Dr. Mehmet Genç: "Yerli girişimciliği koruma ve geliştirme politikası 'Hayriye Tüccarları'yla başlıyor"
İktisat tarihçisi Mehmet Genç'e göre, yerli sermayeler ve girişimci geliştirme politikalarının başlangıcı Osmanlı'daki 'Hayriye Tüccarları'na dayanıyor.
Mehmet Genç hocamızın vefat yıldönümü vesilesiyle hakkında hazırladığım blog sayfasını düzenlerken karşılaştığım bu metni sizlerle de paylaşmak istedim. Yararlı olmasını dilerim. Mehmet Genç hocamıza da bu vesile ile Allah'tan rahmet dilerim.
***
İktisadi dönüşüm, sanayi devrimi ve ondan sonraki modern iktisadi büyüme sonucunda Osmanlı reayasındaki Müslümanlarla Gayrimüslimler arasındaki dengenin, batı ile olan iktisadi ilişkilere paralel olarak Müslümanlar aleyhine değiştiğini belirten iktisat tarihçisi Mehmet Genç, bu sürecin nasıl işlediğini ve 'Hayriye Tüccarları'nın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlattı:
"Üretim faktörleri klasik iktisatta üç ana grup olarak tasnif edilmiştir. Bunlar; toprak, sermaye ve emektir. Yani bütün üretilenlerde bunların payları değişik olmakla birlikte mutlaka vardır. Osmanlılar bu faktörlerin her üçünü de siyasi sisteminin kontrolü altında bulundurmaya çalışmışlardır. Bunları tam olarak kontrol etmek, devletleştirmek imkanı 20. yüzyılın komünist rejimleri dışında mümkün olmamıştır, hiçbir zaman olmaz da... Olmasının imkan dahiline girmesinin sonuçları komünizmin akıbetinden anlaşılmaktadır. Bütün faktörler bir merkezden kontrol edildiği zaman doğacak risklerin haddi hesabı yoktur. Ancak bunun götürüleri olduğu gibi getirileri de vardır. Osmanlılar, bu faktörleri kontrol etmeye çalışmışlardır. Sistemi devletin tekelinde, uhdesinde toplamamışlardır. Böyle bir şeyi de istememişlerdir. Yalnız 'faktörlere kimler sahip olacaktır, ne kadar sahip olacaktır ve nasıl el değiştirecektir?' gibi konularda oldukça net tavır almışlardır. Faktörlerin mülkiyeti, tedavülü ve dağılımı konusunda bütün devletlerin bir tutumu ve tavrı vardır.
Osmanlılar, milli gelirin önemli bir kısmını temin eden zirai ürünlerin üretim faktörü olan toprağı özel mülkiyete bırakmamıştır. Aynı zamanda bunun serbestçe alınıp satılmasını da önlemiştir. Devlet, istediğine istediği kadar toprağı tahsis edecek şekilde mekanizmalar işletmiştir. Bu tahsiste, Müslüman ve Gayrimüslim ayrımı yapılmamıştır. Devlet, kendi mülkiyetinde tuttuğu toprakları aslında özel mülk gibi idrak edilmesini sağlayacak düzenlemeler yapmıştır. Yani köylüler, ekip biçtikleri toprakların kendi mülkleri olduklarını düşünmüşlerdir. Fiilen de buna yakın olmuştur.
Emeği de önemli ölçüde kontrole etmiştir. Ancak sermayedeki kontrolü, gelişmeler karşısında biraz kaybetti. Zaten baştan da kontrol etmek zordu. Sermayeyi kontrol, cin toplayıp onu kontrol etmek gibi bir şeydir. Başlangıçta Osmanlı Devleti, bazı dolaylı ve dolaysız düzenlemelerle sermayeyi kontrol ediyordu. Öncelikle devlet, fiyat kontrolü yapıyordu. Başından beri karları kontrol ediyordu. Karların normal, makul ve meşru belirlenmiş hadleri vardı. Yani esnaf ve perakendeci tüccarın sattığı ürüne koyabileceği kar miktarı, yüzde 5 ila 15 arasındaydı. Sanayi ürünü üreten esnaf, bu hadlerin dışında bir kay koyamazdı. Koyduğu zaman ona çeşitli yaptırımlar uygulanarak hizaya gelmesi sağlanırdı. Bu hadlerle sermayenin birikim yapması takdir edersiniz ki kolay değildi. Bu hadler, ne öldüren, ne de süründüren ortalama bir hayat sağlıyordu.
Kontrol Nasıl Bozuldu?
Kontrolü bozan mekanizmalar baştan beri vardı. Bölgelerarası, uluslararası ticarette kar kontrolü kolay değildir. Çünkü o zamanın son derece riskli ve tehlikeli şartlarında bir malı arıyorsunuz ve birtakım maceralardan sonra tüketici pazarlarına ulaştırabiliyorsunuz. Bu tarz ticarette karları yüzde 10'da tutmanın imkanı yoktur. Bu şartlarda bazen yüzde 50 kayıp veya hiç kazanç olmayabilirdi. Fakat buna rağmen bölgesel ticarette de çok büyük servetlerin oluşmasını sağlayacak şekilde kar etmelerine de imkan verdiler.
19. yüzyıldan sonra hızla büyüyen dış ticaret ve gelişen olaylar, yürütülmekte olan politikalarda büyük değişikliklere neden oldu. 1700 ile 1800 yılları arasında Osmanlı dış ticareti en az 3-4 misli büyüdü. 1800-1900 arası ise belki 10 misli büyüdü. Bu alandaki büyüme, başka hiçbir alandaki ile kıyaslanamayacak seviyededir.
Osmanlı Devleti, kendi yaşadığı çağın şartları içinde yönettiği kitlelere azami refahı sağlamayı kendine ilk edinmiştir. Onların müreffeh olmalarını sağlamak için ihracatı kontrol ediyor, ithalatı da aşağı yukarı serbest bırakıyordu. İhracatı kontrol ediyordu, çünkü sanayi devrimi öncesinde bütün ülkelerde mal kıtlığı yaşanıyordu. Bu nedenle bir memlekette üretilen ürünler önce o memleketin ihtiyacını karşılaması, ondan sonra fazlalık varsa onun dışarıya gönderilmesi temel politikaydı. Bu nedenle bir memlekette üretilen ürünler önce o memleketin ihtiyacını karşılaması, ondan sonra fazlalık varsa onun dışarıya gönderilmesi temel politikaydı.
Sanayi devrimine götüren değişmeleri başlatan Batı Avrupa ise, 14. yüzyıldan itibaren o zamanın bu temel politikasından farklı olarak dış ticarete, ihracata yöneldiler ve büyük bedeller ödediler. Osmanlılar ise böyle bir bedel ödemeye yanaşmadılar. Devletin yönetim anlayışına göre yönetilen halk, Allah'ın bir emaneti kabul ediliyordu ve onlara iyi bir hayat yaşatmak esastı. Bu nedenle ihracat sınırlı, ithalat ise serbestti. Yönetim, devletin sahip olduğu sahayı, kendi kendine yeterli bir dünya olarak görüyordu. İthalatın önünü açmak için yabancılara kapitülasyonlarla özel avantajlar sağlanmıştır. 16. yüzyılın sonuna kadar yabancılar Osmanlı memleketine gelip serbestçe ticaret yapıyorlardı, ancak bu haklar, devletin kendi himayesindeki Müslüman ve Gayrimüslimlerinkinden daha fazla değildi. Bu durum, 17. yüzyılın başında batılıların lehine olarak değişmiştir. Bu son derece önemlidir. 15. yüzyılda coğrafi keşifler yapıldı ve ticaret yolları değişti. Ticaretin ağırlık merkezi Akdeniz'den Atlantik'e geçti. Osmanlılar, Akdeniz üzerinden geçen transit ticaret avantajını kaybetmeye başladılar. Bu avantajı yitirmemek için Hint Okyanusuna giren Portekizlilerle büyük mücadele yaptılar. Sonuçta transit ücreti Portekizlilerle yarı yarıya paylaşma anlaşmasına vardılar. Fakat 1600'lerde batının Portekiz'den farklı olarak kapitalist kurallara göre faaliyette bulunan Hollanda ve İngiltere, ilk büyük anonim şirketlerle Hindistan ve Asya ticaretini deniz yoluyla gerçekleştirmeye kalkınca, Osmanlı üzerinden gerçekleştirilen transit ticaret tamamen bitme noktasına geldi. Bunun üzerine Osmanlılar, İngiliz ve Hollandalıların deniz yolu yerine Osmanlı ülkesinden geçen eski güzergahı kullanmaları için kapitülasyonları onların lehine daha da cazip hale getirdiler. Yani bir nevi teşvik verdiler. Bu ülkelerin tüccarlarına sağlanan haklar, Osmanlı toplumuna tanınanlardan daha fazla oldu. 17. yüzyıl sonunda bu gruba Fransa da katıldı. Sanayi devrimi ile batıda kitlesel üretimin artması ve artan üretimin Osmanlı topraklarına serbesti yüzünden her geçen gün daha fazla miktarda girmesi, Osmanlı toplumunda Müslüman olmayan kesimler için yeni bir başlangıç oldu. Yabancıların diline ve kültürüne daha aşina olan azınlıklar, artan ithalatın yurtiçindeki iş ortakları olmaya başladı. Yabancıların Osmanlı memleketindeki temsilcisi olan bu Gayrimüslimler de, kısa bir zaman sonra İngiliz, Fransız ve Hollanda tüccarlarına sağlanan özel avantajlar kapsamına girdi. Bunun üzerine Gayrimüslim tebaa, yabancı himayesine geçmeye başladı. Bu durum 18. yüzyılın başlarından itibaren giderek arttı. Daha çok Rum ve Ermeniler yabancı himayesine girdi. Bunlar, yabancı tebaasıymış gibi Osmanlı'da faaliyet gösterdiler. 1700'lerde birkaç yüz kişi olan bu grup, 1800'lerde birkaç bini geçtiler ve bunlar, ticaret yapan, sermayedar, iş-güç sahibi insanlardı. Hatta yabancıların yanında çalışmakta olduklarına dair beratları rüşvet gibi çeşitli yollarla elde etmeye başladılar. Osmanlı Devleti yabancılara, dolayısıyla onların Osmanlı coğrafyasındaki ortaklarına tanınan imtiyazları kaldırarak bunlardan kurtulamadı, çünkü onlara muhtaçtı. Bu durum çok önemli bir problem oldu Osmanlı Devleti için. Önce yasakladılar ancak bunun çözüm olmadığını görünce, reayanın yabancı himayesine girme sebeplerini ortadan kaldıralım diye düşündüler ve aynı imtiyazları yerli azınlık tüccarlara da tanıdılar.
Böylelikle 1806'da 'Avrupa Tüccarları' denen bir grup doğdu. 'Avrupa Tüccarları' denilen grup, Hindistan'dan Avrupa'ya kadar çok geniş bir coğrafyada imtiyazlı ticaret yapma imkanı elde etti. Bu sefer Müslüman Tüccarlar, bölgelerarası ve uluslararası ticarette ve imtiyazlı azınlık olan 'Avrupa Tüccarları' ile gizli ortaklıklar kurmak zorunda kaldı. Böylelikle bir nevi yerli Gayrimüslim tüccarların himayesine girmiş oldular. Bunun üzerine Müslümanlar da, 'Aynı imtiyazları bize de verin' dediler. Yönetim de, Müslüman tüccarların imtiyazlı konuma geçen azınlık tüccarlarının himayesinde çalışmak yerine müstakil olarak iş yapabilmeleri için Müslüman tüccarlara da yabancılara ve yerli azınlık tüccarlara tanınan imtiyazları tanıdı. Böylece 1829'ların sonunda, 'Hayriye Tüccarları' doğmuş oldu. Yani 'Hayriye Tüccarları' batının rekabeti karşısında yerli sermayedar oluşturmanın ve onları korumanın ilk girişimidir."
Kaynak:
Mehmet Genç, "Yerli girişimciliği koruma ve geliştirme politikası 'Hayriye Tüccarları'yla başlıyor", 2005, Çerçeve.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder