Eylemlilik (agency), “kendi başına davranma” [1] ya da “özerk eylemde bulunma” [2] anlamına gelmektedir ve farklı biçimlerde tanımlanmaktadır.[3,4] Bu kavram, “kişinin yaşamının yönüne ilişkin sorumluluk duygusu, yaşamı için sorumluluk alması, kişinin yaşamı ile ilgili kararları kontrol edebilme ve bunların sorumluluğunu alma konusundaki inancı ve yaşamdaki engellerle baş etmede ve seçtiği yaşam yönünde ilerlemeye ilişkin güveni” olarak tanımlanmaktadır.[4-6] Bu kavramı Türkçe’ye çevirirken sosyoloji ve psikoloji literatürü incelenmiş ve ayrıca uzman görüşüne başvurulmuştur.
“Agency” kavramı; Kağıtçıbaşı’na [1] göre “kendi başına davranma”,
Çok’a göre,[2] “özerk eylemde bulunma” anlamına gelmektedir. Türkiye’deki
sosyologlar ise bu kavramı “faillik” olarak kullanmaktadır.[7] Tüm bu çevirilerdeki
ortak nokta, kişinin özerk olarak belli eylemlerde/davranışlarda bulunabilmesine
işaret etmesidir. Bu nedenle, bu yazıda “agency” kavramı terim
olarak “eylemlilik” olarak çevrilmiştir ve eylemlilik teriminin “kendi başına
davranma” ya da “özerk eylemde bulunma” anlamlarını içerdiği düşünülmektedir.
Eylemlilikle ilgili literatür incelendiğinde; Erikson bu kavramın özellikle
kimlik gelişimindeki önemini vurgulamış olmasına karşın, bu konunun hem
yurtdışında hem de Türkiye’de sadece sosyologlar tarafından çalışıldığı ve
sadece kuramsal açıklamaların yapıldığı görülmektedir.[8]
Sosyolojide eylemlerin
mi toplumu (yapıyı) yoksa toplumun mu eylemleri etkilediğine ilişkin
tartışma “eylemlilik/yapı (agency/structure)” tartışması olarak adlandırılmaktadır.
Eylemlilik-yapı tartışması süregelen bir tartışmadır ve sosyolojide bu
konudaki ilgi, bu kavramı ilk öneren kuramcılara (Durkheim gibi) kadar
gitmektedir ve ayrıca biraz da çözümsüz bir tartışmadır.[4] Bu çözümsüzlüğün
bir bölümü Durkheim’ın sosyoloji ile psikolojiyi ayırma çabalarına ve
Durkheim’dan beri psikolojiye karşı olan sosyologların tutumlarına dayandırılmaktadır.[5] Ancak Emirbayer ve Mische kişisel eylemliliği (personal
agency) anlamak için bireylerin ruhsal durumlarının bazı sosyal yapılardan
sorumlu olabileceğini bir parça da olsa kabul etmek gerektiğini öne sürmüşlerdir.[4]
Ayrıca Cote’a göre yapı-eylemlilik ilişkisini fenomenolojik olarak
inceleyebilmek için, psikolojik bir bakış açısıyla eylemliliğin bireysel farklılıklar
açısından incelenmesi gerekmektedir.[9] Aynı zamanda, sosyal yapıların eylemli bir şekilde davranmayı ve bir eylemlilik çeşidindeki davranışa girişmeyi
kolaylaştırabileceği ya da engelleyebileceği gerçeği de kabul edilmelidir.[4]
Bununla birlikte son yıllarda bu konuyla ilgili sosyopsikolojik açıklamaların
yapılmaya başlandığı ve ruh sağlığı çalışmalarında eylemliliğe gereken önemin
verilmeye başlandığı da görülmektedir.[10] Örneğin, Cote bireylerin eylemlilik
düzeylerine bağlı olarak bireyleşmenin birkaç farklı şekilde geliştiğini ve
eylemliliğin bireyleşme sürecinde önemli bir etken olduğunu öne sürmektedir.[10]
Bu bağlamda, bu çalışmada hem yurtdışı hem de Türkiye’deki ruh sağlığı
çalışmalarında yeni bir psikososyal değişken olan ve önemi gittikçe artan eylemlilik
konusu, Türkçe literatürde bu konudaki eksikliğin fark edilmesinden
dolayı çok boyutlu olarak ele alınmıştır. İlk olarak kuramsal olarak eylemlilik
kavramından, ardından insan eylemliliğinden (human agency), daha sonra
kişisel eylemlilikten (personal agency) ve son olarak da eylemlilik düzeyine
bağlı olarak gelişen bireyleşme türlerinden söz edilmiştir.
Eylemliliğe Kuramsal Bakış
Eylemlilik, hem sosyolojide, hem antropolojide hem de psikolojide uzun
yıllardır tartışılan bir kavramdır. Aynı zamanda eylemlilik, farklı alanlarda
benlik, güdülenme, irade, amaçlılık, niyetlilik, seçim, özgürlük ve yaratıcılık
kavramları ile birlikte ele alınmıştır. Eylemlilik ele alınırken, analitik bir bi-
çimde eylemliliğin farklı öğelerini incelemek ve birbirinin içine geçmiş farklı
yapılardaki eylemlilik boyutlarını belirlemek gerekir.[4] Emirbayer ve Mische
eylemliliği, “geçmişte toplumsal uğraşı sürecinin bir öğesi olarak, gelecekte ise
alternatif olasılıkları düşünme kapasitesi olarak, burada ve şimdide ise anın
sürekliliği içerisinde gelecek planlarını ve geçmiş alışkanlıklarını bağlamsallaştırma kapasitesi” olarak ele almaktadırlar.[4]
Bu tanımdan, eylemliliğin geç-
miş, gelecek ve şimdide farklı yapılar sergilediği anlaşılmaktadır. Bunlara ek
olarak, özellikle sosyologlar eylemlilik ve yapı kavramlarını birbirinden ayırt
etmede sorun yaşamışlardır ve eylemlilik/yapı tartışması sosyolojide uzun
yıllardır sürmektedir.[5,10]
Eylemliliği açıklamada farklı kuramcılar farklı noktalara vurgu yapmışlardır.
Fenomenolojik kuram, amaç arama ve amaçlılık üzerinde dururken; feminist
kuramlar özgürlük ve yargı üzerinde vurgu yaparak eylemliliği açıklamışlardır.[4]
Eylemliliğin kavramsallaştırılmasına bakıldığında, insanın özgür
olup olmadığı ve akılcı seçimler yapabilmek için insanın özgür bir ajan/aktör
(agent) olup olmadığına ilişkin felsefedeki tartışmalara bakmak önemlidir.
Günümüzde eylemlilik kavramı, bireylerin içinde yaşadıkları bağlamı düzenleyebilme
kapasitesi olarak da ele alınmaktadır.[5] Bu düşünceyi, ya da tanımı
destekleyen düşünürlere örnek olarak Adam Smith, Jeremy Bontham ve John
Stuart Mill verilebilir.
Parsons, literatürde kara kutu olarak adlandırılan insan eylemliliğinin kutusunu
açan kişi olarak ele alınmaktadır. Parsons eylemliliği, amaç ile araç
arasındaki çaba olarak ele almaktadır. Felsefi anlamda yapılan tüm bu tartışmalardan eylemliliğin bir zaman süreci içerisinde gerçekleşen bir özellik olduğu sonucuna varılmaktadır.[4] Amaç kuramında eylemlilik ele alınırken geleceğe
yönelik açıklamalar yapılır ve bu gelecek henüz var olmamıştır. “Eylemler,
eylemlerin sonuçları tarafından belirlenir” tanımlaması sosyal kuramda
eylemliliği ifade etmektedir. Bu görüşü ortaya atan kişi Coleman’dır.[7]
Jeffrey Alexander insan eylemliliğinin yapısal bir bağlam içerisinde ele
alınması gerektiğini ortaya atan ilk araştırmacıdır. Alexander eylemin iki temel
boyutu olduğunu belirtmektedir. Bunlardan ilki keşif (invention) ve tipikleştirme (typification) alt boyutlarından oluşan yorumlama (interpretation),
ikincisi ise stratejileştirme (strategization) olarak adlandırılmaktadır.[5,9,10]
Mead, kendi kuramı çerçevesinde insan eylemliliğini ele almıştır.[11]
Mead’e göre, sorumluluğun üç düzeyi vardır. Bireyler bu üç düzeyi kendi
tepkilerini kontrol etme aracılığıyla çevrelerini yapılandırmada kullanırlar. Bu
üç düzeyden ilki temas deneyimidir ve anda gerçekleşen duygu tepkileri anlamına
gelmektedir. İkincisi mesafe deneyimidir ve sonuçlandırma, bekleme,
hatırlama gibi hayal kurma kapasitesidir. Üçüncüsü ise, toplumsallaşma kapasitesidir.
Toplumsallaşma kapasitesi başkalarının bakış açısını alarak, toplumsal
anlamlar ve değerleri geliştirme anlamına gelmektedir.
Bireyler ya da aktörler,
bu süreçte otomatik tepki veren varlıklar değildirler. Aktif bir şekilde çevrelerinde
olan bitenleri bilişsel dünyalarında yapılandırırlar, yani sorumluluk
alırlar. Mead, bu üç araçla gerçekleşen sürece yansımalı bilinçlenme adını
vermektedir.[5,10,11]
Bourdieu ve Giddens gibi kuram ve uygulamayı bir arada ele alan kuramcılar,
eylemliliği açıklamada alışkanlığa vurgu yapmışlar ve insan eylemliliğini
tekrarlayıcı alışkanlığı içeren ve ilerleyen bir özellik olarak ele almışlardır.[11]
Giddens’a göre insanın eylemlilik alanı sınırlıdır.[11] İnsanlar toplumu üretirler,
ancak bu üretimi tarihsel olarak konumlanmış aktörler (agents) olarak ve
kendi seçmedikleri koşullar altında gerçekleştirirler. Yapı, sadece insan eylemine
kısıtlamalar getiren bir şey olarak değil, ona olanak sağlayan bir faktör
olarak da kavramsallaştırılmalıdır.
Bu ayrım, yapının ikiliği (duality of
structure) olarak adlandırılmaktadır.[4,11] Bu noktada, eylemliliğin daha iyi anlaşılması için eylemlilikle ilgili kuramlardan söz etmekte yarar vardır. Eylemliliği
açıklayan kuramlara bakıldığında, neredeyse tamamının sosyoloji
kuramları olduğu görülmektedir.
Eylemliliğe Felsefi ve Sosyolojik Bakış
Sosyal bilimlerdeki önemli tartışmalardan biri, birey ve toplum arasındaki
ilişkilerin niteliğidir. Sosyoloji literatürü incelendiğinde, sosyal yapıyı ontolojik
olarak kendisini oluşturan unsurlardan önce tutan yapısal-işlevselci, toplum
merkezli makro sosyoloji ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön
plana çıkaran ama yapı, çatışma ve güç konularını ihmal eden, aktör merkezli
mikro sosyoloji iki kutuba bölünmüştür.[4,7] Giddens bir çözümleme biçimi
olarak sosyolojinin ve bir anlama çabası olarak da sosyal kuramın temel sorunlarını
eleştirel bir yaklaşımla birleştiren çağdaş sosyal kuramın önde gelen
isimlerinden biridir.[11]
Giddens eylemliliğe ilişkin düşüncelerini Schutz’un fenomenolojik sosyolojisini,
Wittgenstein sonrası felsefenin önemli ismi olan Winch’in anlama
sahip olmanın zorunlu olarak kurala bağlı olduğu düşüncesini, Apel,
Habermas ve Gadamer’in bireylerin eylemlerini yorumlama etkinlikleriyle
ilgili düşüncelerini ve Durkheim ve Parsons’ın düzen, güç ve çatışma kavramlarını
eleştirerek ortaya atmıştır.[11]
Ayrıca Giddens, yapılaşma kuramının
temel ilkelerini, Erikson’un kimlik gelişimi, temel güvene karşı-güvensizlik ve
özerkliğe karşı utanç-kuşku analizlerini, Goffman’ın günlük hayatta benliğin
sunuluşu analizlerini, Levi-Strauss’un kabile toplumları görüşünü, Marx ve
Weber’in sınıflara bölünmüş toplumlar ile sınıflı toplumlar analizlerini ve
Laing’in ontolojik güvensizlikle ilgili görüşlerini eleştirerek ortaya atmış-
tır.[5,7]
Parsons'un geliştirdiği ve aktör olarak insanı dışlayan sosyal sistem yaklaşımı 1950'li yıllarda sosyoloji araştırmalarının temel çerçevesini oluşturmuş,
buna karşılık aktörün önemi vurgulayan anlayış da 1960'lı yıllarda sosyolojiye
egemen olmaya başlamıştır.[7] Bu yaklaşım işlevselcilik, doğalcılık ve sosyal
nedensellik olmak üzere üç ana özelliğe dayanmaktadır. İşlevselcilik toplumun
kendisini oluşturan üyelerinden farklı ihtiyaçları olduğunu savunurken, doğalcılık doğal bilimlerin yöntemlerinin sosyal bilimlerde de kullanılabileceği
görüşüne dayanmaktadır.
Sosyal nedensellik ise sosyal bilimcilerin bir bireyin
davranışının nedenlerini bildiklerini, o bireyin ise nedenler konusunda söyleyecek
bir şeyi olmadığını vurgulamaktadır. Parsons’ın insan aktörünü dışlayan
yaklaşımına tepki olarak “insanı geri getirmek” anlayışı 1960’ların ortaların dan itibaren sosyolojiye egemen olmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak da
aktör olarak insanı sosyal kuramın merkezine yerleştiren etnometodoloji ve
sembolik etkileşimcilik gibi yorumsalcı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bunun
sonucunda aktörlere aşırı bir vurgu yapılırken, makro aktörler ve konular geri
plana itilmiştir.[7,9]
Giddens’i eylemin işlevsel olarak belirlenmesi ve sosyal yapının insan davranışının
önemli bir sınırlayıcısı olması konularında Parsons’un yapısalcı-
işlevselci yaklaşımını eleştirmiştir.[11] Giddens, yapısalcı-işlevselci yaklaşımın
insanların gerçek hayatta ne yaptıklarını açıklarken insanların nedenlerini,
amaçlarını dikkate almadığını ve bu nedenle onları kültürel kuklalar olarak
gördüğünü vurgulamaktadır.[12] Aktörün kendisinin düşünümsel (reflexive)
davranabileceği göz ardı edilmektedir. İnsan toplumla etkileşime girmekte ve
onun oluşumuna aktif olarak katılmaktadır.
Ancak Giddens toplumun sadece
bireyler tarafından meydana getirilmediğini de vurgulayarak, yapı kavramını
reddetmemektedir.[11]
Sosyal bilimlerde ve özellikle sosyolojide en önemli tartışma konularından
biri birey ile toplum ya da daha teknik bir ifadeyle “yapı ile eylem” arasındaki
ilişkinin niteliğidir. Bu konuda Durkheim, Levi-Strauss ve Althusser gibi
düşünürler yapının eylemden ve eylemi yapan aktörden önce geldiğini iddia
ederken; Schultz, Giddens ve Garfinkel ise sosyal dünyanın ne yaptığını bilen
aktörlerden oluştuğunu belirtip, eylemin yapıdan öncelikli olduğu görüşünü
savunmuşlardır.[4,7] Dawe, bu “iki sosyoloji” toplum ile birey arasındaki
ilişkilerde birbirleriyle çatışma halinde olan görüşleri savunduğunu öne sürmüştür.[13]
Yorumsal sosyolojiler bireyi sosyal dünya hakkında bilgisi olan,
amaçlı davranan ve ne yaptığını açıklayabilen bir “aktör” olarak değerlendirmektedir,
ancak burada da yapı dikkate alınmamaktadır.[9,12]
Yapı-eylem
tartışmasını aşma yolunda son yıllarda bazı düşünürler önemli çabalar göstermiştirler.[4]
Giddens, Bourdieu ve Bhaskar bu konuda ilk akla gelen isimlerdir.
Bu isimler içinde de en önemli görülen bilim adamı Giddens’tır.
Giddens’ın kuramı klasik sosyal kurama eleştirel bir yaklaşım geliştirmek;
ikinci olarak, modernizmin ikilemleri ve doğası üzerine post Marksist bir
açıklama geliştirmek; son olarak da sosyal kuramın konusunu yeniden kavramsallaştırmak
olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır: Giddens kuramına
klasik ve modern sosyal kuramın belli başlı geleneklerini, bu geleneklerin
önde gelen düşünürlerini inceleyerek başlamıştır.[7] Durkheim, Weber,
Marx, Parsonss, Habermas ve Foucault, Giddens’in incelediği ve eleştirdiği
düşünürler arasındadır. Bu düşünürlerin çalışmalarına yönelik eleştirilerini Giddens zamanla yapılanma kuramının genel çerçevesini oluşturmakta kullanmıştır.[4]
Giddens yapısalcılıkta eylem ve aktör olmadığını, bunların yerine ihtiyaç-
lar ve rol beklentileriyle harekete geçen davranışlar olduğunu belirtmiştir.[14]
Giddens yapının eylem ya da aktörün varlığı dışında bir varlığa sahip olmadı-
ğını savunmaktadır. Giddens’ın vurguladığı nokta, organizmalardan farklı
olarak sosyal yapıların kendi varlıklarını sürdürebilmek için her hangi bir
ihtiyaçları ya da çıkarları olmadığıdır. Öte yandan, bazı yorumsalcı yaklaşımlardan
farklı olarak yapı kavramının tümden terk edilmesine de karşıdır.
Giddens yapının beden ve maddi dünyadan kaynaklanan sınırlamalar, güç
sınırlamaları ve yapısal sınırlamalar olmak üzere üç tür sınırlayıcı özelliği olduğunu
öne sürmüştür.[11] Giddens, yapı ve eylem arasında ikisinin birbirine
bağımlılığını sağlayan olguya sistem adını vermiştir.[15]
Yapılar zamansal olarak sadece ortaya çıktıkları anda mevcutturlar. Bundan
dolayı yapılar organize ettikleri eylemlerin hem ortamı hem de sonucudurlar;
eylemleri mümkün kılan araçlardır. Sosyal sistemler günlük yaşamda
sürekli yeniden üretilmeleri aracılığıyla yapılaşır.[4,7]
Bu durumu Giddens
yapının ikiliği (duality of structure) kavramı ile açıklamaktadır.[12] Toplumsal
sistemlerin yapısal özellikleri bu sistemleri oluşturan uygulamaların hem
aracı hem de sonucudur. Sosyal yapılar ise bireysel aktörler tarafından sosyal
sistemlerin üretimi ve yeniden üretiminde kullanılan kurallar ve kaynaklar
dizisidir.[4] Sosyal bilim hem bireylerin anlamlı eylemlerini hem de bu eylemlerin
gerçekleştiği sosyal ortamların yapısal özelliklerini incelemelidir.[11]
Sosyolojik literatürdeki yapı/eylem tartışması, insan eylemliliği kavramına
işaret etmektedir. Bu kavramdan söz etmekte yarar vardır.
Kaynak:
Ruh Sağlığı Çalışmalarında Yeni Bir Psikososyal Değişken: Eylemlilik A New Psychosocial Variable in Mental Health Studies: Agency, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2011; 3(3):483-512 Çevrimiçi adresi / Available online at: www.cappsy.org/archives/vol3/no3/
Çevrimiçi yayım / Published online 20 Haziran / June 20, 2011 Hasan Atak, Psikolog Dr., Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara
Makalenin tamamı aşağıdaki gibidir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder