BİR
ÜSTAD, BİR FİLOZOF: TEOMAN DURALI
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Yusuf Genç’in her cumartesi günü TVNET kanalında
bir sohbet tadında izleyicilerinin karşısına çıktıkları “Soruların Peşinde” adlı programın 11 Aralık tarihli dördüncü
bölümünde gündem başlığı merhum Teoman Duralı hoca oldu. “Bir Üstad, Bir Filozof: Teoman Duralı” başlığı çerçevesinde İhsan
Fazlıoğlu hocamız, hocasına dair hatıralarından ve izlenimlerinden bir demet
sundu. Yusuf Genç de sorduğu sorular ve yaptığı paylaşımlarla sohbeti daha da
lezzetli hale getirdi.
Programın
sonunda, konuşulanları metne aktarmaya karar verdim. Bu güzel sohbetten tutmuş
olduğum notlardan başta kendim olmak üzere, okuyan herkesin kendisine bir hisse
çıkaracağına inanıyorum. Bu vesile ile merhum Teoman Duralı hocamıza Allah’tan
rahmet, sevenlerine ve öğrencilerine de sabr-ı cemil niyaz ederim[1]...
***
Efendim
merhabalar… Yayınımıza hoş geldiniz. Yeni bir “Soruların Peşinde” ile karşınızdayız. Bendeniz Yusuf Genç…
Kıymetli hocamız İhsan Fazlıoğlu ile birlikte bugün yeniden soruların peşinde
olacağız. Çünkü soruların cevaplardan daha önemli olduğuna inanıyoruz… Tabii,
bu hafta biraz buruk ve hüzünlü başlıyoruz Soruların Peşinde’ye…
“Ölüler beni
serinliğe yakıştıramaz
çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimden dışarı”
Yorgun, İsmet
Özel (1962)
Fakat geçtiğimiz hafta, bu mevsimden dışarı çıkan, daha güzel, daha gerçek,
daha sahici bir mevsime giden… Ebedi yurdumuza uğurladığımız Teoman Duralı
hocamızın bıraktığı bir boşluk aslında hüznümüzün sebebi…
Bugün,
Allah izin verirse, Teoman Duralı hocamızın etrafında, hocamızın hikâyesini,
birinci elden (İhsan Fazlıoğlu’dan)… Belki… Hocaların hocası Teoman Duralı’yı
konuşmaya çalışacağız. Hem hocamızın
kişisel hayatını, hem de Teoman Duralı’nın Türk düşüncesinde, felsefe-bilim
geleneğimizdeki yeri, çabası ve katkılarını…
Tekrar
hoş geldiniz diyeyim…
***
I.BÖLÜM
İhsan hocam… Üzülerek başladık…
Başımız
sağ olsun…
Sizin başınız sağ olsun… Öyle
diyeyim…
Hepimizin…
Ailesinin, sevenlerinin, öğrencilerinin, yetiştirdiği hocaların… Hepsinin…
Hepimizin, milletimizin başı sağ olsun diyelim…
Eyvallah… Şimdi tabii şeyi gördük
hocam. Teoman hocam biyoloji felsefesi alanında… Bunu özellikle… Şu yüzden
belirtiyorum… Öyle çok da kitlesel bir karşılık bulacak bir şeyle meşgul olan
bir hocamız değildi.
Mesleki
olarak…
Mesleki olarak…
Ya
da uzmanlık alanı olarak… Mesleki de değil. Uzmanlık alanı olarak evet, belki
biyoloji felsefesi ama hocam bir entellektüeldi her şeyden önce. “L” burada çift; “entellektüel.”
Evet…
Bir
entellektüeldi. O açıdan Hoca’nın insanlara değmesini sadece uzmanlık alanına
indirgemek doğru değil… Akademik anlamda, uluslararası ya da ulusal
felsefe-bilim camiasındaki üretimleri açısından belki biyoloji felsefesi
merkezli idi ama bunun bir adım büyük ölçeği bilim felsefesi… Bir adım daha,
yani kümeyi biraz daha genişlettiğinde, genel olarak “felsefe-bilim” dediği Hoca’nın… O çerçevedeki hemen hemen tüm
konulara değen ve onlarla uğraşan ve belirli konularda da özgün düşünceler
geliştiren bir hocaydı. Ama bunların da ötesinde, bir entellektüeldi. Daha da
ötesini söyleyeyim… Bir insandı.
Eyvallah…
Bunu
söyleyeyim.
Bunu şunun için tabii hocam
belirttim biraz. “Biyoloji felsefesi”
diye, hususen… Yani sorun nedir? “Canlılar
sorununa giriş” gibi kitap adları olan bir entellektüel...
Kesinlikle
doğru! Biyoloji felsefesinin Türkiye’de kurucusu zaten!
Evet. Ama işte bu uğraştığı
alanlar, çok öyle popülerleşecek alanlar olmamasına rağmen vefatı dolayısıyla
şunu görmüş oldum… Herkes gördü. Türkiye’de çok fazla sayıda insana dokunmuş,
iz bırakmış… Yani arkasından edilen hayır dualardan onu çıkardık. Şimdi siz,
çok uzun yıllar tabi hocamızın…
85’ten
bu yana…
Evet… 36-37 yıl, aşağı yukarı…
Evet…
Biraz Hoca’yı konuşmak istiyorum
tabii ama… Hoca’nın düşüncesi… Türk düşüncesindeki yerinden önce biraz gündelik
hayattaki Teoman Duralı… Kitaplarına yansımayanı…
Evet…
Doğru! Şimdi tabii… “Bir insan hakkında
konuşmak nedir?” önce onun hakkında bir kanaat sahibi olmamız lazım.
Bir çerçeveye alalım…
Evet,
o çerçeveyi yapmadan yanlış anlaşılabilir bazı şeyler… Çünkü siz bir insanı
ancak onunla paylaştığınız mekân-zaman miktarınca tanıyabilirsiniz. Yani insanı
tanımak kolay değil. Hatırlarsa geçen hafta “insanı
tahsil etmek”ten bahsetmiştik. Dolayısıyla, Hoca’yı ya da herhangi birini
tanımak, onunla alakalı mekân-zaman paylaşımının miktarına çok bağlı… Dolayısıyla
da parçalı bir resim elde ediyorsunuz. Kim olursa olsun, bu kendinizle alakalı
bile söylenebilir ve bu mekân-zaman içerisindeki parçalı resimleri
yorumluyorsunuz. Kendinizce… Kendi duygularınız, kendi düşünceleriniz, belki
kendi kaygılarınız etrafında bunları bir araya getiriyorsunuz.
Tarihte
bunun çok örnekleri var. Yani Sokrates’in bile iki farklı anlatısı vardır. Biri
Platon’un… Biri Ksenophanes… Bir
bakıyorsunuz, apayrı iki Sokrates var ortada! İslam dünyasında da belirli
kişilikler için benzer durumla karşılaşıyoruz. O açıdan benim Teoman Duralı
hakkındaki yorumum, Teoman Duralı hocayla benim paylaştığım mekân-zaman
kayıtlarıyla, anlamıyla sınırlı… Neticede, büyük oranda da bunlara ilişkin
benim yorumumdur tabii… Yani muhakkak başka hocalarımızın, Hoca’yla birlikte
yürümüş, birlikte mesafe kat etmiş, birlikte yola çıkmış hocalarımızın ya da
dostlarımızın farklı resimleri olabilir, farklı yorumları olabilir. Bu, birinci
işaret etmek istediğim nokta…
İkincisi
ise… Yeri gelmişken şunları vurgulamakta fayda var… Şimdi bizim insanımız, Hoca
bunu söylerdi, duygusal bir milletiz biz. Bir açıdan… Ve duygularımıza da bir
ölçü vuramıyoruz yer yer… Bu da severken dövmeye, döverken sevmeye, ağlarken
gülmeye, gülerken ağlamaya neden oluyor. Çünkü haddini aşan şey, zıddına
dönüyor.
Özellikle
bir tehlike var, bu tür insanlar söz konusu olduğunda… O da şudur… Ben bunu
başka vesilelerle, rahmetli Akif Emre bağlamında da söylemiştim… Sevdiklerimizi,
adı üzerinde “sevmek”, duygu durumu…
İdealize ediyoruz… Ve bu idealize ettiğimiz zaman büyük bir tehlike ortaya
çıkıyor. Gençlerin onları örnek alamamasına neden oluyor. Çünkü idealize
ettiğiniz insan, sadece aklınızla kurduğunuz bir insana dönüşüyor… Ve öyle bir
kişi ortaya çıkıyor ki takip edilemez! İstisnai bir durum… Bunu Hoca istemezdi.
Hoca,
her şeyden önce… Yani Teoman Duralı hocaya sorsanız, “Sizi ne olarak tanımlayalım?”, “İnsan
olarak tanımlayın” derdi… Yani bir insanla muhatap olduğumuzu bilelim.
Bunu
niye vurguluyorum?
Bu,
bizim kendi tarihimizle olan ilişkimizde de çok ilginç… Âlimlerimizi,
şairlerimizi, sanatkârlarımızı, düşünürlerimizi, filozoflarımızı, büyük âlimlerimizi,
mutasavvıflarımızı öyle bir anlatı içerisine sokuyoruz ki, öyle idealize
ediyoruz ki, gençler onları kahraman olarak benimseyemiyor. Hâlbuki gençlerin
kahramanlara ihtiyacı var. Bunu hep söylüyoruz.
Niye?
Çünkü
onu hem taklit etme anlamında, hem de örnek alma, ona öykünme, onun hikâyesine
katılma ve o hikâyenin bir parçası olma ve oradan kendi hikâyesini üretme
anlamında bir zorlukla karşılaşıyor… Büyük bir yarık! Büyük uçurum oluşuyor…
Dolayısıyla
Teoman Hoca’yı anlatırken de böyle bir hataya düşmemek lazım ki gençler örnek
alınabilecek bir kişilik olduğunu gözden kaçırmasınlar… Aradan kaymasın o yani…
Ona çok dikkat etmek lazım…
Eyvallah… Bunu o zaman hocam… Şöyle konuyu
değiştirme tehlikesini göze alarak ama değiştirmeyeceğime de söz vererek…
Evet…
Bir parantez açıp sorayım… “Tarihle
ilişkimiz” de böyle dediniz ya?
Evet…
Tarihteki en büyük isimlerimiz de…
Bu, yapıldığına göre, bir şey dolayısıyla bu yapılıyor. Bir sorun ya da bir
artı bir şey…
Yok!
Nedeni?
Anladım
ama nedeni? Güzel (bir soru) ama her zaman böyle bir “katakulli”, bir art niyet değil de, duygusallığın kontrol
edilemezliği ile de alakalı…
Evet…
Başka
şeyleri de var tabii… Bazı insanlar, yaşadıkları dönemde bu isimler etrafında
bir iktidar alanı oluşturuyorlar ve belirli bir sosyal statü, entellektüel
statü, iktidarla falan elde edebiliyorlar. Yani şunu çok acı bir şekilde
söyleyeyim… Âlimlerimizi, düşünürlerimizi, mutasavvıflarımızı öyle bir
anlatıyoruz ki peygamberden daha mucizevi! Daha üstün bir yerdeymiş gibi… Yani “yemiyormuş-içmiyormuş”a dönüştürüyoruz
meseleyi. Tüm fizik kurallarını, peygamberin “İsmet” sıfatının da üstünde bir anlatıya! Bu, hoşumuza gidiyor ama
bir süre sonra o insanlarla irtibatımızı kaybediyoruz. Mitleşiyorlar çünkü… Mitleşip efsaneleştiği
zaman, tanımdan kaçıyor o… Tanımlayamadığınız bir varlıkla nasıl irtibat
kuracaksınız?
Cenab-ı
Hak’tır o! Tanımlayamadığınız… En azından kendi teorik zekânızla
tanımlayamadığınız bir varlık…
Âlimlerimizi
de böyle dağıtıyoruz! Varlığını dağıtıyoruz… Somutluğunu kaybediyor… Dolayısıyla, önümüze koyup örnek ve bir misal
olmaktan çıkıyor, mesele dönüşüyor. Bu çok önemli şey… Bir misal yani örnek
olmaktan çıkıyor, bir mesel, masala dönüşüyor! Masala dönüştüğü zaman da o sizi
belki duygusal olarak tatmin ediyor ama onu somut hayata indirgeyip takip
edeceğiniz izleri kaybediyorsunuz! Onun için bunu Teoman Hoca’ya da yapmamak
lazım.
Eyvallah. Tam örneği de aslında şu…
Bugün daha konuştuk, birkaç saat önce… Siz, Teoman Hoca’nın eleştiri…
Öğrencileri ile ilişkisi anlamında… Bunu şimdi soracağım… Bir şey söylediniz,
tekrar anlatmanızı isteyeceğim… Bende canlanan ilk fotoğraf, İmam-ı Azam’ın,
Ebu Hanife’nin öğrencileri ile kendi fikirlerini tartıştırdığı hikâye…
Şimdi, o zaman şunu girelim hocam…
Hocaların hocası diyoruz… Hakikaten çok büyük isimlerin yetişmesine katkı
sağlamış…
Ona
yakın profesör var yani yetiştirdiği… Sadece
profesör!
Evet…
Doçenti,
doktor öğretim üyesini saymıyorum…
Saymıyoruz… Bir de şeyi merak
ediyoruz doğrusu… Hoca nasıl bir hocaydı?
Evet…
Güzel… Şimdi, iki kelime ile özetleyebiliriz: Bilgi ve görgü… Ve bunlar
birbirini tamamlayan… Hoca’da bir bilgi vardı… Şimdi bilgili insan çoktur…
Sahasında çok uzman insanlarımız var. Bir de görgü dediğimiz bir şey var.
Burayı biraz net anlaşılsın diye
hocam… Bilgiden kastımız kendi uzmanlık alanının…
Kendi
alanında uzman olabilir… Genel kültürü güçlü olabilir… Mesela dil bilmesi…
Hoca’nın en önemli özelliklerinden biri... Fazla dil bilebilir… Kendi alanında
özgün, yaratıcı düşünceler üretebilir. Bu tür insanlar çoktur. Bunların bir
kısmı da asosyaldir hatta…
Bir
de görgü dediğimiz bir şey var. Yani oturmasını, kalkmasını bilmesini kast
etmiyorum sadece... İnsanlarla nasıl ilişki kurulur? Onun hiyerarşisi nasıl
takip edilir? Ben kişisel olarak bir şey söyleyeyim. Hoca’da mesela bu bilgi ve
görgüyü tamamlayan iki şey vardı: muhabbet ve hürmet. Yani Hoca’nın
ilişkilerinde, eylemlerinde bir muhabbet tarafı var, bir de karşı tarafın
Hoca’ya uyandırdığı bir hürmet… Yani bu,
şunun için çok anlamlı: Hoca bizde bir baba-oğul ilişkisindeydi ama inanılmaz
bir şekilde hürmet ederdik Hoca’ya… Yani o sınırı çok iyi korurdu. Bize bir
muhabbeti vardı fakat bizim de o muhabbetin karşılığı olan hürmet oluşuyordu.
Bunu nasıl beceriyordu bilmiyorum. Dolayısıyla Hoca’ya karşı hiçbir zaman
amiyane tabirler “sulu”
davranamıyorduk. O sınırı hep gözetiyordu. Fakat bu sınır sert, keskin bir
sınır değildi.
Duvar örmüyordu…
Duvar
örmüyordu… Bir muhabbet sınırıydı… Bu muhabbet sınırı da karşı tarafta bir
hocaya karşı hürmet oluşturuyordu. Bunun nedeni de bu bilgi ve görgünün
ürettiği saygı… Hocanın her şeye saygısı vardı. Fakülteden çıktığımızda tüm
elektrikleri kapatıp çıkardı mesela…
Kendisi bizzat…
Tabii…
Bir bitki orada… Dalları kırılmışsa mesela… Böyle bir saygısı vardı Hoca’nın… İnsana
bunu uyguladığında, şöyle… Hoca’nın mizaca saygısı vardı… Biyolog olduğu için
onu çok iyi bilirdi. Yani her insanın bir âlem olma ilkesini esas alıp
mizaçlara saygı gösterirdi. Dolayısıyla, insanların mizaçlarından kaynaklanan,
yani akıllarının eşlik etmediği yanlışlara karşı tahammülü çok yüksekti. “Onun
mizacı böyle. Yapacak bir şey yok” derdi, “İhsancım. Ne yapalım şimdi? Dövelim mi adamı? Kıralım mı? Mizacı
zorlarsan kırılır” derdi mesela...
Bu çok gözlemlediğim bir hadisedir. O açıdan ister yabancı, ister Türk, ister
öğrenci, ister genç-yaşlı fark etmez... Hoca ile olan ilişkilerde, ziyaretlerde
benim gözlemlediğim buydu.
Gelen
kişiyi tüm kayıtlarından azade, insan olarak saygıya değer bulurdu. Ve onun
fikriyatı, inançları, ne olduğu falan çok önemli değildi ilk aşamada. Sonra
sonra onlara girerdi.
Şimdi
bunu yeri gelmişken akademide de bunun çok acılarını gördüğümüz için
söyleyeyim. Herkes çok konuşuyor tabii. O eleştiri meselesine geçeceğim ama…
Türkiye’de bakınız bakalım… Öğretim üyesi alımlarında… Asistan alımlarındaki
kriterlere bir bakalım. Yani sırf felsefe bölümleri için söyleyeyim. Felsefe
bölümünde… Üniversiteleri şöyle bir istatistiki olarak inceleyin bakalım
felsefe bölümlerinde farklı düşünen kaç tane öğretim üyesi yan yana gelmiş?
Yönetimden?
Yani
bir bölüm, genelde aynı şekilde düşünen insanların alındığı bir “çete”ye dönüşüyor birden. Aynı şekilde
düşünen… Çünkü o bölümü kim kurmuşsa… Ya da o anabilim dalını kim kurmuşsa,
aldığı isimler de buna göre organize oluyor. Çünkü alımlarda “x” şey (kişisi) bizden mi?
Hani
ben sık sık şunu söylerim ya; “Türkiye’de
işler düzelecekse ‘Bu işi bizden kim yapar?’ sorusu yerine ‘Bu kişi kim yapar?’
sorusunu koymamız lazım.” Genelde Türkiye’de işler böyle gidiyor. Herkes
birbirini eleştiriyor ama Türkiye’de şöyle bir şey var: Herkes başkasının
namuslu olmasını bekliyor. Kendisi “seçilmiş”
olduğu için, “seçkin” olduğu(?) için…
Onun
için mesela Hoca tam da böyle biriydi… Hoca’nın yanındaki asistanlar bile
farklı farklı insanlardı. Çünkü Hoca, hiçbir zaman öyle bir çete kafasıyla
hareket etmedi. Yani bunu şunun için söylüyorum. Hoca’nın mesela ilişkilerinde
üç temel kriter var, yola çıkacağı insanları seçerken… Üç temel kriter var:
v Birincisi, vazgeçilmez bir kriterdir. Türk
milletinin ve devletinin varlığıyla problemli olmayacak. Bu kadar!
Muhalif
olabilir, farklı düşünebilir, eleştirilebilir… Onlara muazzam bir saygısı
vardı. Ama Türk milletinin ve devletinin varlığıyla bir problemin varsa, bu ülkede bulunmaman lazım. Yani tabii, “varlığıyla” ama! Uygulamalarıyla değil,
eylemleriyle değil… Orada son derece açıktı Hoca ve çok da tahammülkârdı. Kendi
inançlarının, kendi kabullerinin zıddına (olan) fikirleri de büyük bir sabırla
dinlerdi. Bu sabırla derken, tekellüf cihetinden değil… Yani onu bir külfet
olarak görmezdi. Çünkü mizaca saygı, dedim ya? Bu çok önemli…
v İkincisi, Hoca’nın dediği… “Pespaye bir adam olmayacak.” Yani düşük karakterli… İşte
başkasının malında, namusunda gözü olan… Böyle “pespaye” derdi Hoca ona… Bu tip olmayacak. Çünkü onla iş
yapamazsın, akademisyen olmaz.
v Üçüncüsü ise ehliyeti… Yani yaptığı işi iyi yapacak.
Bunun
dışında hangi memleketten, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunlara bakmazdı.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa… Türkiye’de tabii… Dışardaysa dışardaki
insanlara göre iş tutardı. Bu açıdan herkes bunları konuşur da… Yapmaz!
Bunun
delili, kanıtı nedir? Hoca’nın etrafında bulunan insanlar… Ben işte… Diyelim ki
benden büyük olan hocalarım… Hoca’nın böyle ilk öğrencileri… Biz… Benden küçük
olan… Şöyle bir fikriyatımıza baktığımız zaman; biri Maçin’de, biri Çin’de…
Biri uzayda… Öyledir, çok farklıdır. Ve hepsi de Hoca’nın talebesidir. Hepsi de
aynı derecede Hoca’yla ilişki kurmuş insanlardır.
Bunu
becermek kolay bir iş değil işte… Bu, saygı… Temelde saygı… Saygının da iki
bileşeni var; bilgi ve görgü. Hoca’nın insanlarla ilişkileri bilgi odaklı ve
görgü odaklıydı. O açıdan etkisi de, insanlara değmesi de, belirli bir sevgi
halesi oluşturması da bununla çok alakalıdır (diye) düşünüyorum. Dolayısıyla
bunlar gelip neye dayanıyor? İnsan olmasına dayanıyor.
Şimdi
bu eleştiri konusu da… Biraz önce sorduğun ve benim ertelediğim soruya gelmek
istiyorum. Şimdi yine bu programda mı, başka yerde mi söylediğim,
hatırlamıyorum ama bizde, Türk düşüncesinde ya da Türkiye’de düşünce
üretilmesini eleştiri eksikliğine bağlayan insanların… 56 yıllık ömrümde, 35
akademik hayatımda gördüğümü söylüyorum; en tahammülsüz olanlar da bunlardır,
bu şikâyette bulunanlardır. Ben bunu gördüm yani… Mikrofon açıkken, işte, “Bizde eleştirel düşünce yok, bizde kimse fikre tahammül…” Eleştirdiğin
zaman kıyameti kopartır!
Şimdi,
Hoca ile ilgili anım şu: Hoca’nın “Küresel
Medeniyet” kitabı yayınlanmıştı[2]. O
zaman “Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti”
olarak çıkmıştı. O kitap dolayısıyla ceza aldı. Kimse bunu bilmez. Tabii, o
kitabı bahane ederek Hoca’ya üniversite o dönemin şartlarında ceza verdi.
Sebebi buydu ama başka şeyle verdiler tabii. Onu da burada ilk defa söylemiş
olayım. Şimdi o kitabın yayınlanmasında benim de tabii biraz katkım oldu. İşte
yayıneviyle… Gittik İlhan Kutluer hocamız o zaman, o yayınevinin danışmanıydı.
Aracı oldu filan…
Kitap
çıktı… O zaman ilk çıktığında küçük bir kitaptı açıkçası. Hoca, baskı çıktıktan
sonra her birimize birer nüsha dağıttı. Hoca’nın âdetidir.
Öğrencilerine?
Tabii…
Sadece öğrencilerine değil… Tüm
bölümdeki hocalara hem kitaplarını hem makalelerini dağıtırdı. Şimdi ben
öğrencilerine dağıtmasını anladım ama tüm bölüme dağıtmasını… Şöyle bana cevap
vermişti… Artık bunları söyleyebiliriz. “Belirsizlik
korku yaratır. Muhayyileyi (hayal gücünü) besler ve insanlar sizi farklı
görmeye başlarlar. ‘Ne yaptığımı herkes bilsin ki arkamdan farklı şey
düşünmesin’ diye” yaptığını söylemişti bana… Ama öğrencileri için tabii
bunu düşünmüyor… Öğrencileri ile neticede paylaşıyor.
Kitabı
verdikten sonra dedi ki bana; “İhsan, tüm
arkadaşlara söyle. Bir ay sonra… (Kitabı okunacak şekilde. Çünkü bir ay
içinde okunabilir bir kitap.) Bir ay
sonra kitap hakkında bir değerlendirme toplantısı yapalım.”
Şimdi, değerlendirme derken, hani, nasıl
alıştık biz? “Aa hocam çok iyi yazdın!”
diyoruz tabii (gülüyor…).
Dedi
ki; “Herkes, eleştirilerini çıkarsın.
Neler yanlış var? Nelere katılmıyoruz? Bunları müzakere edelim.”
Ben,
içimden dedim ki; “Herhalde deniyor Hoca
bizi. Neyini eleştireceğiz biz? Öğrencisiyiz yani…” Neyse, tüm hocalarımıza
kitabı dağıttık. Asistan arkadaşlar, bizden büyük olan hocalarımız… Ve İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünün kütüphanesinde çaylar
eşliğinde oturduk.
Eleştirinin
moderatörü de Hocamızın ilk öğrencisi olan, değerli hocamız Cengiz Çakmak hoca…
O zaman doçentti hocamız ve o, moderatörlüğünü yaptı… Moderatör diyorum ama ilk
eleştiriyi de o başlattı. Yaklaşık üç saate yakın orada biz Hoca’nın kitabı
hakkında kanaatlerimizi serdettik. Hani biz yine edebimizi muhafaza ettik, çünkü
ben dediğim gibi hala inanamıyorum… “İmtihan
mı ediliyoruz? Bir sınav mı bu?” falan gibi düşünüyorum. Çünkü Hoca’nın bir
karizması var, bir otoritesi var… Entellektüel bir insan… Yani neyini
eleştireceksin diye bakıyoruz biz olaya… Alışkanlıklarımız buna müsaade etmiyor
açıkçası… Ama Cengiz Bey…
O alışkanlığı sağlayan şey tabii
başka bir örnek hoca görmemişlik…
Örneklik
yok önümüzde tabii ki… Yetiştiğimiz kültür, gelenek diyoruz da… Ama Cengiz
hocamız, çok ağır eleştiriler yaptı.
Hoca,
piposunu yaktı… Pipo eşliğinde –O zaman
yasak değildi kapalı yerlerde içmek- dinledi. Ben Hoca’yı izliyordu. Yani
çok ağır eleştiride mimikleri, jestleri… Yok, gayet rahat… Not alıyor…
Bittikten
sonra Hoca, tüm eleştirilere sırayla cevap verdi ve inanır mısınız, yüzde
yetmişini kabul etti. “Kitabın ikinci
baskısında ben bunları dikkate alacağım” dedi ve hepimize teşekkür ederek
emeklerimizden dolayı, dağıldık. Bu,
benim hayatımda unutmadığım nadir sahnelerden biridir.
Bir
hocanın örnekliği böyle bir şey… Lafla olmuyor bu! Ya da yalan söyleme değil
de, en kritik anda doğruyu söyleyerek örnek olmak vardır ya? O açıdan Hoca’nın
bu örnek olma durumu… Şimdi biliyorsunuz biz Hoca’ya aramızda “usta” deriz. “Ustamız şöyle… Ustamız böyle…”
Şimdi,
Hoca’nın Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde, şimdiki Milli Eğitim
Bakanımız Mahmut Bey’in –O zaman rektördü- girişimiyle bir fahri doktora
verildi. Hocamız Zonguldaklıdır. Ben orada bir konuşma yapmıştım. “Bir Üstad v e Filozof Olarak Teoman
Duralı…” Orada söyledim; Kime “üstad” denilir? Usta, üstadın
kısaltılmışı malumunuz… Onun bizde üç anlamı var… Yani bir kişiye öyle kafanıza
göre “usta” diyemezsiniz.
v Birincisi; örnek olmak… Yani bir insan, muallim, müderris, profesör,
doçent, öğretmen, kimse… Örnek olacak!
Topyekûn bir örnek… Kişisel
yaşantı…
Tabii,
tabii… Her açıdan… Duruşuyla, kalkışıyla, bilgisiyle bir örnek olacak…
v İkincisi; Mutkin olmak derler… Yani yaptığı işi,
maddi ve manevi gücünün yettiği oranda son sınırına kadar yaptığını bize ihsas
ettirmesi lazım. Hoca, işini iyi yapardı. Çok iyi yapardı hem de…
Şimdi
bak, bir anımı anlatayım… Ben bunu başka
mecralarda anlattım. Hoca’nın yüksek lisans dersini alıyoruz. Bir konu anlattı
Hoca… Kant’ı anlatıyordu… Ben de bir benzeşimden hareket ederek Cahız’a bir
atıf yaptım. Dedim ki; “Hocam, Cahız,
Kitâbü'l-Ḥayevân’da şöyle şöyle diyor…” Nereden okumuşsam…
Hoca,
Cahız’ı çok iyi biliyor. Tezinde kullanmış, biliyorum ama… Şimdi, bağlam
dolayısıyla irtibat kuramadı Hoca ama beni de bozmadı. “Ya ne alakası var?” da demedi. Çünkü ciddiye alıyordu
öğrencilerini Hoca… Hoca’nın tabii derslerine girerim. Nasıl anlatırdı… Hoca’nın
odasına gidip geliyoruz tabii… Odası açıktı. Kitaplar (üst üste) yığılmaya
başladı… (Gülüyor…) Cahız’la alakalı yalnız. İspanyolca, İtalyanca, İngilizce…
Hocada dil çok! Almanca, neyse… Cahız’la alakalı hangi dilde kitap varsa onlar
yığılmaya başladı böyle (üst üste)… Kütüphaneden alıyor, getirtiyor falan…
6
ay sonra, Hoca bize, benim o katkıda bulunduğum bağlamı dikkate alarak bir
Cahız sunumu yaptı… Fakat kesinlikle bana atıf yaparak, beni rencide ederek
değil, sanki doğal bir bağlammış gibi… Ama biz anladık tabii… Ve inanılmaz bir
Cahız dinledik Hoca’dan! O kadar güzel hazırlandı! Orada (derste) geçiştirmedi,
halının altına süpürmedi, hocalığın gereği neyse onu yaptı. Dolayısıyla bu
örneklikler insanı etkiliyor. Bunları siz bir iyi yaşam kitabı, iyi hoca olma
kitabı yönergesi…
Bakın
menâkıb çok önemlidir bizim geleneğimizde… Menâkıb… Özellikle tasavvufta. Niye?
Çünkü ameli aklın ya da eylemin epistemik doğrulaması, bilgi doğrulaması
kitapla olmaz, davranışlarla olur. Biz niçin bir mutasavvıfın, büyük bir sufinin
menâkıbını önemseriz? Çünkü onun iddialarının tam tahakkuk etmesi, tam
gerçekleşmesi ve iddialarının doğrulanmasıdır. Menâkıbın en önemli özelliği
budur. Onun için büyük insanların menâkıbları, aynı zamanda onların
iddialarının doğrulanmasıdır.
Hani,
ben şöyle bir cümle kurmuştum? “Bir
insanın yaşamı, kendi hakkındaki rüyasının yorumudur.” Dolayısıyla hocanın
menâkıblar, o kişinin iddialarının bir yorumu… Nasıl yaşadığı, yaşama ilişkin,
hayata ilişkin iddialarının cisimleşmiş, tecessüm etmiş, dışarı çıkmış bir
hali… O açıdan çok önemlidir bu tür menâkıblar…
Meseleyi de meselleştirmeden misal
olarak kalmasını sağlayacak…
Ben
de bunu söyleyeceğim… Örneklik böyle oluşuyor… Siz bir sufiyi, büyük bir
sufiyi, büyük bir âlimi örnek alırken işte bu somutluklar üzerinden örnek
alıyorsunuz. Yaşamış çünkü bunu! Fiili olarak… Sadece bunu sana söylemiyor. “Yap” demiyor, yapıyor. O, yaptığı
için, o bir temsil olduğundan dolayı, o temsil…
İşte
misal, mesel, masal, timsal… Hepsi aynı kökten gelir biliyorsunuz. Atasözü de meseldir değil mi? Mesel de
misalden gelir. Atasözü de bir örnekliktir. Masal da aynı şeyden gelir.
Anlatabiliyor muyum? Aynı kök bunlar… Hoca’da biz misal kelimesinin tüm
açılımlarını görürdük… Böyle, bu tür uygulamalarından dolayı… Yeri geldiğinden
birçok anımı paylaşabilirim bu açıdan…
v Bir de ustanın üçüncü bir anlamı da “önde olmak” demek… Herhangi bir konuda,
beraber yürüdüğün insanların önüne geçebilmek… Niçin? Daha önce bunun
tecrübesine sahip olmak… Basit bir örnek; Yolda yürüyorsunuz… Ormanda nasıl
gideceğinizi bilmediğiniz zaman birinin öne çıkması lazım, işte o da ustadır…
Yolu açması lazım…
Yolu
açması anlamında… Doğrusu Hoca’da hem örnek olmak, hem mutkin olmak yani işini
iyi yapmak, ehliyet, hem de öncü olmak anlamında ciddi bir birikim vardı. Çünkü
devamlı uğraşırdı.
Mesela
çok ilginç… Yine benim taaccüp ettiğim, hayret ettiğim bir şey… Hoca’nın bir
radyosu vardı… Sürekli… Fakültede tabii
çalışması çok zordu… Çünkü kapısı devamlı açık olduğu için biz Hoca’ya kızardık
ama Allah insanı en iddialı olduğu yerden imtihan eder… Biz de o duruma düştük
biraz… “Güzin Ablalık” derdi buna
Hoca… “Hocam Güzin Abla mı oldunuz?” derdi…
(Gülüyor…) İnsanlar dertlerini yazardı… Hoca’nın odası, dertli insanların
gelip… Hoca’nın bir şey yaptığından değil ama dinleyip onları rehabilite
ediyordu bir tür… Tabii orada
çalışamıyordu… Ya kitap okuyordu, ya radyo dinliyordu… Radyoyu… Girerdim… Allah
Allah! Garip bir dil… Bizim bildiğimiz bir-iki dil canım… Hoca, gününü,
özellikle fakültede iken saatlere bölerdi böyle… Ve her saat, başka bir radyoyu
dinlerdi. O dili devamlı canlı tutmak için… Anlatabiliyor muyum?
Dil,
unutulur. Dil dediğin biraz haindir, yani ihmal edersen gider… Onu Hoca çok
söylerdi… Unuttuğu diller de vardır Hoca’nın bu nedenden dolayı… Mesela
Malaycayı çok iyi de konuşurdu ama konuşmasını unuttu. Uzun süre ihmal ettiği
için…
Radyoda bulamadıysa…
Radyoda
bulmadıysa… (Gülüyor…) Evet…
Dolayısıyla,
mutkin olmak, işini iyi yapmak anlamında da bunu çok gördük. Böyle güzel
hatıralar geliyor aklıma…
Eyvallah… Hususiyetine dair sormuş
olayım Hoca’nın… Radyo deyince Hoca’nın, sizin denk geldiğiniz ya da
dikkatinizi çeken müzikle ilişkisi bağlamında söylüyorum…
Çok güzel! Evet... Hoca, bir müzik hastası
canım… Yani zaten Hoca’nın müzik kulağı güçlü olduğu için dil kabiliyeti de
güçlü… Ben, bunu kendi çocuklarımdan da biliyorum. Müzik kulağı iyi olanın dil
öğrenme kabiliyeti, özellikle duyma, duyduğunu anlama kabiliyeti çok gelişkin
oluyor. Hoca, kaliteli müziği tüm kayıtlardan bağımsız olarak dikkate alırdı.
Yani her türlü müziğe açıktı. Diyelim ki Batı klasik müziği yanında İran
müziğine, ondan sonra Türk müziğine filan… Klasik Türk müziğine falan çok
şeydi… Devamlı müzik dinlerdi Hoca zaten… Tabii… Ve büyük müzisyenlerin
hayatlarını da bilirdi, okurdu…
Hoca’nın
sanatların çeşitli alanları ile irtibatı vardı… Şiir yazardı… Devam etmedi ama
hatta bizim Mehmet Sabri Genç, öğrencisi, onun bir şiir kitabını da yayınladı. “Deniz ve Kâşif” diye bir şiir kitabını
da yayınladı. Devam etmedi fakat şiire de merakı vardı, şairlere de merakı
vardı…
Bu
entellektüel meselesinden şunu da söyleyeyim. Hoca, açık uçlu bir insan olduğu
için mesela kendi dönemindeki tüm entellektüellerin, entellektüel kabul ettiği
aydınların, yazarların toplantılarına giderdi. Necip Fazıl’ından Nurettin
Topçu’suna… Tabii… Cemil Meriç’inden… Ne bileyim, o dönemde tüm sol cenahın,
sosyalist cenahın, Marksist cenahın, Kemalist cenahın… Neyse… Hepsinin… Dizginlenemez bir merakı olduğu
için “bunlar ne anlatıyor?” gidip
dinlerdi… Ve biz Hoca’dan çok dinledik, birebir bu tür hatıraları… İsimlerini
tek tek saymaya gerek yok… O İkinci Yeni’nin en önemli şairlerini mesela… Birebir hem tanımıştır, hem de güzel
şiirlerinden bahsederdi… Dolayısıyla bu sanat… Hem müzik, hem şiir, hem
edebiyat…
Mesela
Hoca’nın biz, hatırlıyorum, birinci sınıfta… 85’te… Bize… Benim en önemli
hatıralarımdan biri de odur. O zaman tabii akıllı tahta yok. Tebeşirle yazıyor…
İlk dersimiz perşembe günü… Felsefe öncesi düşünüş… 85, Perşembe… Ekim…
Hatırınızda mı?
Tabii,
tabii… İlk ders… Çünkü çok etkilendiğim bir dersti. Niye? O zaman doçentti
Hoca, yeni doçent olmuştu. Bize kitap yazdı… “Okumamız gereken kitaplar…” Tabii bizim üniversitede bir
tecrübemiz yok. Etrafımızda kimseye de sormamışız.
Şunu
zannettim ben: “Tüm bu kitaplar alınacak…
(Neredeyse 20’nin üstünde kitap var orada…) Tüm bu kitaplardan sorumluyuz
derste…”
Dedim ki; “Yav
işimiz ne kadar zor! Bu üniversite ne kadar zormuş!”
Hâlbuki
hiçbir hoca öyle bir kitap tavsiye etmedi bize… (Gülüyor…) Ben gittim, tüm o
kitapları aldım. Hepsini de okudum. Sonra şunu öğrendim: Meğer o kitaplar, dört
yıl boyunca, bizim genel kültür olarak, ders için değil de, bilmemiz gereken
kitaplar…
O
kitaplardan biri neydi biliyor musunuz? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi…”
Felsefe bölümü birinci sınıf öğrencisi… Ama Hoca bunu yazarken, bunu Türkçe
açısından okuyacaksın… Çünkü iyi bir düşünür, iyi bir felsefeci, dilini iyi
bilen insanın yapabileceği bir iştir.
Yani kendi edebiyatı ve kendi
tarihi…
Yani
onun dolayında… Onun Türkçe açısından çok başarılı bulurdu, Tanpınar’ı… İyi
Türkçe sahibi müellifleri önerirdi. Hiçbir ideolojik kampına bakmaksızın… Nazım
Hikmet’i de önerirdi, Cemil Meriç’i de önerirdi… Nurullah Ataç’ı da önerirdi
mesela… Türkçeyi iyi kullanan insanlar olarak bunları söylerdi…
Tabii, dil konusunda da çok ayrı
hassasiyeti var ama şeyi de sormak isterim… Bu soruyu Hoca’ya soramadım,
sormadım tabii ama… Turgut Cansever’e ben denk gelemedim hocam. Fakat
sonrasında Turgut Bey’in çevresindeki her kimle oturduysam aynı soruyu sordum: “Hoca’nın masasında eksik olmayan ne
vardır?” diye… Herkesle ilgili (bir) husus olduğu söylendi…
Şimdi müzik bahsini konuşurken
Teoman Hoca’nın acaba var mıdır masasından eksik olmayan?
Benim
gördüklerimle sınırlı bir şey söyleyebilirim. Belki oğlu Deniz Bey’e sormak
lazım… Ama atıflarından hareket ederek söyleyebilirim. Hoca’nın bir kere
masasından eksik olmayan; Platon ve Aristoteles… Bu bir… Kenara koy onu…
İkincisi… Bizim şeye geldiğimiz zaman Gazzali… Mesela Hoca, Gazzali’yi çok
önemserdi… Kant… Ondan sonra… Mesnevi… Hoca, iyi bir Mesnevi okuyucusudur… Farsça
okurdu Hoca…
Farsça da?
Tabii,
tabii… Farsça bilirdi ve okurdu… Sonradan unuttu zannediyorum… Unuttuğu diller
var çünkü bazı...
Çok
ilginç… Yerli dilleri öğrenmişti Hoca… Kabile… Kızılderili dediğimiz Amerikan…
Tabii, birkaç kabilenin dilini merak saiki ile öğrenmişti… Öyle çok ilginç
anılar var… Bir gün oturuyoruz… Emniyet’ten aradılar… Sınırda bir Afrikalı
yakalanmış. Bir dil konuşuyor, bilmem ne dili, hatırlamıyorum bile… Mütercim lazım. Hoca’nın böyle bir şöhreti
de vardı… Hoca’yı aradılar… Biz de orada oturuyoruz, odada… Bilmem ne dili…
Hoca, tabii haklı olarak dedi ki; “Ben
bunu ilk defa duyuyorum…”
Svahili falan değil yani? (Gülüyor…)
Hayır,
hayır… Büyük diller değil… Çok yerel bir dil. Fakat merak dediğimiz şey budur
işte… Şimdi Hoca, “Bilmiyorum” dedi,
kapattı ama… Bu dil ne? (Gülüyor…)
Onu bile öğrendi demeyin…
Öğrenmedi
ama oturdu onu baya bir araştırdı. Çünkü
bana da birkaç vazife verdi o çerçevede de ondan biliyorum… Yani Hoca’nın öyle
bir merakı vardı… Eğer onu öğrenmeye değer bulsa öğrenirdi. Emin olun… Büyük
bir ihtimalle değer bulmamıştır ki vazgeçmiştir. (Gülüyor…)
Hoca’yı
o zaman şöyle anlıyorum hocam… Çok devasa bir merak duygusu… Diri tutan…
Evet…
Ama Hoca’nın… Zonguldak’a fahri doktora için gittiğim zaman bana denizi
gösterdi… İşte benim merakımın kökeni budur… Deniz. Deniz gibi ufuk… Ne var
ötede acaba? Yani… Onun için ilk yaptığı şey bir gemiye atlayıp denize açılmak
olmuş… Hoca’nın bir deniz tutkusu var… O “Deniz
ve Kaşif” de oradan geliyor zaten… Deniz onda… Çöl… Aynı şekilde hep bir
merakı tahrik eden, merakı boşandıran bir etki uyandırmış… Tabii inanılmaz bir
merak… Ama hatırla… Merakla korku olmazsa biz bu varlık okyanusuna açılmaktan
korkarız… Ya da varlık çölü… Hangisi hoşuna gidiyorsa… O merak ve korku bizi
yönlendiriyor tabii… Dolayısıyla Hoca’nın o dil merakı da bununla alakalı, bu
genel merak duygusu ile alakalı şüphesiz…
Afrikalı tutuklanan arkadaşın
sorgulanmasına yardım etti… Afrikalının değil mi? Günün sonunda…(Gülüyor…)
Evet…
(Gülüyor…) Yani oradan bile bir yere varabilir miyim meselesine gidiyor… Çünkü
biz derslerde bazen öyle dillere atıf yapardı ki… “Şu kelime, bu dilde, bu anlama gelir…” Bildiğimiz bir dil değil
yani… Yerli dili, mahalli bir dil… Oradan bağlantılar kurardı… Hoca, etimoloji
ile felsefe yapan biri değildi… Bizi de uyarırdı o konuda… “Yani etimoloji çok önemlidir, bir kültürün varlığı idrak etmedeki
kökenler çok önemli fakat orya takılıp kalırsanız felsefi problemi, o halis
felsefe sorusunu gözden kaçırırsınız… Etimoloji, bize sadece felsefi sorunu
idrak etmede, o kültürün o felsefe problemine bakışındaki imkânları verir.
Yoksa felsefe problemi, o kültürün, o dilin bizatihi kendisinden daha yukarıda
olan bir sorudur. Arapça da bakabilirsiniz buna, İngilizce de bakabilirsiniz… Önemli
olan orada… Etimoloji yaparken ya da etimolojiye giderken kültürün o felsefe
problemi olan ilişkisini tespit edersin. Yoksa doğrudan felsefe probleminin
kendisi ile irtibat daha üst bir çabayı gerektirir.” derdi. O açıdan ben de
etimolojiye çok dikkat ederim. Kavram meselelerine ama etimolojiye takılıp
kalıp da felsefi bir sorunu çözmek tek başına kısırlaştırıcı bir şeydir. Bir
süre sonra sizi dolap beygiri gibi dolaşmaya neden olabilir. Hatta bazı
filozofları da, başta Heidegger olmak üzere bu açıdan biraz eleştirirdi. Özellikle
ilk dönemlerinde… Sonradan daha farklı kanaatleri oldu Heidegger’e ilişkin ama…
Hatırlıyorum, ilk dönemlerde etimolojiye boğması felsefi meseleleri dolayısıyla
Heidegger’i eleştirdiğini hatırlıyorum. Böyle bir tarafı vardı Hoca’nın… Evet…
Belki ikinci bölümde hocam…
Hoca’nın vefat dolayısıyla etrafından dönen… Tartışma değil tabii ki de… Birkaç
tane aklı evvel, kendini bilmezin…
Ondan
önce… Hoca’nın hocalığını da konuşmamız lazım…
Evet, oraya ikinci bölümde gireriz…
Sizin için de uygunsa…
Buyrun…
Ben yine Hoca’nın şahsiyeti… İşini
ciddiye alması dolayısıyla, yaptıklarını ciddiye alması dolayısıyla ciddiye
alınan tavrını biraz daha konuşalım istiyorum. Sizin anlattığınız gene bir şey…
Hoca’nın Dekartçı[3]
olduğuna ilişkin… (Gülüyor…)
Evet…
Ben rahmetli Turgut Cansever hoca için yazdığım yazıda bu cümleyi kullanmıştım…
“Ancak kendisini ciddiye alan bir insan
uğraştığı alanı da, konuyu da ciddiye alır.” Kendine saygı duyan bir insan,
uğraştığı konuyu da saygın kılar.
Bu,
Hoca için de geçerli… Zaten birkaç insan tanıdım ben… Tabii, muhakkak çok
vardır ülkemizde… Ama benim irtibat kurduğum biri Turgut Hoca’dır, biri Mehmet
Genç Hoca’dır, biri de Teoman Hoca’dır… Bir hocamız daha var… (Benim kendime örnek aldığım anlamında
söylüyorum. Çok hoca vardır şüphesiz.) Allah selam versin, sağlık versin,
afiyet versin.
Bu,
son derece önemli… Hoca, yaptığı işe saygı duyan bir insan…
Söylemeyecek misiniz?
Yok,
onu söylemeyeceğim şimdi… Belki hoşuna gitmez hocamızın… Ama Allah selamet
versin, uzun ömür versin, sağlık versin… Örnekliği eksik olmasın. Hakikaten
örnek alıyorum ben hocamızı kendimize.
Hoca’nın
böyle bir özelliği var… Yaptığı işe saygı duymak… Saygı duyduğu için titizlik…
Şimdi, titizlik gerçekten epistemik bir kaynaktır. Siz bir işi ne kadar
titizlenirseniz, o iş kendisini size o kadar verir. Anlatabiliyor muyum? Yani
nüfuz etme kabiliyetinizi arttırır. Hoca’nın öyle bir şeyi vardı. Dolayısıyla,
Hoca’nın o şahsiyet özellikleriyle alakalıydı.
Anlattığınız zaman hocam, sizin
Hoca’yı Dekartçı zannetmeniz…
O,
şöyle… O, Hoca’nın hocalığıyla alakalı bir konu… Biz tabii… Hoca’nın dersleri
efsane! Bunları hiç anlatmaya gerek yok. Kimse saate bakmaz. Yani…
Ayakta anlatır… Belki de burada o
sahneyi de söylemek lazım bilmeyenler için…
Ayakta
anlatmaz… Hoca, teatral anlatır. Yani devamlı hareket halindedir ve
öğrencilerle temas kurar. Burada bunu ben temsil etsem, gülebilir arkadaşlar
yani… Ama o kadar sahici elektromanyetik bir alan oluştururdu sınıfta… Yani
şöyle değil: Bir çizgi çizip, öğrencileri o çizginin ötesine koyup karşıdan
seslenen insan değil… Öğrencilerin içine giren bir insan. Amfide devamlı yürü
ama bu yürümek de öyle yapay bir şey değil. Yeri gelir sıradaki bir öğrenciye
eğilir, ona anlatır dersi. Herkes oraya dikkat kesilir. Tam bir teatral… Mesela
Hoca’yı buraya getirsek, ders anlatsa, üç saat sonra şu eşyaların hiçbiri
yerinde kalmaz! O eşyaları kaldırır, onu örneklendirir, fakat o sırada
yürümüştür. Onu oraya koyar. (Yerlerini değiştirir.) Anlatabiliyor muyum?
Hoca’nın onu için böyle sahnede ders vermesi risklidir. Çünkü iş yükünü çok
arttırır Hoca… Hizmetliler ya da oradan sorumlu insanlar o eşyaları tekrar
yerine koymak zorundadır. (Gülüyor…) Değil mi? Yani Hoca’nın ders anlatması
böyle bir şeydi.
Şeyi biliyorum hocam ben… Yakın
zamana kadar Zeytinburnu Belediyesinde bir dizi ders yaptı…
Ama
Hoca’nın biraz yaşlılık, sağlık problemi olduğu dönemler…
Ona rağmen hocam… 2 saat ayakta…
Tabii…
Şimdi Hoca ilk ameliyatını oldu. Boğaz kanseriydi hocamız. Ben, ziyaretine
gittiğim zaman çok üzüldüm. Yani hocamız bu vartayı atlatamaz diye düşündüm
açıkçası… İşte arkadaşlardan rica ettik. Dua edelimi hatim indirelim şeklinde…
Bir ay sonra Hoca beni aradı. “İhsan”
dedi, “bana ders koy” dedi şeyde… “Felsefe bölümünde ben ders vereceğim.”
Ben
o zaman anladım, Hoca dirilmek istiyor. Ve
emin ol, üç saat ayakta, o ameliyattan birkaç ay sonra ayakta ders anlatırdı
Hoca ve derslere hiçbir zaman, bizim tam tersimizde… Hoca’yı o konuda örnek
alamadık. Derslere kravatsız girmezdi. Yani o klasik dönemin alışkanlıklarıyla
ceket-kravat-pantolon… Yani takım elbise vardı…
Tabii,
Hoca’nın öyle bir özelliği vardı. Ayakta, son derece teatral, bir
elektromanyetik alan oluşturan… Hoca’nın tabii, ders şeyi, entellektüel olmakla
alakalı… İnsan olduğu için hayatın içinden… Yeri geldiğinde bir taksi şoförüne,
yeri geldiğinde bir siyasi meseleye atıf yaparak konuyu çerçevelemesi çok
önemli… Bir anlatıya dönüştürüyordu her şeyi… Bir anlatı… O anlatı da bir
organiklik oluşturuyor. Sizi çekiyor bir vakum gibi… Anlatabiliyor muyum? Böyle
bakıyorsunuz. Yani şöyle, çok amiyane bir örnek ama bir maç düşünün; ne zaman
gol olacak diye böyle bakıyorsunuz. O an vardır ya? (Ben maç seyredemem
açıkçası da.) Onun gibi,
seyrediyorsunuz. Fakat bu seyrederken konuya odaklanıyorsunuz. Onu da
söyleyelim ben. Hoca’nın hareketlerine değil. Onun için biz Hoca’nın derslerini
hiç unutmazdık. Şimdi o mesele de…
Şey de var ya hocam. Şey
zannediyorum örneği… İnsan ancak çok iyi
anladığında iyi anlatabilir.
Tabii…
Feynman’ın mı, Einstein’ın mı, şimdi tam hatırlamıyorum ama “Bir konuyu iyi anladıysanız” diyor, “onu ilkokul çocuğuna da anlatırsınız, bir
profesöre de anlatırsınız.” Anlamanın ölçütü budur. Feynman’ındır
zannediyorum. Bunu, evet Hoca da söylerdi.
Şimdi
burada şu var yalnız. Bir şeyi iyi anlatmanın bir şartı var. O da şudur:
Öğrendiklerinizi, malumat olarak aldıklarınızı tevessül edeceksiniz dedik ya
geçen… Kendinize mal edeceksiniz.
Hoca,
tüm felsefeyi kendisini icat etmiş gibi anlatırdı. (Gülüyor…) O terkip, o inşai
tutum, o sentetik yapı, o anlatıyı oluşturan şeydir. Yani Hoca, bilmediği,
kafasının basmadığı, anlamadığı zaman onu hikâyesine katmazdı. Anlatabiliyor
muyum? İnşai bir kafası vardı yani… Kendisi o sırada inşa ederdi konuyu… Aynı
konuyu başka bir zaman sorun, başka bir inşa ile karşılaşırsınız. Onun için
Hoca belki aynı şeyleri anlatırdı ama inşalar farklı olduğu için, örgüler
farklı olduğu için hep farklı film ortaya çıkardı. İşte bu konuyu kendisine mal
etme, o temessülle son derece alakalı… Bakın bunun örneğini işte senin dediğin
şey veriyor bize…
Şimdi…
Üçüncü sınıftayız, Yeni Çağ Felsefesi
Tarihi… Hoca’nın dersi öğle üzeriydi… Sonra akşama başka bir ders var… Çağdaş Felsefe Akımları… Hoca Descartes’i
anlatıyor bize… Ben de o sırada Nietzsche’nin Descartes eleştirilerini
okumuşum… Öğrenci nedir yani? Hocayı zor durumda bırakacak… Öyle… Sınıfın hani…
Felsefeye bilinçli gelmiş bir grup arkadaştık zaten… Hoca, Descartes’i
anlatırken bir yere geldi… Ben, el kaldırdım. Nietzsche’nin eleştirisini
söyledim. Nietzsche’ye atıf yaparak…
Hoca,
“evet” dedi, “Descartes şu anda çok ağır bir sağ kroşe aldı” dedi. (Gülüyor…) “Ama
yıkılmadı henüz…” falan… Esprilerle…
Öyle
bir anlatıyor ki… Ben sorular soruyorum, itiraz ediyorum… Başka arkadaşlar
(da)… Sanki karşımızda Descartes var ya!
“Bu kadar da niye önemsiyor ki?” dedik yani… Hoca, Dekartçı mı acaba? Bilmiyoruz tabii, Hoca’yı artık öğrenci
olarak tanıyoruz. Henüz daha çırağı olmuş değiliz. Şimdi, Hoca bunu hissetti… Herkes,
Allah Allah (bir şaşkınlık halinde)…
“Çocuklar” dedi, “ben,
şu anda size Descartes’i anlatıyorum. Şunu düşünmem lazım: Descartes, bunu
nasıl cevaplardı? Önemli olan budur” dedi. “Yani, ben şu anda Descartes’im” dedi. “Descartes’i
eleştirmek ayrı bir konu, benim Descartes’le ilgili kanaatim ayrı bir konu… Kant’ı
anlatsam bu şekilde anlatmam lazım. Nasıl cevap verebilir bu sorularla? Zaten
felsefe sistemlerinin en önemli özelliği budur” dedi. “Bir kere kurulduktan sonra, kendinden sonraki durumlara ilişkin,
filozof yaşasa nasıl cevap verirdi? Mesela Descartes’i alıp 20. yüzyıla
getirsek sorulara nasıl cevap verir? Dekartçılığı siz güncellemek istiyorsanız,
Descartes’in yöntemini… Bunu yapmanız lazım…” Bunun (ders anlatış
biçiminin) gerekçesini verdi bize…
Şaşırdık
tabii ama bu olay burada kalsa beni çok etkilemez de… Akşamki derse gittik.
Sınıfta bir arkadaşımız vardı, Wittgenstein’ı çok seven, Wittgenstein’ın
Tractatus’unu ezberlemiş, Tractatus
etrafında yazılmış metinleri okumuş, hatta Almanca bilmediği halde Almancasını
ezberlemiş bir arkadaşımız… Var böyle insanlar… Çok kötü sıkıştırdı Hoca’yı ama
hem Tractatus’dan alıntı yapıyor, hem Türkçesinden… O zaman zannediyorum Oruç
Auroba’nın tercümesiydi herhalde alıntı yaptığı… İşte, başka kaynaklardan alıntı yapıyor…
Bunaldı Hoca…
Dedi
ki; “Ne beni sıkıştırıyorsun? Öyle demiş
işte, ne yapayım yani? Git, kendisine sor!”
Şimdi
biz bu ikisini mukayese edince Hoca’nın direncini gördük gerçekten. Hocalığını (gördük). Konulara olan
vukufiyetini, ciddiyetini gördük. Titizliğini gördük. Bu da bizi etkileyen
hadiselerden biridir. Ben bunu daha başka mecralarda da anlatmışımdır.
O
açıdan titizlik, işini ciddiye almak, saygı duymak, bir süre sonra sizin de
ciddiye alınmanızı ve size de saygı duyulmasını, yaptığınız işe de saygı
duyulmasına neden oluyor. Ben bunu rahmetli Turgut Hoca’da da, Mehmet Genç Hoca’da da, Teoman Hoca’da da
gördüm açıkçası... Bir şekilde beraberliğim olan insanlar…
Bu örnekler dışında hocam, şey var
mıdır? Siz de -buradasınız diye tam rahat söyleyemiyorum belki ama…- hocasınız.
Hocalık yapıyorsunuz çok uzun yıllardır. Teoman Hoca, size hocalık yaptı.
Hoca’dan en belirgin, böyle alıp da kenara koyduğunuz, gene hocalığı
bağlamında, bir şey var mıdır, bu anlattıklarınız arasında?
Bir
insan, tabii kendisine özdeştir. Hiçbir insan, diğerine özdeş olamaz. Hoca da
bunu istemez zaten. Onun için taklit iyi bir şey değil. Hoca, taklidi hiç
sevmezdi. Ben, Hoca’nın taklit edilmesi taraftarı değilim. Ama Hoca’nın örnek
alınması anlamında…
Ben,
bunu arkadaşlarıma, genç arkadaşlarıma söylüyorum… Ben, böyle gördüm diyorum.
Ben saklamam.
-“Niye hocam böyle yapıyorsunuz?” (diye soruyorlar.)
-“Biz hocamızdan böyle gördük” (diye yanıtlarım.)
Çünkü
bazen yaptıklarımızı anlamıyor gençler… Çünkü bizim dönemimiz değil. Yeni bir
kültür… Yetişmiş genç arkadaşlar farklı bakıyor olaylara… Bazen benim
yaptıklarımı anlamlandıramıyorlar… “Biz
Hoca’dan böyle gördük” diyorum ben bunu…
Benim
etrafımda bulunan, yetiştirdiğim, yetişmesine katkıda bulunduğum tüm genç
arkadaşların muhayyel örneği Teoman Hoca’dır. Çünkü söylerim ben de… Saklamam.
Hoca’nın
ders anlatma üslubu kendine has… Onu siz ancak, oradan faydalanabilirsiniz…
Çünkü o, Teoman Duralı; siz, İhsan Fazlıoğlu’sunuz. Yusuf Genç’siniz falan…
Yani…
Ama
bu örnek alma durumu… Tabii ki bizim önümüz açan, nasıl davranacağımıza ilişkin
bize kapı aralayan bir yapı elbette…
Tavra
ilişkin…
Tabii,
tabii… Diyelim ki Hoca’nın Türk milletinin ve devletinin varlığıyla problemi
var. Benim birinci ilkemdir mesela, ben bunu hocamdan aldım. Ehliyet meselesini
Hoca’dan aldım. Ben de genç arkadaşlarla mesleki bir birliktelik kurmak
istediğim zaman bunlara dikkat ediyorum. Onların hiçbir görüşüne bakmam!
Eyvallah… Benim gözlediğim
kadarıyla sizde de hikâye oydu… Yani öğrencilerinize geriye dönüp “Bak, benim adımlarım dışında hiçbir yere
basmayacaksınız!” gibi bir şey söylemiyorsunuz.
Ahlaki
değil o! Tabii, Hoca bu konuda uyarırdı. Teoman Hoca… Şimdi Hoca’nın
insanlığını sürekli vurguluyorum. Yaşamın içerisinde bir insan…
Şimdi,
biz yeni asistan olduk. Hoca, bir yerde konferans verecek. Bakın… Şimdi genel
adet nedir? “Bölüm başkanınız, doktora
hocanız neredeyse, siz de oradasınız.” değil mi? Ben de gittim. Daha yeni
ama… Genciz… Beni gördü toplantıda… Çıktıktan sonra beraber döndük…
Dedi
ki; “İhsan, niye geldin konferansa?”
“Hocam, gelinmesi gerektiğini
düşündüm” dedim.
(Hoca:)
“Merak mı ettin? Bir şey öğrenmek için mi
geldin? Yoksa hani hocamdır...?”
Dedim;
“Valla hocam, hepsi var tabii ama tabii
ki genel anlamıyla Hocamıza…”
“Bir daha gelme!” dedi, “İşin-gücün
var senin oğlum. Senin işin-gücün yok mu? Bir şey öğreneceğine inanıyorsan…
Bunları zaten ben size anlatıyorum. Bu, genel bir konuşma… Bir konferans… Sakın
kendini bu şekilde mecbur hissetme!” dedi.
Bu
da çok önemlidir. Ben de bunu aynen takip ederim. Hakikaten, bir baktım
etrafıma; tam bir diktatöryel rejimler var!
Küçük küçük… Küçük tanrıcıklar var etrafta… İnsanların şahsiyetlerini
törpüleyen, kişiliklerini törpüleyen, onların özne olmalarını sakatlayan
tutumlar var akademide... Çok!
Sadece akademide de değil…
Akademiyi
ben biliyorum… (Diğerlerini) bilemem… (Akademide) çok fazla ama! Yani,
öğrencinin, evlenmesine kadar ondan izin almasını bekleyen… Yani bunu şart
koşan… Bu çok yanlış bir iş…
Öğrencinin
yazacağı yazıyı, konuşacağı konuyu belirleyen… Bunlar çok yanlış şeyler! Biz,
Hoca’ya “Falan yerde ders vereceğim, bir
kurum benden ders istiyor” dediğimizde, “Ben
senin sekreterin değilim” dedi. “Sen
bir devlet memurusun… Burada bir işin var. Bunun hakkını vermek kaydıyla, senin
özel hayatın beni ilgilendirmez” demişti. Ben, bunu aynen uyguluyorum.
Bunlar, yanlış şeyler…
Yani;
“Kitabımı
hangi yayın evinden bastıracağım?”, “ Ben izin vermeden, kitabını basma!”
gibi, pek çok… İnsanı…
Sonra
diyoruz ki; “Efendim, ya bu gençler, bu
hocalar, niye yetiştikten sonra, belli bir yere geldikten sonra, pespaye
durumdalar?”
E,
omurgalarını kırmışsın!
Adam,
diklenip ufka bakamıyor ki!
Bakın,
yeri gelmişken onu da söyleyeyim o zaman… Hoca’nın tüm asistanları sorumlu
insanlardır…
Hocam burada duralım… Reklam için
sıkıştırıyorlar beni. Reklamlardan sonra hem Hoca’nın düşüncesini, düşünce
tarihimizdeki yerini…
Ama
bunu cevaplayacağım…
Buradan da devam edelim… Evet…
Reklamlardan sonra burada olacağız. Teoman Duralı’yı konuşmaya devam edeceğiz.
Soruların Peşinde…
II. BÖLÜM
Evet, tekrar merhabalar. Soruların
Peşinde’ye devam ediyoruz. Ahirete uğurladığımız Teoman Duralı hocamızı
konuşuyoruz. İhsan Hocamın şahitliğinde… Aslında, İhsan Fazlıoğlu, kendi
gözüyle hocasını anlatıyor…
Kendi
deneyimlediği miktarda ve oranda…
Haliyle…
Evet…
Bir Fatiha’ya vesile olur ümidiyle…
Evet,
inşallah…
Şimdi hocam, konuşacak, soru sormak
istediğim birçok yer var… Hoca’nın gündelik hayatına ilişkin… Kitaplarında
olmayan, büyük oranda…
Onlardan
anlatıyoruz büyük oranda…
Evet… Hayatına ilişkin… Ama bir
tarafıyla bu yakın zamanlarda tartışma konusu olmuş birkaç başlık da vardı…
Tamam…
Oraları da biraz ortaya çıkartalım…
Siz ne düşünüyorsunuz? Oralara nasıl bakılır?
Ben
tabii, Hoca’nın entellektüel birikimi, uzmanlık alanının dışındayım. Ne kadar
cevap verebilirim bilmiyorum ama en azından nasıl ele alınabilineceği hakkında
birkaç…
Yine görüntüye ilişkin olabilir
hocam… Konuları ele alabilmek için…
Evet… Yani şimdi… O şeyi isterseniz
tamamlayayım… Hoca’nın hoca olma vasfıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim.
Evet…
Şimdi
bunu yine bazı mahfillerde dillendirmiştim. Hoca, bir kere, öğrencileri ile
olan ilişkisini ayarlarken ya da insanlarla… Dedim ya, bir çizgi çizip
insanları karşı tarafa koymazdı. İlişkileri, kırık çizgiydi. Kimisinin ayağına
giderdi, kimisi orada (çizginin karşısında) dururdu, kimisi (Hoca’nın)
yakınında dururdu… Ve öğrencileriyle mesela, siyaset konusunu konuşmazdı…
Tamamen, dedim ya, bilgi ve görgü odaklı bir ilişkisi vardı. En fazla
öğrencilerine, lisans düzeyinde, yani belirli bir aşamada “iyi saatte olsunlar” cümlesini kullanırdı. “Çocuklar bakın, dikkat edin, ‘iyi
saatte olsunlar’ın oyununa gelmeyin.”
Buradaki
‘iyi saatte olsunlar’ çok böyle uçuk bir şey değil… Yani “dümeni başkasına kaptırmayın, uyanık olun, ayık olun” şeklinde
uyarılarının dışında kimseye siyasi bir şey empoze etmezdi.
Şimdi
bir kişiyle samimi oluyorsun, senin gibi düşünmeyen… Birkaç muhabbetten sonra,
kendi perspektifini sana empoze etmeye çalışıyor. Maalesef, bu kötü bir
alışkanlık. En akıllı adamımızda da var bu… Hoca’nın böyle bir tavrı yoktu.
Akademik
anlamda da Hoca’nın bir başarısı bence öğretmenden ustaya… Yani Hoca’dan Usta
olmaya… Öğrencisini de çırak olmaya dönüştürürdü… Bunu nasıl yapardı? Günlük
hayatına dâhil ederdi öğrencisini… Yani çırak olarak gördüğü öğrencisini… Ne
demek günlük hayat? Beraber onunla yemek yemek, beraber yürümek, beraber
muhabbet… Yani akademinin dışında, akademik işlerin ötesinde, o öğrencisiyle
hayatı paylaşmak… Zamanı ve mekânı paylaşmayı önemserdi… Dolayısıyla, bir süre sonra, siz Hoca’nın hikâyesine
dâhil olurdunuz. Günlük hayatına dâhil olduğunuz için… Ve öğrenciden çırağa
dönüşürdünüz… Hoca da sizin ustanız olmaya başlardı… Çünkü beraber yürüyorsunuz
artık… O yolu beraber adımlıyorsunuz ve bu adımlamada yaptığınız sadece geyik
muhabbeti değil.
Bazen
son derece çetrefilli bir felsefi problem… Bazen son derece Hoca’nın özeline
ilişkin bir problem… Bir seyahat anısı… Artık orada siz Hoca’nın politik
perspektifine, tarihi olayları yorumlamasına kadar adım adım sizi taşırdı ve
sizi kendi hikâyesinin bir parçası yapar fakat sizin hikâyenizi de o hikâyenin
içerisinde yazmanıza imkân tanırdı… Belirlemez,
koşullandırmazdı yani… Bu çok önemli bir şey… Yani kendi hikâyesine dâhil
ettiği zaman sizi orada boğmazdı. Sizin kendi hikâyenizi üretmenize de imkân
verirdi. Biraz önce anlattığım gibi…
Tarihte eşine az rastlanır şeyler…
Var…
Böyle büyük hocalar tabii… Tarihte çok böyle…
Tabii… Devasa bir çınar… Etrafında
bir başka ağaç… Kolay kolay da yetişmez…
Bunu
şöyle göreceksiniz… İsim zikretmek istemiyorum ama böyle hocalar da tanıdım
ben... Etrafını kurutan… Hocalar…
Çayır bile yetişmez…
Evet…
Onu da tanıdım ben… Hepimizin tanıdığı isimler var bu konuda… Allah rahmet
eylesin bir kısmına…
Ama
bir de etrafını da yetiştiren, gürleştiren, hatta onları itekleyen…
Daha gür olsunlar diye…
Tabii,
tabii…
Bir
sürü şeyi vardır Hoca’nın… Hoca’nın bir de mekân ve zaman bilinci çok önemli…
Mekân bilinci Hoca’nın, özellikle derste, harita ile ortaya çıkardı. Hiçbir
olayı havada anlatmazdı… İsterse bu prehistorya/tarih öncesi döneme ilişkin
olsun… İsterse bugünkü günlük bildiğiniz… Ya da kozmoloji ile alakalı bile
olsa, orada bir kozmolojik resim olurdu yani… Tasavvurları önemserdi. O kavrama
eşlik eden resmi çok önemserdi hoca…
Bir
de zaman bilinci… Kronolojik gitmek… Yani olayların tarihsel bağlamını
vurgulamak… Ve bu zaman bilinci, tarih bilincine dönüşür Hoca’nın… Çok ciddi
bir… Hem büyük ölçekte insanlık tarihi…
Yani
biz Hoca’nın en çok tiye aldığımız ders anlatma şeyi şudur: Herhangi bir konuyu, Big Bang’ten başlatırdı… Herhangi bir
konu! Oradan süpürerek gelirdi… Ve artık senenin sonuna ulaşmışızdır… Esas
konu… Fakat ilginç bir şekilde, o konu da o sürecin bir sonucu olduğu için çok
çabuk bir şekilde toparlanırdı. Ama hangi konu olursa olsun… İlk patlamadan
başlardı…
Boşluk bırakmayacak şekilde bir
bütünlük fikri…
Öyle
anlatırdı. Tabii, sentetik bir karakteri
vardı anlatımının… Bir anlatıya dönüştürürdü… Dolayısıyla sizi dâhil ederdi… O
süreçte siz, “A” konusunu
öğreneceğiniz zaman, bir sürü ilave konuyu da öğrenmiş olurdunuz. Biz, defaatle
bunu dinledik…
Felsefe
anlatıyorsa, bu felsefe öncesi düşünüş biçimlerine kadar giderdi… Mesela Türkiye’de Hint felsefesini, Çin
felsefesini, eski İran felsefesini, Zerdüştlüğü biz Hoca’dan öğrendik,
dinledik… Dil problemi yok Hoca’nın… Öğreniyor, okuyor… Türkçe’de o zaman
kaynak da yok…
O
açıdan, Hoca’nın mekân ve zaman bilinci, harita ve tarih bilgisi ve bunu
anlatılarına eşlik edecek şekilde kullanması da son derece önemli bir
fazilettir.
Burada…
Cevdet Paşa’yı iyi bilirdi… Onu yeri gelmişken söyleyeyim… Ve atıf yapardı…
Cevdet Paşa’yı çok önemserdi. Cevdet Paşa’nın, “Tarih, haritasız olmaz” ilkesini bize söylerdi… Bana söylemişti
yani… Bilirim.
Hatta
bir kitabında da onu kullanır… Kırkıncı Tetimme’de… Cevdet Paşa’dan alıntı
yapar. Hoca, onu bilirdi… Buna da çok
dikkat etmek lazım… Yani Hoca’nın zaman ve mekân bilinci meselesine çok dikkat
etmek lazım.
Ve
tabii ki, bu zaman ve mekândaki insana odaklanırdı, binalara değil… Mesela bir
yere gittiği zaman… Afganistan’a… Fransa’ya… İtalya’ya… Bize binaları değil,
oradaki insanları anlatırdı. Buna ben şahidim. Yani bir taksiye bindiğiniz
zaman, bir akademisyen, bir taksi şoförüyle ne konuşur canım? Hoca, konuşurdu…
Niye konuşurdu?
Çünkü
Hoca, ilk bakışta “Beyaz Türk”
damgasını yemiş bir insandır belki ama Hoca, Kapalıçarşı’da çalışmıştır,
gemilerde çalışmıştır, yurtdışında belirli kampanyalarda çalışmıştır,
lokantalarda çalışmıştır… Yani o aile mensubiyetinin imkânları üzerine iş
yapmamış, tam tersine insanların içerisinde, farklı sosyal hayat içerisinde bulunarak
oradaki tecrübeyi, deneyi biriktirerek… Dolayısıyla insanı iyi tanıyordu.
İnanılmaz bir (nasıl diyelim) aşağı iniş gücü vardı yani… Hiç ummadığın
insanla, son derece basit bir konuyu, onun bağlamında, bir empozede bulunmadan,
onu ezmeden konuşabiliyordu. Bu da beni çok etkilemişti açıkçası... Beni bunu
beceremiyorum tabii de ama Hoca’nın böyle bir tarafı da vardı…
Hocalığından… Belki de sizin
yanınızda Hoca’ya dair hatıra anlatmam cüretkâr olacak ama…
Estağfurullah…
Dinleyelim, senin de (hatıralarını)… Çünkü yazı yazdırttınız Hoca’ya, Cins
dergisinde…
Eyvallah, şöyle şahsiyeti ve
tevazuuna ilişkin sizden gene dinlemek isterim…
Bizde olan şuydu: Biz, Teoman Hoca’ya, bir “Cins’te yazar mı acaba? Ya nasip…” diyerek gittik ve “Olur” demişti… Bunu… Yani kendisinden
işte 40-50 yaş küçük biri ki, Cins dergisini biliyorsunuz hocam… Gençlik
dergisi normalde…
Tabii,
tabii… Biliyorum, biliyorum… Bilmez miyim?
Bir biyoloji felsefecisinin
diyelim… Burada ne yazabilir? Hoca’ya bir de çerçeve sunmuştuk; “Hocam, evrim etrafında… Bunu anlaşılabilir
kılabilir miyiz?” diye… Doğrudan yazmam ama ses kaydı yapın, deşifre
edersiniz, bana gösterirsiniz” diye bir süre Cins’te Hoca’nın yazılarını aldık…
Büyük
bir başarı yani… Büyük bir başarı bu sizin için… Ben size söyleyeyim.
Hoca’nın tevazuuna ilişkin benim
için çok hayranlık verici bir not idi…
Tabii,
tabii… Hoca şöyle… Bir yerde bir ilgi varsa, samimi bir ilgi varsa bilgiye
yönelik kapıları açıktı Hoca’nın tabii ki… Gelir… Yani inanılmaz, odasına gelir
insanlar, konuşurlar… Yani dinler onları… Dedim ya; rehabilite eder.
Tabii
onlara girmeyeceğim ama Hoca’nın özellikle 28 Şubat süreci içerisindeki duruşu
son derece beni çok etkilemiştir. Ama onu burada anlatmak istemem tabii… Daha
sonra ondan bahsederim… Çünkü ben, 28 Şubat edebiyatı yapmayı
sevmiyorum da ondan…
Ama
Hoca’nın insanı ele alan, ideolojik, dini ya da farklı inançları baskı aracı
olarak kullanmaya olan tepkisini bildiğim için… Çok önemlidir, onlar da
şimdilik bende kalsın. Ona girmeyeceğim…
Yani toplamda şunu anlıyoruz…
Yekpare
bir şahsiyetten bahsediyorum yani… Evet…
Yazdıklarıyla… Yaptıklarıyla…
Hep
söylerim; “Şahsiyet, ehliyet ve
mensubiyet çok önemlidir.” Hoca’nın güçlü bir şahsiyeti, bu şahsiyetine
bağlı olarak güçlü bir mensubiyeti –Türk
milletine, Türk kültürüne, İslam medeniyetine, değerlerine- ve güçlü bir
ehliyeti vardı. Onlar, zaten insanı güçlü kılıyor. Dik durmasını sağlıyor. Siz,
şahsiyetinizde, mensubiyetinizde ve ehliyetinizde zayıfsanız, yukarıya alkış
yaparsınız, aşağının da maskarası olursunuz. Hoca, kesinlikle sadakatine değil,
ehliyetine güvenen bir insandı. Onun için çok muhalif bir insandır. Tabii
bunlar… Hoca donkişotluk yapan bir insan değil ama ben Hoca’nın yakın zamana
kadar…
En
son cumartesi kendisiyle görüştüm telefonda… Hatta “Hocam durumunuz iyi değilmiş. Dua edelim, hatim indirelim”
dediğimde, “Çok iyi olur” dedi “ama oğlum, artık toprakla evlenme vakti
geldi…” Cumartesi günü saat 18.26… Hoca’yla yaptığım son konuşma…
Dolayısıyla
o… Tabii bu şahsiyetin, mensubiyetin, ehliyetin güçlü olması, Hoca’da müthiş
bir mesuliyet, sorumluluk duygusu geliştiriyor.
Niye
çok koşturuyor? O yaşlı haliyle… Hastalıkla… Yine de… Mesuliyeti var! Bu
vatana, bu millete, bu medeniyete karşı kendini sorumlu hissediyor. Bu
sorumluluğu yerine getirememenin mahcubiyetini yaşıyor. Yani “utanmak” Hoca için çok önemlidir,
biliyorsunuz. Onu hep söyler. “Utanmaktır
esas olan. Utanmıyorsanız her şeyi yapın.” Hadis-i şerife atıf yapardı…
Bu
mahcubiyet, utangaçlıktır yani… Niye utanıyorsun? Yani bir hata mı işledin?
Yok. “Vazifemi yeterince yapabildim mi?
Bu millete borcumu ödeyebildim mi?” duygusu Hoca’da bir mahcubiyet
oluştururdu…
Çalışmalarındaki çeşitlilik… Tabii
ki Hoca’nın merak duygusu ile de ilgili ama atıyorum Gılgamış Destanı…
Tabii,
o da çok ilginçtir değil mi?
Çabalamak, bununla ilgili…
Bununla
alakalı… Elimden geldiği kadar… Bunu ben Turgut (Cansever) Hoca’da da gördüm. “Yani, biz bu milletin çocukları olarak
yetiştirildik. Biz bu milletin sayesinde, o bütünün bir fonksiyonu olarak
ortaya çıktık. Elimizden geleni yapmamız lazım” hissiyatını… Mehmet Genç
Hoca’da da vardı bu… Turgut Hoca’da, rahmetli, vardı… Teoman Hoca’da… Bizzat
uzun yıllar gördüğüm şey…
Yani,
oturayım… Muhabbetiniz bile… Amiyane tabirle, geyik muhabbeti bile… Bizde bir
ilmi şeye dönüşürdü… Anlatabiliyor muyum?
Bilimsel
magazin yapardık… (Gülüyor…)
Meşgul olduğu şeye benzemek…
Aşk
ile yapmak ya…
Evet… Aşkla yapmak…
İşine
âşık olmak… ,
Abdestsiz Bekir’indi (Gülüyor…); “Hırsızlık bile yapsanız, hakkını verin…”
Tabii,
tabii… “Günahınızı bile ihlasla işleyin...”
Evet Hocam… Devam ederiz tabii
hocam… Tabii, bu beklenecektir bu programdan…
Buyrun,
buyrun…
Hocamızın ardından bu evrim
meselesi ile ilgili bir şey oldu… Kendini bilmezin biri bilmediği, anlamadığı
bir konuya dâhil oldu ama başka saiklerle vesair… Şimdi ama bir tartışma
masanın üzerinde duruyor… İnsanlarda da “Teoman
Hoca evrimciymiş…”
Olabilir…
Zaten sen cevabı verdin ama şimdi Hoca’nın bu konuda bir televizyon programında
uzun bir şeyi var zaten… Oradan dinleyebilirler… Şimdi Yusuf… Bir konuyu,
öncüllerini bilmeden, malumatına sahip olmadan, o öncüllerden hareket ederek
yapılan çıkarım süreçlerini bilmeden sadece sonuç cümlesine bakarak karar
vermek doğru değil… Dolayısıyla, bence bu tür hadsiz vs. bir şeyler söyledin. Onlara cevap vermek, hani geçen haftaki şeyde
de söyledim. Yani 7-8 milyar insan var… Herkesin zekâ seviyesi, IQ seviyesi,
hatta ahlak seviyesi… Ya dedik ya; anlamak sadece idrak ile değil, aynı zamanda
niyet ve ahlakla da alakalıdır. Bunlara cevap yetiştirmemek lazım bence… Fakat burada genel olarak şunu söyleyeyim ben…
Şimdi,
İmam Gazzâlî’nin bir cümlesi var… Allah âlemi yarattı, burada kimsenin bir
şüphesi yok canım. Ama nasıl yarattığı konusunda beşeri mülahazalar
geliştirebiliriz. Bunlar birbirinden farklıdır. Yanlış da olabilir, doğru da
olabilir. Belli dönemde doğru olan…
Ya
iki bin yıl biz bir astronomi sistemi kullandık ve iki bin yıl sonra yanlış
olduğunu söyledik! Çünkü bu, bilimsel, beşeri bir şey! Şimdi bakın… Teorik bir
şeye girmek istemiyorum ama şu (elimdeki) kalemin hakikatini bilmek bunu
mutlakla irtibatlandırmakla mümkündür. Bu da insan için mümkün değil diyor
Fahreddin Razi zaten… Ben bu kalemin hakikatini bilemem. Bu tabii yapay bir
nesne ama niçin? Çünkü bu kalemin hakikatini ancak Hakk’la irtibatı dâhilinde
bilebilir.
E,
ben bunu yapamayacağıma göre beşer olarak, (hakikatini) bilemem. Dolayısıyla bu
kalem hakkındaki tüm söylemlerim en nihayetinde bu kalemin ahvali hakkındadır. Zaman-mekândaki
temsilleri hakkındadır ve yanlış olabilirler.
Peygamber hakikati bilebilir mi?
Peygamberin
bilebileceği bir iş… Ben bilemem… Sormak lazım.
O aklı evvellerin oynadığı role
dair…
Olabilir,
bilemeyiz ama bunu peygamber bilse bile, bunu senin idrakine sunması yine
temsillerledir. Zaten nübüvvetin en önemli özelliği bu değil midir?
Şimdi,
o açıdan… Bizi herhangi bir konuda beşer olarak mülahazalarda bulunduğumuz
zaman; bu, o dönemin bilgi birikimine, o dönemin şartlarına bağlıdır. Yani o
çerçevede bakarsanız pek çok insan güme gider… Yani Allah vere, Müslümanlar
İslam tarihini bilmiyor… Allah vere! Yani…
Bilseler
var ya! Bir tane adam bırakmazlar! Hani bir şey vardı, televizyon programında?
Sosyal medyada… Kur’an’dan bir ayet okuyorlar, “ne diyorsun?” diyor… “Olmaz
böyle şey!” diyor ya bizim Müslüman adam… Hayatında Kur’an okumamış çünkü…
Teoman
Bey’in bu konudaki fikirlerine… Ben biliyorum ne olduğunu da… Kitaptan okuyarak
mı vardılar? Yok canım! Bizde okumaz, kimse okumaz canım! Teoman Hoca da bunu
söylerdi… Mehmet Genç Hoca da söylerdi…
Benim
tanıdığım, bu yaşa kadar… Tüm büyük adamların şikâyeti; “Bu millet okumaz!” Hocası okumuyor ya!
Yani
okuyarak mı vardın? Bir insan hakkında bu kadar ucuz, basit, karalayıcı yargıda
nasıl bulunabilirsin?
Diyelim
ki, Hoca bunu savunuyor… Savunabilir. Sen
de katılmazsın olur biter. Bu bir hakaret vesilesi değil ki! Bilgi, bir lanet
vesilesi olarak kullanılamaz ki! Bu bir bilgi…
Kâfir oluyor diyor ama hocam…
Ya
niye kâfir olsun? Allah âlemi yarattı… İnsanı da yarattı, her şeyi yarattı,
bitti… Ama nasıl yarattığı konusunda ben bir mülahazada bulunuyorum.
Aslında
o, şunu diyor; “Benim otoritemi
zedeliyor. Benim iktidar alanımı zedeliyor bunu diyerek.” Kasıt bu işte…
Kendisi
doğrusunu biliyor mu? Açıklasın bize! Bakın, İbn-i Sina da âlemi/evreni
Allah’ın yarattığını söylüyor, Gazzâlî de… Ama mekanizmaları farklı! Hepsi
kâfir bunlara göre! Ama peki, nedir bu? O da yok!
Dedik
ya… “Nasreddin Hoca’nın… Sazı tutmuşlar…
Tüm ozanlar burayı arıyor” demiştik ya[4]
onun gibi bir şey… Bilgi üretmeden, değer üretmeden, gelişigüzel… İktidar
alanını korumak için gayriahlaki mülahazalar bunlar…
Tabii, şu yüzden sordum hocam… “Teoman
Hoca, Darwinci” gibi şey çıktı…
Olabilir!
Bundan kime ne?
Öyle olsa, “olabilir” gene
diyebiliriz ama… “Darwinci…”
Ya
o başka bir şey de… Bir insanın, bir konuda kanaati olabilir ve sana göre bu
yanlış olabilir.
Evet…
Kaldı
ki meseleyi anlamadan… Ya kolay mı, o mesele üzerine ahkâm kesmek? Ne biliyorsun yani? Hangi kozmolojik teoriden
haberin var? Hangi biyoloji teorisinden haberin var? Hangi… Bu konuların
felsefenin tarihi içerisindeki gelişi hakkındaki behren nedir? Yani cehaletini
bu kadar coşkun bir şekilde nasıl dillendiriyorsun? İnsan, bir had bilir ya!
Hani,
Hoca’nın yine sık sık söylediği şey; “İslam’ın
altıncı şartı haddini bilmektir.” Haddini bilir insan… Bunu uzmanları
tartışsın, bunu âlimler tartışsın kendi arasında! Bilmediğin bir konuda
aşağıdan yukarıya seslenmenin bir âlemi yok! Benim için de çok önemli değil
açıkçası!
Sizin kanaatiniz hocam…
Bana
şunu sorarsan Yusuf… Yaz, tamam… Konuştuk… Teoman Duralı… Şu… Bu… Önemli değil.
“Ne kaldı senin aklında, Teoman Duralı
hakkında?”
Bak,
ben sana bir cümle söyleyeyim; Hocanın bana öğrettiği en önemli şey şudur: “Oğlum, neyi kabul ediyorsan bilerek kabul
et. Neyi reddediyorsan bilerek reddet!”
Bilmek
ya! Türkçe! Bunun tipik göstergesidir; bil-e-bilmek… O bilmek eki bir güç!
Yapabilme anlamındadır ama aynı zamanda bilgi ile alakalıdır. Gidebilmek için
gitmeyi bilmen lazım. Yürüyebilmek için yürümeyi bilmen lazım. Çok önemlidir bu
açıdan klasik felsefe… Bil-e-bilmek için bilmek lazım yani…
Dolayısıyla,
bilerek… Bildiğin zaman zaten hakaret etmezsin. Ne zaman konuşacağını,
insanların acısı taze tazeyken onları zedeleyecek…
Bu
mu peki İslami hassasiyet? Ahlaki hassasiyet? Bu mu?
Şimdi
beni Oflu Hoca makamına çıkartma Allah aşkına! Yani ahlak yoksa bilginin çok da
bir anlamı yok yani! Doğru bilsen ne olur! Bunun ifadesi önemli… Bunun zaman
zamanlaması önemli… Karşındaki insana saygın olacak önce!
O
açıdan bunlara hiç gerek yok bence… Bunların üzerinde konuşmaya…
Yok, bence dediğim gibi hocam…
Başka… Suyu bulandırıyorlar, ya hocam…
Ama
bunlarla uğraşamayız. Olur mu? Çünkü başka… Mesele bilgi olmayınca… Mesele
gerçekten bir meseleyi… Mes’ele! Ne demek? Soru sorulan. Mesele, o demek.
Sualden… Bir soru var ve bunu çözelim, insanlara katkıda bulunalım… Dert bu
olmayınca, dert farklı iktidar alanları, psikolojik saikler, kendini gösterme,
başkalarını kıskanma, herkesin dikkati başka birisine yönelmiş… Kediyi sevsen
yine bu sefer diyecek ki, “kediyi seviyor
herkes”… Kediye hakaret edecek adam!
Yani,
bunlarla uğraşamayız! Niyeti ve ahlakı bozuk olan insanlarla, doğru bile
söylüyorlarsa, uğraşmamakta fayda var. Onların doğrusu kendilerinin olsun! Güle
güle! Nereye gitmek istiyorlarsa gitsinler!
Eyvallah, eyvallah… Hocam, bu evrim
meselesi… Hazır girmişken… Şeyi sormak isterim…
Evet…
Sorulacaktır çünkü… İhsan Hoca, ne
düşünüyor?
Bu
program benim düşüncemle alakalı bir program değil. Ben ne düşünüyorum onu söylerim
ama bunlar buralarda anlatılacak şeyler değil. Hassas şeyler var. Bak, bu
sadece bilimle alakalı değil... Siyasi konularla da alakalı…
Bu avam-havas…
Hayır,
avam-havas meselesi de değil…
Onu kabul ediyor musunuz? O ayrımı?
Belli
bir yere kadar, tabii ki… Ama şu var:
v Bir; Her şey, her yerde konuşulmaz.
v İkincisi; Cümle olarak söylediğinizde arkasını
dolduramazsanız, o çok normatif bir şey
olur. İnsanlara saygısızlık olur o.
Slogan olarak…
Tabii,
o konuda çok büyük otorite olmanız lazım ki, son cümleyi söylemeniz lazım.
Bunlar, müzakereli konular… Bu sadece bilimsel konularda değil canım…
Türkiye’deki –diyelim ki- yakın tarihle alakalı meseleler de o kadar ezbere,
birbirini yaralayıcı, birbirini rencide edici şekilde tartışılıyor ki! Doğru
değil ki bu! Biz şimdi bir şeyi mi çözmeye çalışıyoruz? Bir şeyi mi paylaşmaya
çalışıyoruz? Benim kişisel kanaatim, bu tür meseleleri, bu şekilde gündeme
getirenler, bir şeyi paylaşmanın peşinde. Bir şeyi çözmenin peşinde değil!
“Milletin önünü açalım, milleti daha
iyiye, daha doğruya, daha güzele götürelim”
değil, “bu paylaşımda ben nereyi
tutacağım?” Tehdit olarak kullanıyor; “Bak!
Bu konuyu kaşırım ha! Bu konuyu söylerim ha!” Söyle!
Benim
kişisel kanaatim bu değil. Yani kişisel durum, herhangi, bir mesele… Şunu
söyleyeyim… Bir yanlışı bile… Diyelim ki, herhangi bir konuda bir yanlış
yakaladın... Eğer milletin önünde açmayacaksa, millete zarar verecekse söyleme
onu ya!
Derdin
senin ne? Kendini göstermek mi? “Ben
akademik olarak ne buldum ha?”
Çıkıyor
adam, diyor ki; “Efendim, Ebu Eyyûb
el-Ensarî’nin mezarı gerçek değil.” Yapma ya! Ne kadar zekisin! Herkes
biliyor bunu! Bilmiyor mu bunu?
Ya
akademik anlamda herkes biliyor ama mitoloji ile niye oynuyorsun ki? İnsanların
mitleriyle… Hani Kâtip Çelebi (onlardan çok zeki tabii, ahlaklı da), bunu çok
söylüyor; insanların tahayyülleriyle niye oynuyorsun, hayalleriyle?
Hayal
kuruyorsun… “Aa, bu akli açıdan yanlış!”
Adı hayal zaten bunun ya!
Milletin
değerleri vardır, hurafeleri vardır. Önemli olan burada, o hurafeler hangi
hakikate karşılık geliyor? Yani Türkçe’nin argosu, Türkçe’nin argosudur. İslam
dininin, kültürünün hurafesi, İslam kültürünün hurafesidir. Büyük kitlelerin
hakikatle irtibatını, teorik olarak mı bekliyorsun sen? O, aşağı doğru
süzülecek. Yani hakikatin mümaresesi hurafe üretir zaten.
Eyvallah… “Mit” nedir diye hocam iki satır bir şey…
Hurafe
diyelim…
Ayrıca, Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin
şeyi de gerçek…
Ya
şimdi ona benim ayrı cevaplarım var da… “Bir
toprağı Müslümanlaştırmak” nedir bilmiyor ki adam! Yani niçin Kaz Dağı’nın
tepesinde Sarı Kız Yatırı var? Ya orası Zeus’un şeyi... Panteon orası… Yunan
Panteonu…[5]
Dağı Müslümanlaştırman lazım… Türkleştirmen lazım.
-“Sarı Kız” ne demek?
-“Derviş Kız.”
-Niçin “Kız”?
-Çünkü Türk Yaratılış Destanı’nda
kız çok önemlidir.
Kız
Dağı, Kız Kulesi… Tamam mı? Yani hiçbir şey tesadüf değil! Anlamaya çalışmıyor
ki, karalamaya çalışıyor adam!
Bir
anla! Yani hiçbir şey tesadüf değil… Onlar da insan, sen de insansın. Onlar da
senin kadar zeki canım, senin kadar akıllı. Merak etme yani! Kendini nereye
koyuyorsun?
O
açıdan, anlamaya çalışalım…
Lanet,
bilgi üretmez…
Tahkir
etmek, tezyif etmek, bize herhangi bir şey kazandırmaz ki!
Elbette her şeyi tartışacağız. Kimse son
cümleyi söylemiyor bu konuda. Ne dedim? “Biz
eşyanın hakikatini bilemeyiz zaten.” Yani bu bir çabadır. Çünkü Hakk’la
olan irtibatımız açık-seçik değil o açıdan… Bunun dışındaki tüm söylemlerimiz
belli bir yöntem dâhilinde, o meseleyi izah etmek, idrak etmek için
geliştirilmiş yapılardır. Sen başka bir yapı geliştirirsin, bu iş böyle gider…
Zaten
tarih de bu demek. Tarihe baktığımız
zaman, bir sürü bilim teorisi, düşünce teorisi geliştiriyoruz. İnanç
ilkelerinin ifadeleriyle, o inanç ilkelerinin idraki arasında ayrım yapamazsan
böyle ortada kalırsın işte!
Eyvallah…
O
idrak de bilimlerle irtibatı gerektirir… Bırak sen şimdi modern şeyi! Taftazani’nin Şerhu'l-Makâsıd’ının girişini okusa, idrakin ne olduğunu ve bir
Müslüman âlimin inançlarıyla çağı arasındaki irtibatı ancak o idrak ve idrakin
içindeki bilimlerle münasebeti oranında kurabileceğini Taftazani söylüyor!
İslam tarihini de bilmedikleri için…
Şimdi
bakın… İdrak zayıflayınca Vehhabîlik artar… Vehhabî zihniyet artar…
İdrak zayıf…
İdrak
ne demek? Hem tarihsel, hem de içinde
yaşadığınız çağın tüm bilgi birikimine muhatap olmaktır. Eğer inanca idrak
eşlik etmezse o bir slogana dönüşür. Siz gittikçe sertleşirsiniz, katılaşırsınız.
Bu sadece dini inançla alakalı değil. Bu Marksizm de olabilir, faşizm de
olabilir, Kemalizm de olabilir, İslam da olabilir… Fark etmez!
Sizin
temel inanç ilkeleriniz, anlam-değer dünyanıza ait ilkeleri idrakinizle
irtibatlandırmazsanız Vehhabîleşirsiniz, katılaşırsınız, saldırganlaşırsınız!
Kendinden emin olmazsın çünkü! İmam Gazzali yine ne diyor; “Bir insan, her hangi bir fikri konuda saldırgansa ya inancı zayıftır,
ya bilgisi zayıftır, ya da bir üçkâğıt peşindedir” diyor. Bunu söyleyen İmam
Gazzali… Gerisini düşünsünler!
Eyvallah… Hocam, gene Hoca’nın etrafında tartışma
oluşan başlıklardan biriydi “Dil”
meselesi… Bir tane Hoca’nın çok eski tarihliydi aslında, Harf İnkılâbı da dâhil
olmak üzere dilde sadeleştirme meselesiyle ilgili, “bunun bir katliam olduğu”nu söylüyor…
Söylüyor
tabii, Hoca bunu söylüyor… Öyle bir
kanaati var Hoca’nın… Şimdi bu da çok hassas meselelerden biri… Çünkü duygusal
şeyde tartışılıyor… Kesinlikle bu konuda kimse, kimseye karşı entellektüel,
teorik bir tahammülü yok! Hiçbir kesimin ama!
Yani
en aydınlanmacı, en bilmem ne insanların… Yanlış hatırlamıyorsam Derrida’nın…
Değil mi? Derrida’nın, “Alfabe
değişikliği, Dil Devrimi” konusundaki bir mektubu[6]
var… Eleştiren… Onu bile… Ben Kemalist kesimin eleştirisini okudum… Hakikaten üzücü… Çünkü duygu durumu, entellektüel bir
mülahazayı kaldırmıyor. Pozisyon(lar) alıyor hemen insanlar, savunmaya
geçiyorlar… Anlatabiliyor muyum?
Her
taraf bunu yapıyor. Ya bu mesele böyle duygusal ele alınacak, tartışılacak bir
şey değil. Onun için bunlar, müzakereye açık meseleler değil. Müzakere
edemiyorsunuz insanlarla… Herkes kendi pozisyonunu alıp karşı tarafa saldırmaya
başlıyor. Onun için, konuşma daha iyi!
Hoca’nın
kanaatine gelince… Hoca böyle düşünüyordu… Mehmet Genç Hoca da farklı
düşünmüyordu… Mehmet Genç Hoca, bunu biraz yumuşatmış, “Evet, alfabe Türkçe’yi çok ifade etmiyor belki bu Latin alfabesi
olmasa bile bir şekilde değiştirilecekti. Mevcut Arap(ça)… Çünkü Ahmet Cevdet
Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Enver Paşa dönemlerinde biliyorsunuz, bunlarla ilgili
teşebbüsler oldu ama dilin sadeleştirilmesi iyi olmadı” diyordu Mehmet Genç
Hoca… Yani kelime hazinemizi hızla azalttık…
Mesela o bilgi bile hocam, bu
tartışmayı bir yere koyuyor değil mi? V.Murat’tan itibaren izleri var mesela…
İnsanlar
tartışsın bunları… Yani yüksek entellektüel seviye bunu tartışsın ama hiç kimse
bunu tartışmaya hazır değil. Yalan söylemesin kimse yani.
Fakat şeyi ayırıyorsunuz… Hoca da
ayırıyor zaten… Alfabe değişikliği ile sadeleştirme adı altında…
Mehmet
Genç Hoca bunu ayırıyor…
Şimdi,
dildeki hızlı, semantik, yapısal değişiklikler semantik travmalara neden
oluyor. Bu bilimsel bir şey canım. Yani anlam kaymalarına neden olur. Bunun
kimse iyi olduğunu söylemiyor. Attilâ İlhan da eleştiriyor canım...
Bunun
gerekliliği başka bir konu... Yapılış tarzı başka bir konu… Sonuçları başka bir
konu… Bu ciddi açılardan tartışılması gereken bir konu. Ama bunu kimse
tartışmaya hazır değil!
Burada enteresan bir şey var hocam…
Şöyle… Attilâ İlhan dediniz, haliyle… Yani sağlıklı, namuslu düşünen, düşünce
üreten herkesin burada sorunlu bir şey olduğuna dair bir kanaat… Yani kimse
iştirak etmez sadeleştirme adı altında yapılan şeye diyorum. Fakat iş oluyor
bir şekilde…
Fakat
şöyle… Oldu, bitti ama bak… Yüz yıl
geçti. Şimdi Fatih Sultan Mehmed’i eleştiriyorlardı… “Başkenti İstanbul’a niye getirdi? Edirne, ordan bizim (Batıya)
gitmemiz lazım” diye… Aç o dönemin
kaynaklarını, oku… Şimdi tutup ne yapalım yani? Edirne’den Belgrad’a mı alalım
başkenti? Oldu, bitti bunlar. Ya da Şah İsmail’le Yavuz’un kavgasını
eleştiriyoruz, eleştirebiliriz.
Yüz
yıl oldu bu! Şimdi burada önemli olan, oturup bir masada kayıplarımızı telafi
edelim. Şimdi açıkça söyleyeyim… Bunda şikâyetçi olanlar, klasik metinleri
Türkçeye kazandırma konusunda ne teşebbüste bulundular? (Hiç…) Yani…
Bir
de bunları ele alırken, şöyle ele almamız lazım: Dil, alfabe bunlar kültürel
meselelerdir. Dini meseleler değil. İtikada ait meseleler değil. Kültür bunlar
ya! Kültür değişir yani.
Akaid meselesi gibi davranma…
Değil
ya… Yani bunlar tamam… Tabii, bak bana Erdal İnönü rahmetli ne dedi, biliyor
musun? “Saltanın kaldırılmasına muhalifti bizim aile ilk zamanlar… Yani
İngiltere’deki gibi böyle sembolik olarak tutsak, tarihi bir millet oluruz…”
Ben
sordum bu soruyu… O da bana durup dururken anlatmadı bunu. “Tarihsel bir millet olurduk, yani bin yıllık hanedanımız var derdik.
Ama olmadı” dedi yani… Ve bunu bu şekilde anlattı rahmetli…
Gayet
doğal ya!
Şimdi
şu yapılabilir; “Ya saltanat bir şekilde,
hanedan devam etsin…” Tartış bunu ama bunu duygu durumuna getirip dini bir
meseleymiş gibi, ya da ne bileyim ben, ideolojik bir meseleymiş gibi tartışmaya
gerek yok. Bunlar tarihsel hadiseler… Diller değişir… Türkler kaç tane alfabe
kullandı? Kaç tane kültür havzası değiştirdi? Medeniyet havzası değiştirdi?
Ama
tekrar ediyorum… Bu meseleleri ben de tartışsam, ben de burada bir fikir
serdetsem, bunun çözümü yok! Niye? Çünkü kimsenin bu meseleyi çözmek gibi bir
niyeti yok! Bunlar, Türkiye’de iktidar alanı oluşturmak için kullanılan
malzemeler…
Cumhuriyet…
İstiklal Harbi… Devrimler… Abdülhamid meselesi… Yani İkinci Mahmud’a kadar
gidiyor bu… İkinci Mahmud’dan itibaren ki meselelerimizi biz Türkiye’de iktidar
alanları oluşturmak için kullanıyoruz... Kavga aracıdır bunlar! Belirli, sembolik çatışmaların araçlarıdır,
gereçleridir, enstrümanlarıdır. Buradan bir yere varamayız. Ne ben varabilirim,
ne rahmetli Teoman Hoca varabilir, ne Mehmet Genç Hoca varabilir, ne Attila
İlhan varabilir, ne de bunu kayıtsız şartsız savunanlar varabilir.
Çünkü
bunların meselesi... Buradaki mesele bir şey çözmek, ya bir yanlış olduğu, ya
da doğru olduğu… Şunu şu şekilde değil! Çatışma alanları oluşturmak, semboller
üzerinden kimlik çatışmasına dönüştürmek… Mesele bu yani!
Onun
için ben bu konuda doğruyu söylesem, çıksam da çok güvendiğimiz birine bir
vazife versek… Desek ki; “Sen bu konuda
tarafsızsın. Senin nihai kararlarına uyacağız…”
Ben
Kanada’da iken böyle bir tartışma olmuştu… Taylor… Charles Taylor… Meşhur bir filozofu
görevlendirdiler… Dediler ki; “Senin
kanaatini uygulayacağız.” Başörtüsü konusundaydı zannediyorum… Rapor verdi
ve herkes uyguladı. Kimse itiraz etmedi. Çünkü büyük bir filozof, düşünür diye…
Biz,
böyle bir adam bulsak Türkiye’de… Hiç kimse itibar etmez! Kendi lehine ise
itibar eder!
Bir de… Geçmiş bir hikâye artık… Bunda
doğru muydu, yanlış mıydı konuşulabilir…
Hiçbir
konuyu görüşemiyor, tartışamıyoruz canım… Yani Yunus Emre üzerinde bile
insanlar anlaşamıyorlar ki… Çünkü herkes kendi kimliğinin kavgası peşinde… Seni
dinlerken bile o kimliği besleyecek bilgiyi alıyor… Senin ne demek istediğine
kimse bakmıyor yani. Nedir? Bir çiğlik ve olgunlaşmamışlık, akil baliğ
olmamaklık durumu bu! Baliğiz ama akil
değiliz yani.
Zannediyorum onu görerek
söylediniz, Hacıbektaş üzerinden yakın zamanlarda… “Şuracı mıydı, buracı mıydı?” diye… “Ne söylüyordu?” sorusunun cevabı ıskalanarak…
Ya
şimdi Yunus Emre’nin bir şiirini alıyor adam, oradan bir yere gidiyor. Öbür
şiirini alıp oradan başka bir yere gidiyor. Yani Yunus Emre’yi anlayalım, kendi
bağlamına oturtalım… Farklı düşünen… Katmanlı da düşünebilir bu adam ya! Tek
bir görüşü de olmayabilir. Çağın yaşına göre değişmiştir… Bu değil mesele… “Ben Yunus Emre’yi kendi pozisyonumu
güçlendirmek için nasıl istihdam edebilirim?”
Diyelim
ki, Şah İsmail-Yavuz kavgasını… Ya ikisi de benim tarihim… Yani, Şah İsmail de, Yavuz da benim tarihim.
Bu şekilde bakıp bunu bir bilgi konusuna dönüştürmüyoruz ki! Duygu konusundan
gidiyoruz. Duygular kavga… Duygular parçalanmaz, duygular rasyonalize edilmez.
Duygu, üzerine analitik, sentetik muamele yapılabilecek bir şey değil ki!
“Ben âşık oldum falancaya… Gel bunu
teorik olarak tartışalım.”
Mümkün
mü bu? Duygu durumundan kurtarılmadığı müddetçe kavga edersin. Yakın tarihimiz
de duygu durumu şu anda… Her kesim için… Kavga edip duruyoruz.
Kavga
etmemek için biraz zaman lazım gibime geliyor. Yanlışı yanlış olarak, doğruyu
doğru olarak kabul etmek ve bunun üzerinden gitmeye kimse hazır değil yani…
Kimse boşuna yalan söylemesin.
Duygu durumu…
Hatırlarsan,
şunu demiştik… Çok özür dilerim, sözünü kesiyorum. Yani, herkesin aslında zihninde, arkada kalmış
bir şema var da, kimse sahnede bunu söylemiyor dürüst bir şekilde…
Yani
inanmayan adam, gidip dua yapıyor… Kimse kusura bakmasın. Ben buna
inanmıyorum. Ya da inanmayan adam gidip
Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunuyor. Ya, bunları çözmek lazım…
İnsanları
bir şeye icbar etmemek lazım… Ahlaki değil ya! İnsanları hasta ediyoruz.
İnsanların kendi kimliklerini sahnede temsil etme imkânı ve toplumun ortak
kabullerine uygun olarak yapmasının şartlarını bizim belirlememiz lazım. Herkes
kendisini dayatınca…
Yani
bak, bu ülkede Ramazan’da “Ramazan
Bayramı” da denirdi, “Şeker Bayramı”
da, “Şükür Bayramı” da… Ama biri
kalkıp dedi ki; “Ramazan yasak, şükür de
zaten yasak, Şeker Bayramı diyeceksin…” Sen böyle yapınca, diğeri de
pozisyon aldı. Dedi ki; “Şeker Bayramı”
demem ben kardeşim!”
Bu
ülkede “Tanrı” da deniyordu, “Allah” da deniyordu, “Huda” de deniyordu, “Çalab” de deniyordu… Ama biri çıkıp dedi ki; “Kardeşim, ‘Tanrı’ diyeceksiniz!” Millet şimdi “Tanrı”ya gıcık… “Niye
‘Tanrı’ diyorsun?” diyor…
Şimdi,
bunu oluşturan koşullar giderilmediği müddetçe, o insanların psikolojisini
anlamak lazım. Ben, saygı duyuyorum, kızmıyorum yani… Ben hepsini kullanıyorum,
ayrı bir konu…
Şimdi
anlatabiliyor muyum? Biz, insanların kendilerini ifade etme imkânını kısıtlarsak,
orada hastalıklar ortaya çıkar. Herkes birbirini örtmeye başlar. Sahnede başka,
mutfakta başka konuşur… Mikrofon açıkken başka… Bu, bir süre sonra hastalık,
riyakârlık… Oyun oynamaya… Sahne oyunu oynanıyor pek çok konuda canım! Açık
açık söylemiyor insanlar da…
Bir hastalık doğuruyor…
Hastalık
doğuruyor tabii…
Derin bir ikiyüzlülüğü sürekli
üretiyoruz…
Ne
ikiyüzlülüğü? Beş yüzlü, on yüzlü olan var ya! Hangi yüzüyle hitap edeceğini
bilmiyoruz…
Hocam, sonuçlardan hareketle bu
tarafa dönersek hocam… Duygu durumu biraz naifleştiriyor gibi geldi bana…
Şöyle… Meseleye anlamak…
Bu
duygu durumunu ben masumdur demiyorum canım…
Duygu durumu olarak ele alıp iktidar alanı oluşturmak için sembolik
çatışmaların aracı olarak kullanıyoruz…
Evet… Sonuçtan geriye doğru dönersek bir şey net
anlaşılıyor değil mi hocam? Ayrıca niyet tartışmasına gerek kalmaksızın…
Meselelere böyle yaklaşan, bir başka ajandanın peşinde, ekmeğinin peşindedir…
Teoman
Bey’in böyle bir derdi yok! Teoman Bey,
böyle düşündüğü için, öncülleri var ve bir çıkarımda bulunmuş. Sen o öncülleri
tartış, sonucu değil!
Evet…
De
ki, “Hoca’nın bir dil anlayışı var…” Ya,
adam 16 dil bilen bir adam kardeşim! 100
dile aşina! Şimdi konuşmayayım ben yani! Hoca 6 dilden şey alırdı… Hiç
unutmuyorum yine, hatıramdır… İspanyolca’ya girdi Hoca… KPDS (Şimdiki YDS)
sınavına… Hoca, 6 dilden A alırdı… En son İspanyolca’ya girmişti…
Geldiğinde
sordum Hoca’ya; “Hocam, nasıl geçti imtihanınız?”
Dedi
ki; “Çok zordu ya!”
Dedim
ki; “Hangi sorular?”
“Türkçe’den İspanyolca’ya, İspanyolca’dan
Türkçe’ye sorulan sorular çok zordu.”
Dedim;
“Hocam, yabancı dilde en kolay şey odur…”
“Ama” dedi, “Ben,
İspanyolcayı Türkçeden öğrenmedim ki!”
Bu
kadar dil bilen adam, bu kadar dilbilim üzerine çalışmış bir insan, bir çıkarım
yapmış… Buradan hareketle demiş ki; “Alfabenin
değişikliği, dilde sadeleştirme şöyle bir şeydir.” Sen onun öncüllerini
tartış bakayım, Hoca’nın… Hadi! Yiyorsa tartış!
Ha!
Öncüllerden sen de geldin, yanlışla Hoca’yı! Sadece Teoman Bey için
söylemiyorum. Savunan için de aynı! Biri bir şeyi savunuyorsa, öncüllerine bir
bak! Belki doğru söylüyordur ya! Yani, hemen oraya pozisyon alıp, kendi iktidar
alanına göre davranmak, kendi inanç anlam-değer dünyana göre davranmanın şeyi
yok ki! Çözemezsin ki! Horoz dövüşüne dönüyor bu iş!
Kusura
bakmasın ben bu horoz dövüşüne taraftar değilim. Hocamdan bunu öğrendim. Girmem
de! Çünkü şimdi bazen diyorlar ki; “Niye
eleştirmiyorsun?” Kimse eleştirinin peşinde değil. Eleştiri, ağacı budamaya
benzer. Ağaç daha gür çıksın diye. Daha gür… Bizde “eleştirme”, kökünü kesmekle karıştırılıyor.
Eleştirme
nedir? Tenkit… Nakt etmek… Bir şeyi
daha iyi, daha doğru, daha güzel yapma imkânıdır. Bizde eleştiri, horoz dövüşü
olacak da insanlar seyredecek. Yani ben sana bir tokat atacağım, sen bana bir
şey… Nasıl ona giydirdi? Millet aslında kan görmek istiyor. Bana, “Niye bu konuda fikrin yok hocam? Niye
eleştirmiyorsun?” diyenlerin derdi eleştiri, daha iyi, daha doğru, daha
güzel değil! Kan görmek istiyor, seyredecek… Ben buna, kimseye fırsat vermem.
Kimse kusura bakmasın yani…
Bir
de millete, devlete, topluma zarar verecek, zamansız çıkışlar, zamansız
doğruları da söylemek doğru değil. Zamanı değil ki bazı şeylerin! Yani defnetmişsin insanı… İnsanların acısı
taze… Sen… Doğru bile olsa, yanlış o! Doğru bile olsa, yanlış! Bağlam diye bir
şey var! Edep diye bir şey var ya! Bir şey kanunen doğru diye… Edebe
aykırı/mugayir olabilir… Ahlaka mugayir olabilir canım…
Ama işte hocam, o şey… Mevzi…
İdeolojik kamp… Köşe kapma tutkusu… Bu şeyi, değeri, inancı, ahlakı, edebi…
Hiçbir değer tanımayacak şekilde ortada…
İdrak
eksikliği problemi varsa… Dedim ya? Eğer sizin inanç ilkeleriniz, idrakle
irtibatlandırılmıyorsa, o makas kapatılmıyorsa, siz katılaştırıyorsunuz onu…
Normatif doktriner bir şeye dönüştürüyorsunuz ve karşı tarafa zulmediyorsunuz…
Bu sadece dinle alakalı değil. Türkiye’de ideolojik zulmü çok gördük biz canım!
Ben, bunları anlatmayı sevmem… Ben, bunları bizzat, bireysel olarak yaşamış
biriyim yani… Kimse böyle boşuna çıkıp bana insan hakları-minsan hakları
edebiyatı yapmasın! Zamanında bazı hocalarımızın neler yaptığını ben çok iyi
biliyorum yani! Ama dediğim gibi ben bunları konuşmayı seven biri değilim.
Böyle söyleyince, merak uyanıyor…
Merak
iyidir!
Toplamda hocam şey herhalde… Bu,
ikinci bölümde de kalacak olan, sizin de az önce iade ettiğiniz Hoca’nın
hayatından alıp da masanın üzerin koyduğu “kabul
ettiğin şeyi bilerek kabul et…”
Reddettiğin
şeyi de bilerek reddet. İdrakin işin içinde olsun! İdraki tatile gönderdiğinde,
aklı tatile gönderiyorsun! Ne diyorduk hâlbuki? “Üç şeyde tatil caiz değil bizim geleneğimizde: Akılda, ilimde,
ibadette…” Biz, bunları tatile göndereli çok oldu canım!
Bak,
ilimde… Neydi ilim? İbadet’ül akl… İlim, ibadet ve akıl… Üçü de aynı cümlededir.
İlimde tatil olmaz, ibadette tatil olmaz, akılda tatil olmaz. El ilm hüve ibadet’ül akl… Oradaki “hüve” de “-dır” anlamındadır. Onu da söyleyeyim.
Eyvallah… Bu, Türkiye’nin girişine
asılması gereken cümlelerden biri… İmkân olsa da hocam, hakikaten…
Ya,
dediğim gibi bu biraz zor. Çünkü iktidar alanları için kavga eden insanlar, her
şeyi suiistimal ederler, manipüle ederler… Enstrüman olarak kullanırlar…
Entellektüel uğraşılarda bizim bundan uzak durmamız lazım. Yani, Hoca’nın bir
özelliği de günceli çok iyi takip edip hiçbir zaman onun piyonu olmamaktır.
Ederdi değil mi?
Çok
iyi takip ederdi. Zaten dil problemi de olmadığı için Hoca’da… Her şeyi takip
ederdi, Hatta istihbarat örgütlerinin yayınlarını bile okurdu Hoca. Dünyada ne
olup bittiğini takip etmek için… Bu Küresel
Medeniyet kitabı bunun en güzel göstergesidir. Hoca, orada içinde
yaşadığımız sistemi yapısal bir analize tabi tutuyor. Bakın, katılırsınız,
katılmazsınız başka bir şey. Büyük bir emek var orada. Ben buna şahidim…
Ben
kitap takip eden biriyim, biliyorsun. Hoca’ya devamlı kitap getirirdim…
Hoca’yla birlikte giderdik. Bizim, Hanifi Kayan, Allah selamet versin, ona
kitap yaptırırdık. Kubbealtı Fotokopi… Hoca’yla bizim ortak kurumumuzdu o.
Hoca, bir gün bana dedi ki; “İhsan, artık
kitap getirme.” Hoca ile benim aramdaki yaş farkına dikkat et. “Niye hocam?” dedim. “Ya” dedi, “maaş kalmadı bizde… Sıkıntı yaşayacağız artık...” Anlatabiliyor
muyum? (Gülüyor…)
Yani
Hoca, devamlı o çağrışım usulüyle düşünen bir insan değil ki… O konuyla alakalı
verileri, bir şekilde getirtiyor… Hani bir söyleşisinde diyor ya, eskiden veri
yoktu… Kitap, makale getiremiyorduk. Şimdi de veri çokluğundan bir şey
üretemiyoruz. Şunu oku, bunu oku… Çünkü orada dururken bir şey yazamıyorsun.
Eyvallah… Hocam, vaktin bittiğini
söylüyorlar…
Nasıl
vakit bitti? Biz daha Türk düşüncesine girecektik Teoman Hoca etrafında!
Daha gelemedik hocam… Nihayete
geldi. Önümüzdeki programda inşallah.
Şöyle
bir şey yapabiliriz bence… Teoman Duralı’yı anlatmak değil de, Teoman Duralı
etrafında bu çağdaş Türk düşüncesini nasıl ele alabiliriz meselesini bir
tartışalım bence… O zaman hocam, önümüzdeki hafta da vaatte de bulunmuş olalım.
Teoman Duralı’dan hareketle bunu tartışalım… Yani bu çağdaş Türk düşüncesi
nerede başlıyor, hangi problem alanları var? Buna bir girelim derim ben…
Hoca’yı bir yere oturmak adına…
Eyvallah, demin söylediğiniz şeyin
altını çizmem lazım… “Yeter kitap getirme!” Teoman Hoca ayarında birinin kitap
almada bir sıkıntıya girdiği bir…
Yok,
Hoca zengin bir insan değildi ki…
Tablo acıtıcı…
Hoca,
memurdu… Devletten aldığı maaştı canım Hoca’nın… Şimdi bu, benim için de
söylendi bir ara… Yani, Karadeniz… Trabzonlu zengin bir aile falan… Öyle bir
şey yok. İşçi ailesi çocuğuyuz. Hoca için de böyle bir kanaat var. Doğru değil.
Hoca, maaşıyla yaşardı. O açıdan öyle bir şey yok yani. Tabii, ben Hoca’nın o
tarafını çok iyi bilirim. Çünkü beraber çok kitap çektik Hoca’yla… (Gülüyor…)
Acısını çektik…
Allah
çektirmesin… Allah makamını cennet etsin…
Âmin!
Rahmetiyle
muamele etsin. Geride kalan ailesine, öğrencilerine, dostlarına sabır versin.
Eyvallah.
Hoca
ile Cumartesi günü görüşünce… Hoca’nın sağlığı için okunan hatme katılanların
çokluğu bile Hoca’nın gerçekten sadaka-i cariyesinin ne kadar açık olduğunu
gösteriyor… Allah makamını Cennet eylesin.
Âmin. Eyvallah… Hocam biraz tabii
şey… Buraları aslında konuşmamız gereken yer… Dokunuyor bana da… (Yutkunuyor…)
Hislendiğini
hissettim…
Soruların Peşinde’de bu hafta
kıymetli hocamız, Hocaların Hocası Teoman Duralı’yı konuşmaya çalıştık.
Önümüzdeki hafta yine cumartesi az önce bahsettiğimiz, Türk düşüncesinde Teoman
Hoca’nın yeri, çabası, oradan itibaren konuşacağız diyelim… Eyvallah hocam…
İyi
günler diliyorum efendim.
Hayırlı günler…
*
Soruların
Peşinde programını her cumartesi günü 22.00’da TVNET’de… Takip etmenizi
öneririm. Söyleşi notlarının yararlı olmasını dilerim. (Muhammet Negiz)
[1]
Hazırlayan: Muhammet Negiz
[2] Düzeltilip
genişletilmiş ikinci baskı, Teoman Duralı hocamızın web sitesinde PDF olarak
erişime açıktır: https://www.teomandurali.com.tr/wp-content/uploads/2015/08/cagdas_kuresel_medeniyet.pdf
(Muhammet Negiz)
[3] Düşünür
Descartes'ın felsefesini benimseyen kimse veya görüş…
[4] Fıkrayı
bilmeyenler için Bkz:
Hoca'ya sormuşlar:
- "Saz
çalmayı bilir misin?"
- "Bilirim"
demiş.
- "Buyur,
çal bakalım" diyerek eline bir saz tutuşturmuşlar. Hoca mızrabı almış,
perdelere basmadan tellere vurmağa, tuhaf sesler çıkarmağa başlamış.
- "Saz
böyle mi çalınır a Hoca?" demişler, "parmaklar perdeler üzerinde gezdirilir, mızrap tellere vuruldukça da
sazdan makamlara göre ses çıkar."
- "
Perdeleri bulamayanlar öyle çalar" demiş Hoca; "Ben sazı elime alır almaz perdeyi buldum! Ne diye boşuna
gezineyim." Kaynak: https://www.facebook.com/nasrettinhocavetemelfikralari,
(M.N.)
[5] Panteon(Pantheon/Πάνθεον):
“tüm tanrıların tapınağı" anlamına gelmektedir. (M.N.)
[6] Derrida,
Jacques. “İstanbul Mektubu”. çev. Elis Simson, Cogito 47-48, (2006): 17-37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder