operasyonları planlama, örgütleme ve denetim için
erken dönem girişimde rasyonalizasyon ihtiyacı doğmuştur.
DEĞERLENDİRME
-Wren ve Bedeian (2009, 16-22), yönetimin tarihsel sürecine yönelik
yaptığı değerlendirmelerde Çin, Hint, Yunan, İbrani ve Roma başta olmak üzere
birçok medeniyeti ele almış ve yönetime ve ticarete yaptıkları katkılara dikkat
çekmiştir. Ancak bu dönemlerde hüküm sürmüş olan ve yaşadıkları çağlara mührünü
vurmuş olan Türk devletlerinin katkılarına hiç değinmemiştir. Dolayısıyla genel
bir yönetim tarihinden bahsetme iddiası eksik kalmıştır. Buradan hareketle,
çağdaş yönetim anlayışının gelişmesine kadar olan süreçte Türk kültür ve
medeniyetinin katkıları ve etkilerinin olup olmadığı sorusunun takibi
yapılabilir.
-Metni okumakla birlikte etkilendiğim bir diğer husus ise eğitim
sistemimizde Doğu kaynaklı metinlere hak ettiği gibi bir önem verilmediği
sonucuna ulaşmamdır. Metinde bahsedilen Hint dünyasının Machiavelli’si olarak
kabul edilen Kautilya ve asırlardır okunan eseri Arthashastra hakkında ulusal
literatürde çok az bilgiye rastlandığını gördüm. Daha da vahim olanı ise 2 bin
300 yıl önce yazılan Arthashastra (Hükümdarın Mülkünün Elkitabı)
başlıklı bu nadide eser ilk defa 2018 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından
Türkçe'ye çevrilmiştir. Dolayısıyla, yönetim ve işletmecilik bağlamında
incelenmesi ve ulusal literatüre katkı sağlayıcı çalışmaların yapılması için
bir potansiyel barındırmaktadır.
-Yazarların eleştirilebilecek bir diğer noktası ise yönetim
sürecinin sadece Batı eksenli bir hikâyesine odaklanmış izlenimi vermektedir.
Yönetim tarihinde yaşanan gelişmeleri daha kapsayıcı bir şekilde ele almak,
Batının dikotomik yaklaşımından uzaklaşarak diğer kültür ve medeniyetlerin
yaşadıkları süreci de irdelemek yerinde olacaktır.
KAYNAKLAR
https://tr.wikipedia.org/wiki/Merkantilizm 09.11.2018.
https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Nebukadnezar 09.11.2018.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Arthashastra 09.11.2018
[1]
Daniel A. Wren ve Arthur G. Bedeian, The Evolution of Management Thought, Wiley
& Sons, 2009.
[2]
I. Nebukadnezar, MÖ 1125-1104, İkinci İsin Hanedanı ve Dördüncü Babil Hanedanın
dördüncü sultanıydı. Babil Sultanları Listesi C'ye göre 22 sene idare etmiştir
ve hanedanın en önde gelen kralıydı. Elam'a karşı zaferi ve kült putu Marduk'u
kurtarması ile bilinir. Daha meşhur olan II. (Kaynak: Wikipedia).
[3] Arthashastra
devlet idaresi, ekonomi politikası ve askeri stratejiyi konu alan bir eserdir.
Eserde müellifleri Kautilya ve Viṣṇugupta olarak geçer ki geleneksel olarak bu
isimlerle tanımlanan kişi Çanakya'dır. Kaynak: Vikipedi
[4]2 bin 300
yıl önce yazılan Arthashastra ilk kez Türkçe'ye çevrildi HİNT dünyasının
Machiavelli’si olarak kabul edilen Kautilya ve asırlardır okunan eseri
Arthashastra, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından ilk kez Türkçe'ye çevrildi. https://www.cnnturk.com/yurttan-haberler/istanbul/2-bin-300-yil-once-yazilan-arthashastra-ilk-kez-turkceye-cevrildi
[5] Merkantilizm,
16. yüzyılda Batı Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Merkantilizme göre
bir milletin refahı anaparanın miktarına bağlıdır ve küresel ticaret hacmi
değişmez. Ekonomik servet veya anapara devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş
miktarı veya ticari değer ile temsil edilir. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Merkantilizm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder