Eyüp Aygün Tayşir'den İkinci Roman: "Tuhaflıklar Fabrikası"


Eyüp Aygün Tayşir'den İkinci Roman: "Tuhaflıklar Fabrikası"


"Farklı okumalara açık bir roman: Tuhaflıklar Fabrikası" başlıklı röportajı iktibas ederek hocamızın  yeni eserinin tanıtımına katkı sağlamış olalım:

Eyüp Aygün Tayşir: “Tuhaflıklar Fabrikası’nda anlatıcı da anlatısının merkezine aldığı mekânı sık sık zikredeceği için baştan iyi düşünüp karar vermem gerekiyordu. Yani her roman için farklı bir süreç yaşanıyor sanırım.”

Eyüp Aygün Tayşir’in ikinci kitabı Tuhaflıklar Fabrikası İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 4 Hane 1 Teslim’le okurların ve eleştirmenlerin dikkatini çeken yazar, ikinci romanında da tarihî bir üniversite binasında anlatılan Büyük Âlim mitinin sırrını çözmek için kayıp bir elyazmasının peşine düşen genç asistanın hikâyesi anlatılıyor…
  • Kitabın ismiyle başlamak istiyorum, Tuhaflıklar Fabrikası, her şeyden önce tınısı çok güzel, kulağa hoş ve davetkâr geliyor. Keza 4 Hane 1 Teslim de öyle. Nedir sizi kitaplarınıza bu gibi adlar tercih etmeye iten?
Çok teşekkür ederim. İlk romanım olan 4 Hane 1 Teslim’in adı, yazım süreci devam ederken eşimle yaptığım bir sohbet esnasında ortaya çıkmıştı. Ben yine her bölüme 1. Hane, 2. Hane gibi isimler vermeyi ve son kısma Teslim demeyi düşünüyordum ama romanın adı olarak aklımda farklı bir düşünce vardı. Ben, “Dört hane olacak bir de sonda teslim…” şeklinde anlatırken ve bu kurgunun saz semaileri ile ilişkisini açıklarken eşim önerdi, “Neden adı bu olmuyor?” diye sorarak. Bana da iyi bir fikir gibi geldi; sonra çevremden farklı arkadaşlarımın da “iyi fikir” demesiyle ikna olmuştum 4 Hane 1 Teslim adına.
Tuhaflıklar Fabrikası ise daha yazmaya başlamadan adını koyduğum bir roman oldu. Bizler sürekli içinde olduğumuz mekânlara, sürekli birlikte olduğumuz kişilere genelde adı ile hitap etmeyiz; farklı bir ad koyar öyle çağırır, öyle anarız. Tuhaflıklar Fabrikası’nda anlatıcı da anlatısının merkezine aldığı mekânı sık sık zikredeceği için baştan iyi düşünüp karar vermem gerekiyordu. Yani her roman için farklı bir süreç yaşanıyor sanırım.
  • Hikâyenin merkezinde genç bir asistan var. Tuhaflıklarla örülü bir üniversite binasında “Büyük Âlim” diye anılan, bir mit, bir efsane haline gelmiş bir karakterin gizemini çözecek olan el yazmasının peşinde. Tüm bunları nasıl okumalı ve anlamlandırmalıyız; biraz ipucu verebilir misiniz? Karakterin peşinde olduğu ne tür bir arayış?
Tuhaflıklar Fabrikası kesinlikle farklı okumalara açık bir roman. Akademi, benim tecrübe ettiğim kadarıyla, evrensel olarak hemen her yerde aynı. Keza bilim insanlarının bilgiyle ilişki kurma biçimleri de. Kibriyle, mütevazılığıyla, çılgınlığıyla, icatlarıyla, gerçeği kişisel çıkar için eğip bükmesiyle, haksızlığa karşı duruşuyla, öğrenci olaylarıyla, hiyerarşisiyle, titrini cehaletine zırh edinenleriyle, devletle kurduğu ilişkilerle, yani iyisiyle kötüsüyle, dünyanın her yerinde bu denli benzerlik gösteren az sayıda kurum vardır.
Ordu, büyük bankalar, büyük üretim işletmeleri ya da kilise gibidir akademi. Kendine has bir dünyası vardır, evrenseldir ve aslında çok da kapalı bir yapıdır. Kendi seçer, kendi yükseltir, kendi cezalandırır ya da cezalandırmaz, kendine hesap verir ya da kimseye hesap vermez… Fildişi kule benzetmesini herkes duymuştur. Oradaki yapıyı ve bizlerin orada bilgiyle ilişki kurma biçimimizi merkeze alan ve bunu yaparken okuru hem hüzünlendiren hem de neşelendiren bir roman; bir arayışın, bilgiyi arayışın romanı. Neyin bulunduğunu ise romanı okuyanlara bırakalım…
  • Biraz da kitapta bazı yazarlara selam göndermeniz üzerine konuşalım isterim. Örneğin, Orhan Pamuk’a bir selam var. Başka bir yerde “Karanlık Orman”a yerleşen Rondo Hoca ile sanırım bir Italo Calvino göndermesi yapıyorsunuz. Bunlar bence dikkatli okurlar açısından heyecan verici nüanslar…
Tuhaflıklar Fabrikası’nı yazarken, “metinlerarasılık”, “üstkurmaca” gibi postmodern kurgunun temel araçlarından çokça faydalandığımı belirtmeliyim. Roman çok katmanlı ve standart bir okumaya açık olduğu gibi içinde pek çok oyun da var, dikkatli okurun eğlenmesi için yerleştirilmiş. Yani isteyen kitabı sadece anlatılanları takip ederek okuyabilir isteyen satır aralarına dikkat ederek farklı, gizlenmiş anlamlar yakalayabilir. Bilgisayar oyunlarında da vardır bu. İsteyen düz bir ilerleme ile oyunu bitirir, isteyen oyun içine gömülü oyunları da oynamayı tercih eder öyle bitirir.
Ben edebiyata olan tutkusunu öncelikle okurluğu ile tanımlayan biriyim. Aynı eseri okumuş ve çok sevmiş iki kişinin bunu fark ettikleri anda nasıl heyecana kapıldığını çokça gözlemlemişimdir. O nedenle, yazarken edebiyat zevkimizin ortaklaştığı okurları gülümsetmeyi çok isterim. Öte yandan, okuyup çok sevdiğim romanlara, özellikle de o romanlardaki karakterlere yaklaşımım, onların bir hayal ürünü değil gerçekten var olan kişiler oldukları şeklindedir. Benim hayal dünyamda Mevlut da Rondo da gerçekten vardırlar, ben onları romanların son sayfasını okuduktan sonra unutmam, onlar artık benim için gündelik yaşamda tanıştığım kişiler gibi olur. Ders verirken de sohbet ederken de onlardan, onların maceralarından bahsederim. Bu yüzden, onlara romanlarımda “usulüyle” selam vermeyi seviyorum. Kimi zaman anagramlar da kullanıyorum; 4 Hane 1 Teslim’de de vardı bu tip selamlar, göndermeler. Genel olarak muzipliği seviyorum da denebilir. Bir de, eğer benim romanlarımda karakterlerimin bir eylemi, bir sözü, düşüncesi vb. ilhamını bir başka metinden alıyorsa, hem saygımı sunmak hem borçlu olduğum ustayı göstermek adına bu tip selamlar gönderiyor ya da kimi zaman epigrafları bu niyetten hareketle seçiyorum.
  • Edebiyatta karşılaşmak istemediğiniz, hoşlanmadığınız, sizi rahatsız eden şeyler neler?
Hangi ideolojiye ilişkin olursa olsun herhangi bir ideolojik mesajın, ahlaki öğretinin, politik kaygının vb. sanata öncelendiği, sanatın bu ideolojik mesajlara araç kılındığı metinleri kesinlikle hoş karşılamıyorum. Maduniyet, toplumsal hassasiyetleri sanat eseri görünümlü anlatılarla sömürenlerden, bu yolla kendi artistik yetersizliklerini görünmez kılmaya çalışanlardan çok rahatsızım. Yazarın kendi iyisini, doğrusunu okurlara karakterler aracılığıyla ilettiği anlatılara da mesafeliyim. Okura açıkça ders veren, yazarı gösteren, biçimi önemsemeyen, karakterin “ağzına oturmayan” sözlerle bezeli malumatfuruş anlatıları sevmiyorum. İç gerçekliğini inşa edemeyen romanları genelde yarım bırakıyorum. Yine kişisel iç dökmelerin, ağdalı, nağmeli sözlerin, yakarışların, salt kelime oyunlarının edebiyat sanıldığı metinlerden uzak duruyorum. Ajitasyonla edebiyatı karıştıran metinler de mesafeli olduğum metinler…
  • Tuhaflıklar Fabrikası
  • Yazar: Eyüp Aygün Tayşir
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: Ekim 2018
  • Sayfa Sayısı: 201 Sayfa
  • Yayınevi: İletişim Yayınları

İlk kitabı '4 Hane 1 Teslim'le dikkat çeken Eyüp Aygün Tayşir'in ikinci romanı 'Tuhaflıklar Fabrikası' yayına hazır. Kitap çıkmadan önce 'Tuhaflıklar Fabrikası'ndan tadımlık bir bölüm yayımlıyoruz (Hürriyet.com.tr)...

“Hakkımda konuşanların hiçbiri tanımıyor beni” yazıyordu on kısa satırdan birinde
(bir nesirdi bu şiir değil)
“ve konuştuklarında kara çalıyorlar bana...”
– Javier Marías, Yarın Savaşta Beni Düşün

“Sen Büyük Âlim ismini hiç işittin mi?”
Ardından odasına girip kapıyı usulca kapadığımda Danışman Hocamın bana sorduğu ilk soru bu olmuştu. Elbette işitmiştim. İnsan Tuhaflıklar Fabrikası’nda ne kadar yeni olursa olsun, Büyük Âlim ismini duymamış olması mümkün değildi, hâlâ da değildir. Eski zamanlarda okulumuzun hocalarından ve hem de en önemlilerinden biriymiş Büyük Âlim. Peki ne kadar eski? Şunu söyleyebilirim ki, arayışımın başladığı o günlerde, okulun en yaşlı hocaları ve hatta onların hayattaki akrabaları arasında dahi Büyük Âlim’i görmüş kimse yaşamıyordu. Fakat bu elbette bir bakış açısına göre böyleydi. Bilgiyle uğraşmayanlar bilemeyebilir diyerek açıklamak isterim ki bizde işler böyle yürür; bir görüş varsa ve bir şeyin ak olduğunu iddia ediyorsa, o şeyin kara olduğunu –en azından olabileceğini– iddia eden bir diğer görüş de mutlaka vardır. Hatta bu ikisini uzlaştırmaya çalışan bir üçüncü görüş de... Dolayısıyla, aslında Büyük Âlim’in hep aramızda olduğuna, onun bizi hiç terk etmemiş olduğuna inananlar da vardı. Bu akımın kurucu önderi ve yılmaz savunucusu ise Baş Müstahdem’di.

O günlerde Baş Müstahdem binamızın yüksek tavanlı ahşap tabanlı koridorlarında yürüdüğünde, ortalık boynu çanlarla donanmış geyikler tarafından çekilen ışıltılı bir kızak aramızdan kayıp geçiyormuşçasına şıngırdardı. Tuhaflıklar Fabrikamızdaki tüm odaların anahtarlarını, bulundukları katlara göre farklı desteler içinde ve farklı ceplerde taşıyan Baş Müstahdem’in esas vazifesi, bu anahtarları ihtiyaçları doğrultusunda diğer müstahdemlere vermek ve geri almaktı. Anahtarların deste içindeki ve ceplerdeki dağılımı ise binamızın mimari planına uygundu. Uzatmadan anlatmak icap ederse, alt katların anahtarları pantolon ceplerinde bir desteye sıralanırdı ve bu deste içinde de koridorun başındaki odanın anahtarı destenin ilk sırasında olurdu. Üst katlara çıkıldıkça anahtar desteleri kemere, ceket yan ve iç ceplerine dağılırdı. Ancak, asla bir başka müstahdeme emanet etmediği, Baş Müstahdemlik Nişanı olarak anılabilecek, ısıtma tesisatının havasının alınması için gerekli olan minik anahtarı ve bir oda anahtarını, mimari plana uygunsuzluğuna aldırmadan, sürekli boynunda taşırdı. Bir kolye misali... O günden bugüne değişen pek bir şey olmadığını söyleyebilirim. Ben bu satırları yazarken, benden yaşlı ama benden dinç ve resmî açıdan emekli olan Baş Müstahdem hâlâ görevinin başındadır ve aynı kıyafetler içinde –bir hocamızın çok uzun yıllar önce verdiği ve başta epeyce bol gelen bir takım elbise, yine aynı hocamızın verdiği bir gömlek, bir çift kösele ayakkabı ve en arka delikten başlayarak gitgide en ön deliğe sabitlenen bir kemer– sabahları temizlik saatinde anahtarları dağıtıp, sonra gün içinde peyderpey toplamaktadır. Yıllar içinde değişen tek husus, Baş Müstahdem’in artık bir eve dönüştürdüğü odasından hiç çıkmamaya başlamış olmasıdır.
Baş Müstahdem öyle inanıyordu ya da inanır görünüyordu ki, Tuhaflıklar Fabrikası hâlâ ayaktaysa ve üretimini sürdürebiliyorsa bu bizim gibi içinde çalışan kanlı canlı insanlar sayesinde değil, Büyük Âlim gibi, devlet başkanları, din âlimleri yetiştirmiş kudretli hocaların ruhlarının hâlâ aramızda olması sayesindeydi. Yani Baş Müstahdemimize göre gerçek ilim, binamızın odalarında, dersliklerinde, bahçelerinde, kütüphanelerinde ve deney alanlarında değil, tüm bunların bir nevi damarları olan ısıtma tesisatı borularında yapılıyordu. Geriye kalan her şey, yani bizler, yani yapılar, ruhun örtünmesini sağlayan bir beden gibi, tüm bu derin bilginin örtülüp gizlenmesini sağlayan unsurlardık sadece. Baş Müstahdem, Büyük Âlim’in sesini kulaklarıyla da duymuştu. Bu hikâye, soğuk kış günlerinde odalarımıza ziyarete geldiğinde bizleri ama bir battaniye altında ama kat kat kıyafetlere sarılı, hatta kimi zaman tenekede yanan bir ateşin kıyısında ısınmaya çalışırken gören misafirlere de sürekli anlattığımız sıradan bir hikâye olsa da, burada bir kez daha paylaşmayı gerekli görmekteyim. Unutmadan eklemem gerekir ki, Tuhaflıklar Fabrikamıza dışarıdan gelenler, kimi zaman ısıtma tertibatı boruları başında ellerinde büyükçe bir ağ, kapan ya da sesleri kaydettiklerini iddia ettikleri cihazlarla bekleyenleri görüp merak içinde mihmandarlarına baktıklarında da hep anlatılır bu hikâye.
Bu olay benim çocukluk çağımda, o zaman henüz göreve yeni başlamış genç bir müstahdem olan Baş Müstahdem ile ona itikatları açısından ikizi derecesinde benzerlik gösteren bir hocamızın dekanlığı döneminde vuku bulmuştur. Dolayısıyla ben de bu hikâyeyi binamızdaki anlatımları esnasında başkalarından dinledim. Duyduklarımdan anladığım kadarıyla, binamızda yaşayanların sadece bizler olmadığından adı gibi emin olan Baş Müstahdemimiz, ısıtma tesisatına ait borulardaki havayı tahliye etmek için binamızın sonsuza yakın sayıdaki odasını –kimi odaların içinde başka odalar da bulunmaktadır– dolaştığı bir kış günü, bir süredir iddia ettiğini ispat etme fırsatını bulduğuna inanarak bir odadan fırlamış ve “Duydum, duydum!” diye bağırarak o dönem dekanlık görevini yürütmekte olan hocanın odasına koşmuştur. Elinde kalemi, önüne bırakılmış kâğıtları ne olduklarını anlayamadan imzalayan dekan, Baş Müstahdem’in odaya destursuz girişine içten içe kızsa da mizacı gereği bunu belli edemediğinden, “Hayırdır?” diyebilmiştir. Ancak bu sözü eder etmez de pişman olmuştur çünkü Baş Müstahdem’in suratındaki ifade binada bir yangın çıkmış olabileceğini düşündürmüştür dekana. “
Duydum hocam duydum,” demiştir Baş Müstahdemimiz ve soru sormasına izin vermeden dekanın koluna girip onu çekiştirmeye başlamıştır. Konuyla ilgisi olmasa da, o gün dekanı genç bir müstahdem tarafından çekiştirilirken gören kimi hocalar, Baş Müstahdem’in aslında müfettiş olduğu ve dekanımıza suçüstü yapıldığı söylentisini de çıkarmışlardır. Durumun öyle olmadığı çoğunluğun malumu olsa da, bugün bile, bahsi geçen dekanın bir usulsüzlüğe karıştığını ve ardından hücrelerde yattığını gözüyle görmüş ya da görenden işitmiş gibi hikâye eden pek çok kişi mevcuttur.
İletişim yayınlarının web adresinde erişime açılan kısmı ise aşağıdaki gibidir:
Merhum Profesörün Hatıratı Hakkında Şahsi Açıklamalarıdır Anlatacaklarım, yıllarını bilginin peşinde koşarak geçiren, ara ara onu yakaladığı zannına kapılan, emin olmak için biraz araladığında avuçlarının boş olduğunu gören birinin anıları olarak okunabilir. Öte yandan, bir kitabı arayarak geçen, ömrün uzunluğuna nispeten kısa bir dönemin, bir miktar gizemli, bazen hüzünlü ama bir o kadar eğlenceli öyküsü olarak da okunabilir. Esasen, arayışım esnasında bunun bir gün bir eğlence olarak nitelenebileceğini hiç düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Elbette bambaşka anlamlar da yüklenebilir anlatacaklarıma; örneğin, benim neredeyse bir ömür boyu şahit olduğum çarpıklıklara feveran ettiğim düşünülebilir. İşin o kısmını yazdıklarımı okuyacağını umut ettiğim kişilere bırakıyor ve yalnızca bir açıklama yapmak istiyorum: Anlatacaklarımın tümü, gerçek olamayacaklarını düşündürecek kadar gerçektir. Anlatacaklarımın hepsi, bizzat tanık olduğum ya da tanıklarından dinlediğim olaylardır. Kuvvetli olduğunu hep söyledikleri hafızam, kişisel notlarım ve mesleğimin bir gereği olarak edindiğim evrak toplama âdetim birleşerek bir anlatı oluşturacak. Ve ben, kimi 8 yerlerde anlatımı kesip bu belgelerin asıllarını da sayfa aralarına serpiştireceğim; çünkü ben ne dersem diyeyim, bazı kimseler belgesi olmayan gerçeklere inanmazlar. Belki de bu yüzden, kendisine inanılmasını isteyenler hep bir kitap yazmıştır. Tanrının bile kitapları vardır. Bu satırları içinde kaleme aldığım bina kadar eski olmasam da, onun kadar yaşlı, yorgun ve tuhafım artık. Çok da uzak olmadığını kestirebildiğim bir gelecekte her ikimiz de toprağa düşeceğiz biliyorum. Aslında binamızın İçdeniz’e düşmesi, üzerinde gezinecek sandallardan uzanan başların saydam bir cam gibi gerili suyun altındaki odalarımıza, aletlerimize, karatahtalarımıza, yemekhanelerimize bakmaları, yani bir batık şehre dönüşmememiz de muhtemeldi. Ne var ki, binamızın kıyısına kurulduğu İçdeniz, bir gün ta derinlerinde büyük bir ateş yakılmışçasına ısınmaya ve zamanla koyu kıvamlı bir çorba gibi fokurdamaya başladı. İçdeniz kıyılarındaki tüm binaların tahliyesi emredilince biz de binamızı boşalttık. Zaman ilerledi, eskiden deniz olarak anılan yerler önce balçığa, sonra da bir kara parçasına dönüştü; kadim binamız ise tüm bu olan bitene kayıtsız gözlerle uzaktan baktı. Nihayet biz de bir süre orada burada gezindikten sonra binamıza geri döndük. Evet, koca bir İçdeniz önce kupkuru bir toprağa dönüştü ve sonra da bir beton ormanıyla örtüldü. Kimileri bunu dönemin iktidarının bir komplosu olarak gördü; amacın yeni ve yüksek yapılar inşa etmek olduğunu, bizim yani Tuhaflıklar Fabrikamızın da bu işin içinde olduğunu iddia etti. Kimileri bunun göklerden gelen bir ceza olduğunu savundu. Bunu savunanların iddialarının dayanağı, insanın ayak bastığı her yerde tanınan ve inançsız olduğu bilinen bir sanatçımızın ölümü sonrasında bedenini yaktırıp küllerini İçdeniz’e savurtmasıydı. Topraktan gelenin toprağa dönmemesi sonucu lanetlenmiştik ve İçdeniz toprağa dönüşmüştü. Böy- 9 lece bizler, ilahi emirden kaçamayacağımızı görmüştük. Laneti isyanımızın cezası olarak görenlerin bir kısmı ise, gitgide yükselen binalarımızla ve o binaların içinde yaptıklarımızla Tanrıyı göklerdeki evinde rahatsız ettiğimizi dile getirdiler. Geçmişte kıyıda bulunan evlerin çatısından uçan kiremitlerin İçdeniz’i mayaladığını savunanlar da vardı ve bu iddialarını ülkemizin ilmi mecmualarında hararetle savundular. Gerçi olaya yerli ve yabancı çevrelerden farklı açıklamalar getirenler de oldu ama onların sesleri bize tam ulaşacakken birden kesildi. Sanki hayra yorulmayacak bir düştü de bu, birdenbire bizi dürten bir el, hem uykuyu hem düşü yok kılmıştı. Çok kısa bir süre sonra her şey unutuldu; orada bir İçdeniz olduğu bile... Her şey yine eski tuhaflığına büründü. Bugünlerde kendime sürekli sorduğum bir soru var: Bizlerin bu halde olmasının da, koca İçdenizimizin içten içe kuruyup toprakla dolmasının da müsebbibi, kimilerince iddia edildiği gibi, Tuhaflıklar Fabrikamız olabilir mi? İçindekiler gibi, çevresini de binamız tuhaflaştırmış olabilir mi? Yine de bazı günler, onu inşa edenin ve bu hâle getirenin bizler olabileceği de geçer aklımdan. O zaman, tüm tuhaflıkların aslında bizlerin elinden çıkmış eserler olabileceklerini de düşünürüm. Yapının mı bizi bu hâle getirdiği yoksa bizlerin mi yapıyı inşa edip sonra onun tarafından yönlendirildiğimiz tarihin en kadim sorularından biri olduğundan olsa gerek, bir yanıt bulamadım şimdiye kadar. Belki yazdıkça yanıtlar da zuhur eder karşımda, ya da okudukça, kim bilir? Belki de etmez, belki de kimi sorular doğaları gereği yanıtsızdır, “Bir dilenciye para vermeli miyiz yoksa vermemeli mi?” sorusunda olduğu gibi. Belki de bu gibi soruların fıtratı onları sonsuza dek tartışılabilir kılar ve bu da ölümsüzlüğün anahtarıdır. Sonsuza dek tartışılabilen ölümsüzleşir. İnsan böyle büyük sözler ettikten sonra bir ettiği söze bir de mekânda cismini temsil eden zavallı hâle bakıp nasıl da utanıyor... 10 Tuhaflıklar Fabrikası adıyla andığım bu yapı, ben yaşama gözlerimi açmadan çok evvel inşa edilmiş ve hep bir mektep olarak kullanılmıştır. Sizlere burada binamızın detaylı bir tasvirini yapmaktan kaçınmamın başlıca nedeni, benim bir yazar olmamamdır. Lakin çok okurum. Okuduğum eserlerde ne zaman uzun tasvirlere rastlasam, o kısımları atlar geçerim. Kaldı ki ben bir roman da yazmıyorum. Hem zaten, tanıklık edeceğinizi umut ettiğim arayışımın neredeyse tamamı bu binanın içinde geçmiş olduğundan, benim ayak izlerimin üzerine yeniden basışımın hikâyesini okurken, bir yandan Tuhaflıklar Fabrikamızı da yakından tanıyor olacaksınız. Nasıl ki bu bina, içinde dersler verilmesinden başka bir işe yaramadıysa, ben de ders vermekten başka hiçbir iş yapmadım bugüne kadar. Dersini verdiğim konularla gündelik hayatımda hiç ilgilenmediğimi şimdilik sadece söylemekle yetineceğim. Bununla ne kastettiğim, anlatım sürdükçe daha sarih olarak anlaşılacaktır diye umut ediyorum. Evet, bu bina da ben de yakında yok olacağız. Ben öleceğim, binamız ise belki içinde yaramaz çocukların koşturduğu bir panayır alanına, belki de biçare hayvanların etleriyle güzel kıyafetlerin yan yana sergilendiği bir pazar yerine dönüşecek ve gelenekle asri bir kez daha görücü usulü birleşecek. İşte bu nedenle karar verdim bunları yazmaya. İkimizin de bu dünyadan gelip geçtiğine dair iz bırakmak adına son bir çırpınış olarak da addedilebilir bu çabam. Bu eserimde size çocukluğumdan, kişisel yaşamımdan ve ailemden bahsetmeyi pek düşünmüyorum. Lakin eserlerimizin girişinde, kimlere müteşekkir olduğumuzu, gerçekliği temsil etmese ve bambaşka hesaplarla yapılmış olsa da, sıralamak âdetimizdir. O nedenle, burada sadece annemden çok kısaca söz etmek ve onun ödenmesi mümkün olmayan hakkını az da olsa teslim etmek isterim. Annem, alay eder- 11 cesine değil gerçekten üzülerek, “Sen kıtsın oğlum,” derdi bana, “Eksik yaradılışlısın!” ve benim için çok endişelenirdi. Annem başarılı bir tacirdir. Babamız öldükten sonra bana ve kardeşlerime bakabilmek için el arabasında sebze meyve satarak başladığı ticaret hayatında başını ve sattığı malları kapalı bir binaya taşıyacak kadar yükseldi. Mücadelelerle geçen uzun yılların kendisine kazandırdığı deneyimi aktarırken, “İşte oğlum,” derdi, “Sen biraz kıtsın ve ticareti beceremezsin. Allah bana ömür versin de hep yanında olayım.” Allah, annemin sözünden pek çıkmaz. Geçen ay iki ablam ve onların aileleriyle birlikte annemin doksan dokuzuncu yaş gününü kutladık. Gerçi doğum tarihi bilinmiyor ama kendisi böyle söyledi. Kendisi hâlâ sağlıklı ve artık ihtiyacımız olmadığını söylesek de her gün dükkânını açıp çalışmaktan vazgeçmiyor ve hâlâ benim, yani onun hafızasında titrek bir kedi yavrusu gibi kucağına sokulup memesinde uyuyakalan bedenin, nasıl olup da bir kıdemli profesör olduğuna aklı ermiyor. Ben kendi ayaklarım üzerinde durdukça o benim için daha fazla endişeleniyor. Profesörlüğe yükseltildiğimde, “Keşke doçent kalsaydın, bu dünyada her şeyin ortasında olacaksın; sıranın ortası, binanın orta katı...” demişti. Kısacık bir dönem dekanlık görevine getirildiğimde –başta bunu bir başarı, hiç değilse talih addetmiştim; çok sonraları öğrendim kimi zaman başarımız diye gururlandığımız ya da talihin bize gülümsemesine yorduğumuz olayların aslında bambaşka yerlerde bambaşka insanların kendi çıkarları için giriştikleri uğraşların bir parçası olabildiğini– geceleri uyku uyuyamamaya başladı. Birinin başıma bir çorap öreceğine ve benim de çok çile çekeceğime o kadar inanmıştı ki, benden istifa etmem istenene kadar, “Hiçbir yere imza atmamaya çalış, şart olursa da imza atmadan önce her şeyi iki kez oku, hatta yardımcına imzalat,” diye beni sürekli uyardı. Kişinin düşüncelerinin altına imza atması nedeniy- 12 le zulme uğrayabileceği zamanları öngörecek kadar bilge bir kadınmış kendisi. Sözü uzattım yine. Yazarken neleri konu edeceğimi önceden planlamıştım halbuki. Gerçi bugüne kadar kaleme aldığım bilimsel eserleri yazarken de fark etmişimdir ki yazı hayat gibidir: Planlamadığımız konulara değinmek zorunda kalabilir ve planladıklarımızı gerçekleştiremeyebiliriz. Annemin benim hakkımdaki endişeleri mi sebep oldu yoksa ben zaten fıtratım gereği böyle miydim bilinmez ama temkinli biriyim. Yazacağım bu hatıratı hayatta olduğum sürece yayımlatmamak konusunda kati bir kararım var. İçinde bulunduğum bu binada, henüz asistan olan ve bana geçmişim derecesinde benzeyen genç bir adam var. Kaleme alacağım hatıratımı ve bu hatırata temel oluşturan tüm evrakımı ona teslim etmeyi ve ben ölene kadar bekleyip sonra imkânı olursa yayımlatmasını istemeyi planlıyorum. Yani aslında ve belki de tüm bunları sadece kendime yazıyorum; tıpkı bugüne kadar verdiğim bilimsel eserler gibi. Onları da sadece ben okudum ve mesleğimde yükselip bir kıdemli profesör olmamdan başka hiçbir işe yaramadılar. Adlarına “bilimsel” dediğimiz tüm o yazılar, aslında bizim önünde durup ardını merak ettiğimiz bir yüksek duvarın hizasına yükselebilmek için altımıza yerleştirdiğimiz taşlarmış. Onların üzerine basarak duvarın ardına baktığımda ne gördüğümü anlamanın en güvenceli ve eğlenceli yolu ise, sanırım, yazacaklarımı okumak olacaktır. Duvara tırmanmak yerine oraya gökten usulca inmeyi kuran, yani derhal görmek isteyerek yazdıklarımın sonuna bakmayı düşünenlere hatırlatayım ki, kısa yoldan gidenler ile çileli yolu tercih edenler son noktada yan yana dursalar ve aynı yere baksalar da aynı manzarayı göremezler. Hem kimi zaman sonlar sonda olmaz. Her neyse! Hülasa, umarım ilk defa bir yazımı başkaları da okur. Şimdi düşününce, belki de bu satırları yazma nedenlerim- 13 den birisi de budur: Okunacak bir eser verebilmek; ölüme bu kadar yakınken olsa bile... Yine derslerde yaptığımı yapıyor, konuşurken düşünüyor, sözü çok uzatıyor ve konu bütünlüğünden uzaklaşıyorum. Bir an önce, kimseyi sıkmadan sadede gelmem gerekiyor, farkındayım. Umarım benim bir kitabı arayışım esnasında yaşadıklarım –dikkat ederseniz bu bina içinde yaşadıklarımın kısa bir dönemini anlatıyorum sadece fakat hepsini anlatsaydım tekrar eden olayları yeniden yazmış ve dolayısıyla gereksiz bir işe girişmiş olurdum– sizlerin de aradıklarınızın en azından birkaçını bulmanıza yardımcı olur. İşim ders vermek olduğundan yazdıklarımdan böyle işlevsel bir fayda beklememi lütfen doğal karşılayın. Yine de, bugün vardığım yaş ve düşüncede şunu da söyleyebilirim: Okuyacaklarınız, hiçbir işinize yaramasa da, sizi mutlaka neşelendirecek ve hüzünlendirecektir. Kanaatimce insana da bu iki histen başkası ne yakışır ne de gerekir.

Kaynak:
http://kitapeki.com/farkli-okumalara-acik-bir-roman-tuhafliklar-fabrikasi/
https://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/tuhafliklar-fabrikasi.pdf
http://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/eyup-aygun-taysirin-son-romani-tuhafliklar-fabrikasindan-tadimlik-40990652

Ayrıca Bkz:
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/11/08/bir-tuhafliklar-fabrikasi-olarak-universite/
https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/11/08/eyup-aygun-taysir-insandan-kahraman-olamayacagini-tarih-ogretti/
http://www.edebiyathaber.net/icinde-yasadigimiz-o-garip-alem-tuhafliklar-fabrikasi-funda-dortkas/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Popüler Yayınlar

Öne Çıkan Yayın

4. Uluslararası Dijital İşletme, Yönetim ve İktisat Kongresi | 4rd International Congress on Digital Business, Management & Economics | 20-22 Eylül 2024

4. Uluslararası Dijital İşletme, Yönetim ve İktisat Kongresi | 4rd International Congress on Digital Business, Management & Economics | ...


"Başkalarının yoluna taş koyacağımıza, taş üstüne taş koyalım..."