YÖNETİM DÜŞÜNCESİNİN EVRİMİ (BÖLÜM 2-3)


YÖNETİM DÜŞÜNCESİNİN EVRİMİ  (BÖLÜM 2-3)[1]
                                                                                                            Muhammet NEGİZ


Sanayileşme göreceli olarak son dönemlere ait bir olgudur. İnsanlık, Sanayi Devrimi olarak bilinen güç, taşımacılık, iletişim ve teknolojide yaşanan mükemmel ilerlemeden çok daha önce varlığını sürdürmekteydi. Sanayileşmeden önce başlıca örgütler ev halkı, kabile, kilise, ordu ve hükümet şeklindeydi. Bazı kişiler ekonomik girişimlere dâhil oluyorlardı ama bu Sanayi Devrimi sonucunda ortaya çıkan sonuçlarla kıyaslanabilir bir ölçekte değildi. Bununla birlikte askeri seferberliklerde, ev işlerinde, hükümetin yönetiminde ve kilise faaliyetlerinde yönetim hala bir ihtiyaçtı. Eserin ikinci bölümünde medeniyetlerin erken dönemlerindeki yönetim teşebbüsleri incelenmekte ve Sanayi devrimine götüren kültürel değerler değişimini tartışmaktadır.

ERKEN DÖNEMLERDE YÖNETİM

YAKIN DOĞU

Grup bağlılıkları aileden ulusa doğru değişime uğrarken örgütsel otorite sorunu bir problem haline geldi. Ailede otorite ataerkil ya da anaerkil olarak kalırken, ulusal olarak ise idareciler (chiefs) ve din adamları arasında sıklıkla çatışma olmaktaydı. Bunlardan ilki seküler bir güç iddiasında iken, ikincisi ise göksel bir hâkimiyet iddiasına sahipti. Bu mücadele ve otoritenin bölünmesinden rahip hükümdar ya da kutsal kral fikri ortaya çıktı. Kral, rahipler tarafından takdir edilinceye kadar kral değildi ve bu gelenek uzun süre devam etti.
Bu ilahi krallardan birisi Babil hükümdarı Hammurabi (MÖ.2123-2071) idi. Kendisinin yönetim hakkını ve kanun maddelerini güneş tanrısından almıştı. Babil, modern Bağdat’ın yakınlarında ve Fırat ile Dicle nehirleri arasında kalıyordu. MÖ. 2250 yılında Hammurabi 282 yasanın maddelerini yayınladı. Bu yasalar, iş anlaşmaları, kişisel davranışlar, kişiler arası ilişkiler, cezalar ve diğer bir dizi sosyal unsurlara hükmetmekteydi. M.Ö. 604 yılında I. Nebukadnezar[2], Babil’in kralıydı. Elbise dokumacılarına ödeme yiyecek olarak yapılırdı ve miktar ise kumaşın topacına göre ya da dokumacının üretim çıktısına göre belirlenirdi.

UZAK DOĞU

Kadim Çin medeniyeti bazen kapılarını Batılılara göz atmaları için açmıştır. Bilinen en eski askeri bilimsel eser Sun Tzu adındaki bir Çinli general tarafından kaleme alınmıştır (MÖ. 600). Eserinde orduyu bölükler halinde sıraya koyma, subaylar arasında kademe dereceleri tesis etme, gong (zil, çan), bayrak ve uyarı ateşini iletişim amaçlı kullanma gibi konuları yazdı. Savaşa gitmeden önce uzunca düşünmeyi ve planları söylemeyi savundu; “Böylece, birçok plan hesaplaması yap zafere götüren ve biraz da yenilgiye götüren hesaplamalar.” Muhtemeldir ki, General Sun Tzu, kurmay subay pozisyonundaydı: Eğer pazar/piyasa, savaşı temsil ediyorsa, “rekabetçi üstünlükler”, “kuvvetler” ile “rakip” de “düşman” ile kıyaslanabilir ve modern yönetim stratejisinin tarihi temellerini görebiliriz.

Konfüçyüs (MÖ. 552-479), ahlaki öğretileri ve liyakat sistemini savunması ile çağlara damgasını vurdu. Onun zamanında en saygıdeğer amaç, devlette görev almaktı; tüccarlar sosyal itibar açısından hükümlülerden sadece hafifçe yukarıda sınıflandırılmıştı. Hükümet kadroları için rekabet şiddetliydi ve Konfüçyüs, ofislerin liyakat ve yeteneklerini kanıtlamış bireylerin peşinden gitmesi gerektiğini savunuyordu. Konfüçyüs’ün tavsiyeleri ile liyakat sınavları Han Hanedanlığı zamanında başladı (MÖ. 206- MS. 220). Liyakatin seçmede temel olması zamanında teşvik için liyakat derecelemesine  (performans değerlendirme) götürdü.

Formalistlerle hümanistler arasındaki bu mücadele ne kadar da eski! Sistem ve birey… Aynı şekilde Çinlilerin iş bölümü ve departmanlaşmaya aşina olduklarına dair MS. 1’den kanıtlar bulunmaktadır. Bir pirinç kâsesi üzerinde, kâsenin bir hükümet atölyesinde yapıldığı ve oradaki çeşitli esnaflar arasında yüksek derecede çalışan uzmanlaşması bulunduğuna dair bir yazı yer almaktadır.  Bu atölye 3 departmana ayrılmaktadır: muhasebe, güvenlik ve üretim. Bu tür arkeolojik eserler, eskiçağ yönetim pratiklerini anlamamızı sağlamaktadır.

Chanakya Kautilya (MÖ. 332-298) adındaki bakanın Arthasahstra’sı[3] Hint kamu yönetimini kurmuştur ve ekonomik, sosyal ve politik olarak düzenin nasıl kurulması ve sürdürülmesi gerektiği üzerine nasihatler içermektedir[4]. Kautilya, yeterli görevlilerin bulunmasının zor olduğu konusunda uyarıda bulundu. Düzeni sağlamak için, yakın kontrol, sert ceza, hükümet içerisinde diğer çalışanları izlemek için istihbarat ağı ve çalışanların kendilerinin sadakatini test etmelerini özendirmek için teknikler önermektedir. Kautilya’nın insan doğası hakkındaki varsayımları,  düzeni sağlamak için sağladığı reçeteler, kadim oldukları kadar moderndir. O, Batıda yaygın olarak bilinmese de yazarlar Kautilya’nın fikirlerine tekrar Batılı eserlerin içerisinde rastlamıştır. Kautilya, idarecilerin arzulanan kişisel özellikleri (yüksek soydan, bilgi ile kutsanmış, güzel konuşan/belagatli, zeki, hevesli, sosyal…) ve kişinin mülakatlar ve referans kontrolü ile nasıl seçileceği üzerine de yazmıştır. Danışmanların kullanımı, departmanların ve direktörlerinin tesis edilmesi, detaylı iş tanımlarının birçok ofis için hazırlanması konularını da kaleme almıştır. Aynı şekilde, kamu yönetiminde çalışmıştır. Onun yazıları bizim birçok yönetim kavramı ve varsayımlarımızın ne kadar kadim olduğu fikrini pekiştirmektedir.

MISIR, İBRANİLER, YUNANİSTAN, ROMA, KATOLİK KİLİSESİ, FEODALİZM VE ORTA ÇAĞLAR

Wren ve Bedeian (2009, 16-22), yönetimin tarihsel süreçteki gelişimi ve günümüzdeki modern yönetim sorunları ile olan benzerlikler ve farklılıklara ilişkin değerlendirmesine Mısır, İbraniler, Yunanistan, Roma, Katolik Kilisesi, feodalizm ve Orta Çağ’ı ayrıca ele almıştır. Mısırlılar döneminde Nil deltasında açılan kanallar, piramitlerin inşası gibi birçok mühendislik harikası daha sonra Romalılar ve Yunanlıların geliştireceği unsurlar olmuştur.

Bu dönemlerdeki ilk kadim terimlerden bir tanesi profesyonel yönetim rolünü ifade etmek için kullanılan “vezir”dir (vizier).  Bu kelimeden günümüzde “supervisor” kelimesi türetilmiştir. Bu ofisin varlığına dair ilk bulgular MÖ. 1750 yılına kadar gitmekte iken, sürecin daha eski olduğu düşünülmektedir. Bu vezirlerden en kadimlerinden birisi olarak Hz. Yusuf görülmektedir. Kardeşlerince köle olarak satılmış ama öngörüleri sayesinde firavunun vezirliğine (danışmanlığına) kadar yükselmiştir. Bu bir yetki devridir. Firavun, manevi konularla ilgilenirken, Hz. Yusuf maddi hususlarını eline almıştır. Vezirin ofisi kadim bir yönetim, organizatör ve karar verici ofisidir. 

Benzer bir yöneticilik, İbranilerin tarihinin incelenmesi ile ortaya konulmuştur.  Hz. İbrahim (MÖ. 1900), Hz. Yusuf (MÖ. 1750), Hz. Musa (MÖ. 1300) ve Hz. Davud (MÖ. 1000) gibi “mükemmel” olarak tanımlanan liderler İbrani tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca, Yargıçların Kitabı isimli esere göre yukarıda ifade edilen liderlerden sonraki dönemde 12 yargıcın 410 yıl boyunca başarıyla hüküm sürdükleri belirtilmektedir.

Yönetim sürecinde Mısır’dan etkilenen liderlerin hiyerarşik yapıyı tasarlarken bu etkiyi yansıttıkları görülmektedir. Bir danışmanın 10 kişiden sorumlu olduğu yapılarla bin, yüz, elli ve onluk üzerinden bir şema geliştirilmiştir. Bu kişilerden sorumlu olan yargıçlar önemli konularda Hz. Musa ile iletişim sağlarken diğer sorunları kendileri yoluna koymaktadır. Bu şekilde “istisnalarla yönetim” ilkesi hayata geçirilmiştir. Bu konuda kutsal kitaplarında danışmak tavsiye edilmiştir:

Will Durant tarafından ifade edildiği üzere, “milletler stoik olarak doğar ve epiküryen olarak ölür.” Bu döngünün hem Yunan hem de Roma devletleri için geçerli olduğu görülmektedir. Amerika ise stoik ve püriten olarak kurulmuşken acaba gelecek geçmişi öngörür mü?
Batılı yaşam tarzının önemli parçası haline gelmiş olan sanat, dil, drama ve edebiyat gibi kurumlar antik Yunan kaynaklıdır. Bunlara rağmen Yunan ekonomi felsefesi çalışma karşıtıydı (anti-business).  Ayrıca, ticaret ve alış-veriş Yunan idealinin onurunun altında görülmekteydi. Aristokrat ve felsefeci kesimi çalışmayı bayağı bir şey olarak değerlendirirlerdi. Bu işler genelde köleler ve az saygıdeğer görülen vatandaşlar tarafından gerçekleştirilirdi.

Bununla birlikte, yönetim becerileri üzerine Socrates (MÖ. 469-399), Aristotle (MÖ. 384-322), Platon (MÖ. 428-348) görüşlerini beyan etmişlerdir.  Örneğin; Socrates, yönetim becerilerinin aktarılabileceğini ifade etmiştir. Platon ise, insanların farklılığına dikkat çekmiş ve iş bölümlendirmeye dikkat çekmiştir. Aristo da yönetim ve organizasyon hakkında çeşitli açıklamalarda bulunmuş, çalışanların dikkatinin dağılmadığı durumlarda daha iyi işlerin yapılabileceğine dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, departmanlaşma, otoritenin merkezileşmesi, yerelleşmesi ve yetki dağıtımı, sinerji ve liderlik gibi konularda görüşlerini beyan etmiştir. Xenophon da iş bölümünün avantajları üzerinde durmuştur.

Yunanlıların bıraktığı boşluğu dolduran Romalılar, lejyonlarına silah temini için yarı fabrika sistemini geliştirdiler. Bunun dışında çömlekçilik ve tekstil üretimi yaparak dünya piyasasına ihraç ettiler. Meşhur Roma yol sistemi, isyancı kolonilere orduları hızlı bir biçimde ulaştırma amacının yanında, bu ürünlerin dağıtımına hız vermek için inşa edilmiştir. Romalılar da Yunanlılar gibi ticareti ve iş aktivitelerini hakir görme geleneğini miras edinmiştir. Bu işleri Yunanlılar ya da Asyalı özgür kişiler yerine getirmektedir. Bununla birlikte dış ticaretin büyümesi neticesinde ticari standartlaşma ve devlet tarafından geliştirilen garanti sistemi ölçütleri, ağırlıklar ve madeni para ihtiyacı doğmuştur. Devlet bütün Roma ekonomik hayatını düzenlemiştir. Verilerin belirlenmesi, tekeller için ceza kesilmesi, esnaf loncalarının düzenlenmesi ve buralardan gelen gelirlerin birçok savaşta kullanılmasını sağlamıştır. Romalılar da onlu örgüt yapısını kullanmıştır.

Katolik Kilisesi konusunda belirtilen ifadelerde de Hıristiyanlığın Ortadoğu’dan itibaren teknik ve örgütsel sorunlarla karşılaştığına dikkat çekilmektedir. İnancın yayılması ile yeni mezhepler gençleri etkileyerek yeni yetme farklılıklara kapı aralamaktadır. Her kilise kendi doktrinini belirlemiş ve üyelik şartlarını oluşturmuştur. Din adamları arasında da belirli bir hiyerarşi tesis edilmiştir. MS. 314 yılında gerçekleşen Arles Konsülü ve MS 251 yılında gerçekleşen İznik Konsülü neticesinde hiyerarşik yapı gözden geçirilmiş ve papanın yeni ofisi Roma Piskoposluğu olarak belirtilmiştir.  Bu sayede papalık, Roma’da doktrin ve otorite olarak merkezi bir konum elde etmiştir. Bununla birlikte Katolik Kilisesi ile diğer kiliseler arasında bu merkezilik konusu tartışma kaynağı olmaya devam etmiştir. Amaç birliği ihtiyacı, yerel problemler ve şartların takdir yetkisi konusundaki ihtiyaç halen devam etmektedir.

Rönesans yazarları “Orta Çağ” ifadesini ortaya koyarak, Roma’dan Rönesans dönemine kadar olanları tanımlamaktadırlar. Köleliğin Romalılar döneminde ekonomik olmadığının anlaşılması ve onların çalışmak için herhangi bir istek göstermemesi gözlemlenmiştir. Köleliğin kaldırılması ise ahlaki bir süreç ile değil, ekonomik değişimlerle gerçekleşmiştir. Büyük devletlerin ve siyasi düzensizliğin Roma’nın düşüşü sonrasında ekonomik, sosyal ve kültürel bir kaosa sürüklendiği ve bunun sonucunda da feodal sistem için uygun bir ortamın oluştuğu görülmektedir. Feodalizm, kültürel bir sistem olarak yaklaşık 600’den 1500’e kadar hüküm sürmüştür. Bu sistemde insanlar toprağa bağlıdır ve sert sınıf ayrımları söz konusudur ve bu süreç Sanayi Devrimi’ne kadar devam etmiştir.

TİCARETİN YENİDEN DOĞUŞU

Feodalizm ile birlikte gündeme gelen haçlılar, bunun sonucunda ortadan kalktı. Haçlıların elinden Kudüs’ün Müslümanlara geçmesi ile Avrupa’da büyük bir değişim girişimi baş gösterdi. Haçlılarla birlikte açılan ticaret yollarının yanında ufku dar, feodal Avrupa’ya Ortadoğu’nun zenginlikleri gösterildi. Bütün bunların yanında haçlılar, Hıristiyan inancının zayıflamasına neden oldu. Kendi gezileri için namağlup dini ikna ile gemiye binerek Haçlılar, Ortadoğu’nun kültür, davranış, ahlak, ticaret, endüstri ve refah konusunda öncü olduğunun farkına vararak döndüler.

Bunun dışında insanların gözünün açılmasına neden olan kişilerden birisi de Venedikli tüccar Marco Polo (1254-1324) oldu. Uzakdoğu ülkelerine yapmış olduğu seyahatlerde Çin, Tibet, Burma ve Hindistan’dan 1295 yılında dönerek anlatmış olduğu öykülerle Tatarlar, Moğollar, Mançurya kabilelerinin ordularını organize etme şekilleri, onluk sistem ve askeri kadroların tasarımı konularında önemli bilgiler getirdi.

Haçlıların kültürel karşılaşmalarının sonuçları daha seküler bir yaşama sevk ederken, Avrupa’da dini düşüncenin sınırları zayıflıyordu. Bu süreçte yeni bir ticari ruh, feodalizmin topraklarını doldurmuştu. Yeni pazarlar, yeni fikirler, şehirlerin yükselmesi, yeni orta sınıfın ilk tohumları, özgürce paranın ve kredi araçlarının sirkülasyonu sağlanmış ve Rönesans ve Reform için temeli yaratan siyasi düzen yeniden güçlenmişti. Bu dönemde üretim araçları ve üreticiler konusunda önemli düzenlemeler dikkat çekmektedir. Meslek örgütlerine yönelik çeşitli sınırlamalar, vergi ve muhasebe düzenlemeleri, usta-kalfa-çırak uygulamalarına yönelik esaslar ve ücretlendirme gibi birçok farklı alanda önemli esaslar ortaya konulmuştur.  Bu dönemde dikkat çeken hususlardan bir tanesi de Friar Johannes Nider tarafından ortaya konulan ticaret kuralları ya da etik üretim kodlarıdır. Bu sayede tüccarlar işlemlerinin adil olduğunu garanti etmişlerdir.

Sanayi dönemine geçişle birlikte kültürel unsurlarda da yeni bir değişim meydana gelmiştir. Bu değişimle birlikte yeni sanayi döneminin kültürel temelleri kurulmuştur ve bu durum insanları itaatten kaynakların paylaşımı için ekonomik düzenlemelerde, sosyal ilişkilerde ve politik kurumlarda yeni keşfedilmiş özgürlüklere getirmiştir. Özgürlük ahlakı, insan ve devlet arasındaki ilişkilerde anayasal hükümet aracılığı ile yeni kavramlar oluşturmuştur. Pazar etiği, Pazar yönelimli ekonomi kavramını meydana getirmiştir. Protestan etiği, özgürlük etiği ve pazar etiği kavramlarının üçü ya da kültürel yönetim standartları uygulamada insan, iş ve kara yönelik kültürel değerleri değiştirmek için etkileşim içindedir. Bu kültürel yeniden doğumun çıktısı yeni bir çevrenin yaratılmasıydı. Bu da formal yönetim çalışması için bir ihtiyaca yönlendirmektedir.

Katolik Kilisesi, devletler üstü konumu ile hayatı domine etmiş ve insanların ölümden sonraki yaşama hazır olması konusunda bir umut vermiştir. Bu nedenle de Kilise, dünyadaki ticari faaliyetlerin bireydeki öbür dünyayı kazanma isteği, tevazu ve itaat gibi kavramları inisiyatif alma, aktif olmaya dönüşeceğini belirtmiştir. Ancak, haçlıların neden olduğu dinden soğuma ve dini sorgulama süreci Kilise karşıtı bir tutumun gelişmesine neden olmuştur. Protestan Reformu olarak adlandırılan bu sürecin öncüsü ise Martin Luther olarak görülmektedir. Martin Luther, Kilise ile faizi eleştirme, ticareti “nahoş iş” olarak görme ve dönemin Almanya’sında önde gelen tüccar ailesi Fuggers’lara ser bir biçimde karşı olma konusunda aynı tarafta yer alıyordu.

Weber’e göre Luther, Tanrı tarafından belirlenen görevleri çağrıştıran bir yeni fikir getirmiştir, bir yaşam görevi… Bu fikir, Reform sürecinde Protestan mezhebinin esas dogması haline gelmiştir. Katolik kavramlarında yer alan, “bu dünyada geçimini sağlayacak şekilde yaşama ve manastır çileciliği”ni reddederek, bu dünyada bireylerin üzerlerine düşenleri yapmasını teşvik etmektedir. Bu yaklaşım, dünyevi ilişkileri ahlaki eylemlerin en yükseği olarak konumlandırmış ve yeryüzündeki görevlerin performansını dibi işaret ve yaptırım olarak vermiştir. Her bireyin mesleği bir tutkudur ve hepsi Tanrı katında meşrudur. Her iş, maddi bir kazanç sağlamanın ötesinde çalışmayı bir tür ilahi istek olarak görülmektedir. Bu durum, kişilerin kendilerine yardımcı olması ile Tanrının da onlara yardımcı olacağı şeklinde değerlendirilmektedir.

WEBERCİ YAKLAŞIMIN ELEŞTİRİSİ

Her tezin bir antitez üretmesi gibi Weber’in Protestan etiği de bir istisna değildir. R.H. Tawney, Weber’in tezini tersine çevirir ve kapitalizmin “sebep” olduğunu ve Protestanlığın etki değil gerekçe olduğunu tartışır. Tawney, Katolik şehirlerin önemli ticaret merkezleri olduğunu ve Katoliklerin öncü bankacılar olduğunu ve kapitalist ruhun Weber’in tartıştığı XVI. ve XVII. yüzyılın ötesinde birçok yerde bulunduğunu belirtir.  Tawney’e göre kapitalizm bir eylem ve reaksiyondur, diğer kültürel güçlerin etkisiyle hem biçim vermiş hem de biçimlendirilmiştir.  Rönesans, akıl, keşif, işletme ve bilim üzerinde yeni bir odak getirmiştir. Bütün bunların hepsi Kilisenin tekil otoritesine bir meydan okumadır.

2 varsayımla iki farklı sonuca ulaşılabilmektedir: Weber’in düşüncesine göre, Kilise değişti ve kapitalizmin ruhu zenginleşti. Twaney’in görüşünde ise; ekonomik motivasyon, Kilise otoritesinin engelini buharıyla iterek doğmadaki değişimin güvenlik vanasına ulaştırdı ve ekonomik girişimleri onaylayabildi.

WEBER’E ÇAĞDAŞ DESTEK

Weber’in tezlerine yönelik eleştirilere rağmen, çağdaş bir kanıt olarak, Protestanların işe yönelik farklı değerlere tutundukları görülmektedir. McClelland, The Achieving Society isimli eserinde ekonomik gelişme için genel olarak önemli olan psikolojik faktörleri araştırmıştır. Söz konusu faktör ise “başarı ihtiyacı” olarak ortaya çıkmıştır. McClelland’ın çalışması hem tarihsel olarak hem de kültürlerarası olarak gerçekleştirilmiş ve Weber’in tezini destekleyen bulgular elde edilmiştir..
Lenski de Weber’in görüşlerini lehte ve aleyhte değerlendirmiştir. Genel olarak olumlu yönlerine dikkat çekmiştir. İş dünyasında işe yönelik tutku, davranış gibi çeşitli durumları dini mensubiyet açısından ve işte yukarı yönlü hareket etme yeteneği açısından değerlendirmiştir. Buna göre ilk sırada Yahudiler, ikinci sırada Protestanlar, üçüncü sırada Katolikler yer almıştır.

 ÖZGÜRLÜK ETİĞİ

Başarma ihtiyacı ve maddi gayretler için bireysel ödüllerin yaptırımını varsaymada politik sistemin bireysel özgürlüklere yol açıcı olması gerekmektedir. Kralların ilahi hakları, toprak sahibi lordun aristokrasisi, kilise tarafından seküler otoritenin gerçekleştirilmesi, doğuştan kölelik sanayileşmiş bir toplumun oluşturulması için pek tasvip edilecek şartlar değildir. Aydınlanma dönemi ile birlikte siyaset felsefecileri insanların eşitlik, adalet, vatandaşlık hakları, haklı sebep kuralı (a rule of reason), yönetilenin rızası ile yöneten cumhuriyet anlayışı gibi düşüncelerini teşvik ettiler. O dönemde bu tür fikirler mevcut düzen tarafından, vatandaş ve devlet arasındaki ilişkiye dair görüşlerde büyük bir devrimle tehdit edildiler.

Bu süreçten önceki dönemde baskın olan iki isim Nicolo Machiavelli ve Thomas Hobbes olarak ifade edilmektedir. Machiavelli’nin kaleme aldığı Prens isimli eser, nasıl iyi ya da nasıl kötü yönetilmesi gerektiğini değil, yönetimin nasıl başarılı olması gerektiğinin altını çizmiştir. Zirve için 3 yol olduğunu ve bunların da “talih”, “yetenek” ve “kötülük” (villainy) olduğunu ifade etmiştir. Machiavelli, Lord Acton’un “güç bozar ve mutlak güç mutlaka bozar” şeklindeki görüşünden beslenmiştir.

Thomas Hobbes’in Leviathan (1651) başlıklı eseri ise güçlü merkezi liderlik için sonraki argümanı oluşturmaktadır. Analizine sivil hükümetsiz doğadaki insanlık ile başlamıştır ve “Leviathan” gibi mükemmel bir gücün kaostan düzen sağlanması için var olması zorunluluğunu ifade etmiştir. Bu kişi ya da organ egemen olacaktır. Çünkü, hükümetin bütün hakları ona verilmiştir. Onun güçleri iptal edilemez ve kesin bir egemenlik söz konusudur. Hobbes için bu egemenliğin dini ya da sivil olmasının merkezi gücün bütün idare ve açıklamaları düzenlemesi halinde hiçbir önemi yoktur. Egemenlik hepsine hüküm sürer ve birey yöneten kişiye itaat eder.

İnsanın özgürlüğü konusunda bir değer eser ise John Locke’a aittir. Concerning Civil Government (1690) (Sivil Hükümet Hakkında) başlıklı eseri ile Locke, siyaset teorisine önemli bir katkı yapmıştır ve siyasi eylemin etkili bir kışkırtıcısı olarak değerlendirilmektedir. 1688 yılında gerçekleştirilen kansız İngiliz devriminin prensiplerini ortaya koymuştur ve bunlar İngiliz anayasasında köklü değişiklikler getirmiştir. Ayrıca, 1776 Amerikan Devrimi için zemin hazırlamış ve Bağımsızlık Bildirgesi yazarlarına, Jean Jack Rousseau’nun Sosyal Sözleşme’sine ve bunların ardından gelen Fransız Devrimi’ne ilham kaynağı olmuştur. Siyaset teorisi ve eylemi konusunda onun kadar başka birisinin etkili olmadığı düşünülmektedir. Locke, kralların kutsal haklarına saldırmış ve otorite için yeni bir konsept getirmiştir: “Prens ya da yasama organının güvenlerine aykırı davranıp davranmadığını kim yargılayacak?…  Buna ben cevap vereyim; insanlar yargılayabilmeli.”

PAZAR/PİYASA ETİĞİ

Ekonomik düşünce Ortaçağ dönemlerinde temel olarak kısır bir konumdaydı. Çünkü yerelleşmiş, asgari geçim ekonomilerinin kendilerini açıklamak için ekonomik teoriye ihtiyaçları yoktu. Erken dönemde insanların üretim faktörü olarak sahip oldukları toprak ve işçi olarak görülmekteydi ve hatta işçiye sahip olmamak da önemli bir sorun değildi. Sermaye bir girdi faktörü olarak küçümsenirdi ve onun getirileri belalı görülürdü. Yönetimin örgüte kaynak girdisi olduğu şeklindeki fikir erken ekonomik düşüncede tamamen eksikti.

XVI. ve XVII. yüzyıllarda ulusal tüzelliklerin yeniden ortaya çıkması ile ekonomik düşünce de yeniden şekillendi. Yeni toprakların keşfedilmesi, yeni ticaret yolları ve yeni ürünler uluslar arası bir pazarın oluşmasını sağladı. Ticaretteki bu devrim ise merkantalizmin[5] ekonominin felsefesi olması ile sonuçlandı ve devletin finans, ticaretin korunması ve güçlü ulusal ekonomilerin inşa sürecinde merkezi bir role sahip olmasını sağladı.

XVIII. yüzyılda ortaya çıkan Fizyokrat ekonomik düşünce okulu merkantalizme karşı yükseldi. Francois Quesnay, bu okulun kurucusu olarak refahın altın ve gümüşte olmadığını ve tarımsal üretimden ortaya çıktığını belirtmiştir ve bırakınız yapsınlar kapitalizmini (laissez-faire capitalism) savunmuştur. Bu yaklaşım da devletin piyasa mekanizmalarını kendi haline bırakması anlamına gelmektedir. Ekonominin doğal bir düzeni ve uyumu bulunmakta ve devlet müdahalesi, olayların normal gidişatına engel olmaktadır.

Adam Smith (1723-1790), İskoçyalı iktisatçı, fizyokrat olmamasına rağmen bu okulun ekonomideki doğal uyum görüşünden etkilenmiştir. Smith, Milletlerin Zenginliği isimli eserinde Klasik Okul’u oluşturdu ve liberal ekonominin kurucusu oldu. Devletin müdahaleci anlayışının endüstriyi korumaktan çok etkinliğine zarar verdiğini savunmuştur. Smith, sadece piyasanın ve rekabetin ekonomik eylemleri düzenleyebileceğini ifade etmiştir. Piyasanın “görünmez eli” kaynakların en iyi tüketicisine ulaşmasını ve en etkili ödülüne ve her bireyin ve her milletin kendi iktisadi çıkarına ulaşmasını garanti altına alacaktır, tam rekabet piyasasında işlem yapmak herkese en mükemmel bolluğu getirecektir.

Smith, işgücünün uzmanlaşması kavramını piyasa mekanizmasının sütunları olarak görmektedir. Smith, birçok endüstride iş bölümü ilkelerinin başarılı bir şekilde çalışma sağladığına dikkat çeker. Bununla birlikte iş bölümü yapmanın olumsuz yönlerine de dikkat çekmiş ve sürekli aynı işi yapan kişilerin diğer becerilerinde de bir gerileme sürecinin başlayabileceğini dile getirmiştir.

SANAYİ DEVRİMİ: PROBLEMLER VE ÖNGÖRÜLER

Sanayi devrimi medeniyet için yeni bir çağın habercisi olmuştur. Kültürel yeniden doğuş, yeni sosyal, ekonomik ve politik şartları bilim ve teknolojide gelişme adına yaratmıştır. Teknolojide yaşanan sonraki gelişmeler, fiziki ve beşeri kaynakların geniş bir kombinasyonunu yapmayı mümkün hale getirmiştir ve fabrika sisteminde üretimin ev tipi sistemine değişim için yol göstermiştir.

BÜYÜK BRİTANYA’DA SANAYİ DEVRİMİ

Sanayi süreci sürekli olarak bilim ve teknolojideki gelişmelerle yakın bir bağ içerisindedir. XV. Yüzyılda Johannes Gutenberg (1400-1468) tarafından geliştirilen hareketli yazı baskısı sayesinde günümüzde de devam eden enformasyon devriminin kapısı aralanmıştır. Bilimsel devrim, gözlem ve soruşturmanın ruhuna vurgu yapmış ve takip eden süreçte meydana gelen teknolojik devrimin temellerini inşa etmiştir.

Dean tarafından belirtildiği üzere sanayileşme öncesi toplumlarda düşük milli gelir, ekonomik durgunluk, tarıma bağlılık, düşük iş bölümü ve uzmanlaşma ve piyasaların entegrasyonunu çok düşük olması gibi durumlar sözkonusudur. Sanayileşmiş toplumlarda ise bunların tam tersi gerçekleşmektedir. Büyük Britanya’nın 1750’de sanayileştiği ve sonrasında sürecin daha da hızlandığına dair en önemli kanıt yaşanan bu değişimdir.

Büyük Britanya’da öncelikli endüstri alanı Sanayi Devrimi öncesinde tekstil iken pamuğun her bir işlemi ayrı olarak gerçekleştirilirken mekanik gelişmelerden sonra tekstil endüstrisinde devrim gerçekleşmiştir. Tekstil alanında önemli gelişmelere rağmen asıl önemli adım buhar motorudur. MS. 200 tarihine kadar uzanan bir geçmişi olsa da teknik sorunların giderildiği buhar tahrikli motoru Thomas Newcomen geliştirmiştir. James Watt ise kendisinden önceki çalışmaları daha mükemmel hale getirmek için çalışmıştır ve ilk çalışan buhar motorunu 1765 yılında geliştirmiştir ama finansman sorunu ile prototipten Sanayi Devrimi’ne gidiş 11 yılını almıştır. 1781 yılında geliştirdiği motor ise kömür taşımacılığı ve demiryolu lokomotiflerinin güçlendirilmesi gibi çeşitli kullanım alanlarını açmıştır.

Tekerlekle bağlantılı bir çok endüstride buhar motoru daha etkili ve ucuz bir enerji sağlamıştır. Gemiler, trenler, fabrikalar Britanya ticaret ve endüstrisinde devrimi gerçekleştirmiştir. Üretim maliyetleri düşmüş, fiyatlar aşağıya çekilmiş ve pazarlar büyümüştür. İnovasyon ruhu yeniliklere götürmüş, yenilikler fabrikalara, fabrikalar yönetim ve organizasyon ihtiyacına götürmüştür. Büyüyen pazarlar daha fazla işgücü, daha fazla makine ve daha geniş çapta üretim ölçeği arayışına girmiştir. Sermayenin finansman ihtiyacı çerçevesinde büyük taahhütler ve bireyler makine ve çalışanlarını bir araya getirmiş ve bir otorite altında toplamıştır. Önceden kendi atölyelerinde iş yapan bireyler artık buhar gücünden yararlanacak biçimde aynı çatı altında birleşmişlerdir. Herkesin bir araya geldiği bir çalışma ortamında ise çalışanların gayretlerini gözlemlemek ve koordine etmek için büyük bir ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Yeni güç kaynağı mükemmelleştirilmiş, devasa sermaye yoğunluğuna ihtiyaç duyulmuş, acemi fabrika sistemi ise dünyanın hiç görmediği bir bolluk üretmek için sendeleyerek ileriye doğru yürümeye başlamıştır.

YÖNETİM: ÜRETİMİN DÖRDÜNCÜ FAKTÖRÜ

Sanayi devrimi öncesinde toprak ve işgören olarak kabul edilen üretim faktörleri arasına kilisenin de etkisinin azalması ile birlikte bir girdi faktörü olarak sermaye de eklenmiştir. Bunlara ilave olarak ise girişimci eklenmiştir. Girişimci kavramını ilk olarak ekonomik anlamda kullanan Richar Cantillon, girişimciyi ürünü belli bir maliyetten üreten ya da satın alan ama belirsiz bir fiyat üzerinden satan kişi olarak tanımlamakta ve iş kolu olarak ise herhangi bir ayrım yapmadan hepsini dâhil etmektedir.

Adam Smith, girişimciyi bir faktör olarak kabul ederken, Jean Baptise Say (1767-1832) girişimcinin rolünü daha detaylı bir biçimde tanımlamıştır. Tanımında bütün detaylara yer veren Say, girişimcinin gözetim ve yönetim sanatına sahip olması gerektiğini ifade etmektedir. Girişimcilerin bir kısmı sermaye sahibi olarak rol oynarken, bazıları da hisse ve yönetimde pay sahibi olmaktadır. Böylece girişimci, diğerleri için yönetici olarak emek, sermaye, toprak faktörlerini birleştirerek ilave risk üstlenmektedir. Böylece girişimci, üretimin dördüncü faktörü haline gelmektedir.

ERKEN DÖNEM FABRİKALARDA YÖNETİM PROBLEMLERİ

Yükselen fabrika sistemi önceden karşılaşılmayan farklı yönetim sorunlarını doğurmuştur. Kilise, kendi varlıklarını dogma sayesinde ve inanmışlığın adanmışlığı sayesinde yönetebilirken; ordu çok aysıdaki personelini sert bir disiplin hiyerarşisi ve otorite ile yönetirken ve hükümet bürokrasileri rekabet göstermeden ya da karlılık endişesi olmadan yönetebilirken; yeni fabrika sistemlerinde yöneticiler, kaynakların uygun kullanımını sağlamak için bu araçlardan hiçbirine başvuramadılar.

Büyük üretim merkezlerinin oluşturulması ile birlikte eğitimli yöneticilerin eksikliği önemli bir sorun haline gelmiştir. Girişimci birçok noktada yönetici rolünü de oynamak durumunda kalmıştır. Çok sayıda çalışanın olduğu bir üretim merkezinde ise onların denetimini yapmak zorlaşmıştır. Rekabet ve çok sayıda üretim gibi avantajların karşılandığı yeni üretim anlayışında operasyonların büyümesi ile birlikte çok sayıda yönetim problemi ortaya çıkmıştır.

İŞGÜCÜ PROBLEMİ

Bir girişimcinin yatırım kararı alması, sermayenin güç kaynağı, makine, bina, araçlar vb. satın almak için artırılması hususlarının hiçbirinin gerekli işleri yerine getirebilecek çalışanların istihdamına kadar bir gerçekliği bulunmamaktadır. İşgücünün geliştirilmesi ise kolay bir iş değildir. İşgücü problemlerini üzerinde yaygın olan kanaate göre 3 temel yaklaşım söz konusudur. Bunlar işe alma, eğitim ve motivasyon olarak ifade edilmektedir.

Çalışanların uyumsuz, huzursuz ve sapkın eğilimde olmaları gibi sorunlar firmaları yeni çareler aramaya sevk etmektedir. Roebuck and Garrett isimli firma bu nedenle fabrikasını İngiltere Birmingham’dan İskoçya’ya taşımıştır. İskoçların daha güvenilir ve itaatkâr oldukları kanısı bu adımın atılmasını sağlamıştır.

Çalışanların itaat rejimlerini kabul etmekte zorlanmasının bir diğer gerekçesi de önceki üretim kültürleri ve Püriten anlayışlarıdır. Bağımsız ve genel olarak herhangi bir otorite altında olmayan çalışanlar, yönetim hiyerarşisini önceden Kiliseye karşı oldukları gibi değerlendirmekte ve kabul etmemektedirler.

YÖNETİM BECERİSİ İÇİN ARAYIŞ

İşgören bulma, eğitme ve motive etme sorunlarına ek olarak kalifiye yönetici bulma sorunu bulunmaktaydı. Örgütler büyüdükçe, sahip-yöneticinin çalışanlara gözetim yapma yeteneği azaldı ve orta derece gözetimci/supervisor ortaya çıktı.

Sanayi Devrimi sonrasında İngiltere’de yeni üretim merkezleri için doğan yönetici ihtiyacını karşılayacak olan kadro yoktu. O döneme kadar olmayan yöneticiler için eğitim programları oluşturuldu. Her sektör için ayrı olarak verilen eğitimlerden sonra yönetici yeni bir sektöre atanması durumunda yeniden gerekli konularda eğitimden geçmesi gerekmekteydi. Ayrıca, yöneticilerin davranış kodları konusunda uyulması gereken bir standart bulunmuyordu. Bu nedenle her sektör için ayrı kodlar geliştirildi ve yönetici adaylarına tavsiyelerde bulunuldu.

James Montgomery, İskoçya’da muhtemel ilk yönetim metinlerini hazırladı. Onun tavsiyeleri genel olarak doğası gereği teknikti. İşin kalitesinin ve niceliğinin sağlanması, makinelerin tamiri, maliyetlerin düşük seviyede tutulması ve gereksiz şiddetten kaçınılması konusunda yapılması gerekenler hakkındaydı. Yöneticinin adil ve tarafsız olmak zorunda olduğunu ve sürekli teyakkuzda olarak hataların oluşmadan önlenmesini sağlaması gerektiğini not etmişti. Bununla birlikte kontrol işlevinin geriye değil ileriye bakması üzerinde duruyordu. Neticede, Montgomery’nin tavsiyeleri pamuk endüstrisi içindi ve diğer erken dönem yazarları gibi yönetim için herhangi bir genelleştirilmiş prensipler geliştirme arayışında değildi.

1800’lü yıllara kadar çalışanlara yetenek kıtlığı nedeniyle standart ücret uygulaması yapılırken, 1830’lu yıllardan itibaren ödemelerde kişinin becerileri dikkate alınarak farklılık gözetilmeye başladı. XIX. Yüzyılın ortalarına doğru ise John Stuard Mill, yöneticilerin yüksek zeka faktörüne sahip olmaları gerektiğini ifade etti. Eğitim aracılığı ile bir şeylerin ortaya meydana geldiğini, formal ve informal olarak ve iş başında öğrenme ile bunun sağlanabileceğinin altı çizildi. Ayrıca Mill, Adam Smith tarafından ifade edilen iş bölümü ve uzmanlaşmanın birtakım sakıncalarını kabul etmedi.

Fransa ya da İngiltere’nin aksine Büyük Britanya’da girişimcilerin konumu yükseliyordu ve birçok genç insan kendi geleceklerini ticarette atıyorlar ya da en azından büyük bir firmada küçük hissedar oluyorlar. Üçüncü ve dördüncü nesilde kurucu-girişimcinin çocukları kendi tarzını değiştirmiş ve maaşlı yöneticilere daha fazla statü sunmuştur. Yetkilerini maaşlı yöneticilere devretme eğilimindedirler.

ERKEN DÖNEM FABRİKADA YÖNETİM FONKSİYONLARI

Erken dönemde fabrikalarda personel temini, yetkin yönetici yardımcıları edinme gibi sorunlarla karşılaşan yöneticiler aynı zamanda günümüzde olduğu gibi planlama, örgütleme ve problemleri kontrol gibi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.

Fabrika teknolojisinin planlanmasında, makine ve güç kaynaklarının yerleştirilmesi, iş akışının gerçekleşmesi için uygun alanın belirlenmesi gibi beklentiler bulunmaktadır. Örgütsel yapının belirlenmesi sorunu da teknoloji çerçevesinde çözüm beklemektedir. Bunun yanında yöneticilerin personel kalitesi de başarı için önemli bir unsurdur. Yönetim bir disiplinden öte bir kişisel sanat olarak görülmekte pragmatik ama teorik olmayan ve sınırlı ama evrensel olmayan bir kavram olarak değerlendirilmiştir.

SANAYİ DEVRİMİNİN KÜLTÜREL SONUÇLARI

Yaşanan devrim sadece teknik anlamda olmayıp kültürel bir yöne de sahiptir. Yeni makineler, fabrikalar ve yeni şehirler, insanların gelenek temelli köklerini şoka uğratmış ve yeni çağa katılım talebi doğmuştur. Birçoklarının kalbinde tarımsal yaşamın idealleştirilmesi bulunmaktadır. Kapitalizme yöneltilen eleştiriye göre, kapitalizm ve onun çocukları insanların altın çağlarını, eşitlik ve hürriyeti çalmıştır. Daha özelde ele alınacak olursa insanlar sermaye sahiplerine köle haline getirilmiştir. Bu kapitalistler çocukları ve kadın işçileri sömürmüş ve sanayileşme yoksulluk, çarpık kentleşme, kirlilik ve diğer sosyal hastalıkların sahibi olmuştur.

ÖZET

Sanayi devrimi yeni bir kültürel çevre yaratmış ve yönetim problemlerini gözden geçirmiştir. İnsanların ihtiyaçları şehir hayatına ve fabrika yaşamına uyum sürecinde daha karmaşık hale gelmiştir. Örgütler sermaye ihtiyaçları, iş bölümü ve ekonomik öngörülebilir performans taleplerine göre yeniden şekillendirilmiştir. Örgütler, piyasa ekonomisinde yenilik yapmak ve rekabet etmekle yükümlüdür. Bu durum da büyüme ve ekonomilerin geniş ölçekli üretim ve dağıtım yapması konularında bir baskı oluşturmuştur. İktisat teorisinin belirttiği üzere girişimci-yönetici, geleneksel üretim faktörlerini birleştirerek belirgin bir rol oynamıştır. Büyüklükle birlikte yöneticiler için yetenekli, disiplinli, eğitimli, motivasyona sahip işgücü ihtiyacı gündeme gelmiştir. Aynı şekilde, operasyonları planlama, örgütleme ve denetim için erken dönem girişimde rasyonalizasyon ihtiyacı doğmuştur.

DEĞERLENDİRME

-Wren ve Bedeian (2009, 16-22), yönetimin tarihsel sürecine yönelik yaptığı değerlendirmelerde Çin, Hint, Yunan, İbrani ve Roma başta olmak üzere birçok medeniyeti ele almış ve yönetime ve ticarete yaptıkları katkılara dikkat çekmiştir. Ancak bu dönemlerde hüküm sürmüş olan ve yaşadıkları çağlara mührünü vurmuş olan Türk devletlerinin katkılarına hiç değinmemiştir. Dolayısıyla genel bir yönetim tarihinden bahsetme iddiası eksik kalmıştır. Buradan hareketle, çağdaş yönetim anlayışının gelişmesine kadar olan süreçte Türk kültür ve medeniyetinin katkıları ve etkilerinin olup olmadığı sorusunun takibi yapılabilir.

-Metni okumakla birlikte etkilendiğim bir diğer husus ise eğitim sistemimizde Doğu kaynaklı metinlere hak ettiği gibi bir önem verilmediği sonucuna ulaşmamdır. Metinde bahsedilen Hint dünyasının Machiavelli’si olarak kabul edilen Kautilya ve asırlardır okunan eseri Arthashastra hakkında ulusal literatürde çok az bilgiye rastlandığını gördüm. Daha da vahim olanı ise 2 bin 300 yıl önce yazılan Arthashastra (Hükümdarın Mülkünün Elkitabı) başlıklı bu nadide eser ilk defa 2018 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Dolayısıyla, yönetim ve işletmecilik bağlamında incelenmesi ve ulusal literatüre katkı sağlayıcı çalışmaların yapılması için bir potansiyel barındırmaktadır.

-Yazarların eleştirilebilecek bir diğer noktası ise yönetim sürecinin sadece Batı eksenli bir hikâyesine odaklanmış izlenimi vermektedir. Yönetim tarihinde yaşanan gelişmeleri daha kapsayıcı bir şekilde ele almak, Batının dikotomik yaklaşımından uzaklaşarak diğer kültür ve medeniyetlerin yaşadıkları süreci de irdelemek yerinde olacaktır.

KAYNAKLAR


[1] Daniel A. Wren ve Arthur G. Bedeian, The Evolution of Management Thought, Wiley & Sons, 2009.
[2] I. Nebukadnezar, MÖ 1125-1104, İkinci İsin Hanedanı ve Dördüncü Babil Hanedanın dördüncü sultanıydı. Babil Sultanları Listesi C'ye göre 22 sene idare etmiştir ve hanedanın en önde gelen kralıydı. Elam'a karşı zaferi ve kült putu Marduk'u kurtarması ile bilinir. Daha meşhur olan II. (Kaynak: Wikipedia).
[3] Arthashastra devlet idaresi, ekonomi politikası ve askeri stratejiyi konu alan bir eserdir. Eserde müellifleri Kautilya ve Viṣṇugupta olarak geçer ki geleneksel olarak bu isimlerle tanımlanan kişi Çanakya'dır. Kaynak: Vikipedi
[4]2 bin 300 yıl önce yazılan Arthashastra ilk kez Türkçe'ye çevrildi HİNT dünyasının Machiavelli’si olarak kabul edilen Kautilya ve asırlardır okunan eseri Arthashastra, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından ilk kez Türkçe'ye çevrildi. https://www.cnnturk.com/yurttan-haberler/istanbul/2-bin-300-yil-once-yazilan-arthashastra-ilk-kez-turkceye-cevrildi
[5] Merkantilizm, 16. yüzyılda Batı Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Merkantilizme göre bir milletin refahı anaparanın miktarına bağlıdır ve küresel ticaret hacmi değişmez. Ekonomik servet veya anapara devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş miktarı veya ticari değer ile temsil edilir. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Merkantilizm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Popüler Yayınlar

Son 1 Yılın Popüler Yayınları