Aliya İzzetbegoviç’in Batı ile ilgili düşünceleri, Ziya Paşa’nın “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm.” dizeleri ile benzeşmekte midir?
Batı dünyasının, Şark/Osmanlı/Âlem-i İslâm karşısında askerî-siyasî-teknik alanda üstünlük elde ettiği XIX. yüzyılda münevverlerimiz, Batı’ya ve Batılılaşmaya karşı çeşitli fikirler ileri sürmüştür. Düşünce tarihimizde şayet Batı ile ilgili fikir ve hisler, yüzyıl kadar sonra da tekrardan öteye geçmiyorsa bir mesafe kat edilmediğini söylemek gerekiyor. Oysa Aliya gibi Müslüman bir bilge liderin Batı üzerine yazdıklarını dikkatle okuyarak bir asır arayla bu konudaki fikirlerin nasıl daha tutarlı bir zemine oturduğunu gözlemleyebiliriz.
Aliya 1997’de Tahran’da İKÖ toplantısında şunları söyler: “Açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların bize faydası olmaz; ama acı gerçekler ilaç olabilir… Batı çürümüş değil; güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. İnsan hakları düzeyi yüksek ve sosyal yardım konusunda daha örgütlü. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Bunlar, Batılılardan edindiğim tecrübelerim. Batılıların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. Hakikat, İslam en iyisi! Ama biz en iyisi değiliz. Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz. Kur’an bize bunu emretmiyor mu: Hayırlı işlerde yarışın. (5/48)” (İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, Klasik Yayınları s. 414)
Aliya, bu konuşmasını bitirdiğinde bir gencin eline: “Övdüğünüz Batı’nın halkınızı yok olmaya terk ettiğini unuttunuz mu? Yalnızca Müslümanların hakiki dostunuz olduğunu hatırlayın.” şeklinde soru ve açıklama içeren notu tutuşturduğunu da anlatır. Konuşmasında “Bazı şeyleri birbirine karıştırıyoruz.” diyen Aliya, bu nota yeniden cevap verme gereği duymaz. Aliya, gerçekte Batı’yı övmüyor; Müslümanları, sığ bir nefret yerine Batılılarla müspet alanlarda rekabete çağırıyor. Ki Batılılar da, asırlar önce İslâm’a duydukları nefrete rağmen Müslümanlarla rekabet için Müslümanlardan fazlasıyla etkilenmemişler miydi?
Yine Aliya, 1997’de İKÖ Riyad toplantısında; Muhammed Esed’in Avrupa ve Amerika eleştirilerinin ihtiyatla okunması gerektiğini belirterek: “Ben şahsen Batı’nın küçük bir katmanının bozulup dejenere olduğunu düşünüyorum. Geri kalan halkın büyük çoğunluğu ise okuyup yazan, ailesi için çalışan insanlardır. Batı güçlüdür, bozulmuş bir toplumun güçlü olması beklenemez.” (age, s.541, 542) diyecektir. Aliya devamında özetle şunları da söylüyor:
“İslam’la Batı-Avrupa arasındaki ilişkiden bahsederken iki aşırı uçtan uzak durmak gerekir. Batı Medeniyetini tamamen reddetmek de (birikimden faydalanamayarak zayıf kalma) körü körüne takip etmek de(kimliğini kaybetme) eşit derecede tehlikelidir.
Batı Medeniyeti, aynı zamanda farklı din ve milletlerden olan birçok ilim adamının katkısıyla ortaya çıkmış uluslararası bir üründür. Avrupa’nın Bacon’dan bu yana değişmez güç kaynağı, “eleştirel düşünce”dir, ki bu onlara muhtemelen Araplardan geçmiştir. Bizim için hayati güç taşıyan bu eleştirel düşüncedir. –critical thinking- (Örneğin G. Henry Lewes, -İngiliz filozof ö. 1878- ‘Eğer el-Munkız’ın Descartes döneminde bir tercümesi olsaydı, herkes bu hırsızlığa - Discour de la méthode/Metod üzerine Konuşmalar’a- isyan ederdi’.Gerçekten Gazzali, Descartes’tan çok önce daha yerinde bir ifadeyle “İrade ediyorum, demek ki, varım.” diyecektir. X-XII. yy. arası İslam düşüncesi müktesebatı dikkate alındığında, Descartes’ın fevkinde açıklamalara da şahit oluruz. )
Doğrudur, bir Medeniyetin maddî varlığını taklit etmeye çalışırken o maddî varlığı üreten ruhtan etkilenmemek imkânsızdır. Hele ki Batı Medeniyeti benmerkezcidir, kendi anlayışını zorla kabul ettirmek ister… Bu ruhu özümseyen Müslüman genç nesil aşağılık kompleksine kapılarak kendi değerlerini reddetmektedir… Bilinçli Müslümanlar, kendilerine ait değerlerini unutmadan almaya da (seçici olmak üzere) vermeye de hazırdırlar.” (age, s.542,543)
İslâmcı savunmalardan biri, “İslâm ahlâkının Batı’nın ürettiği birçok teknolojiyi ahlâkî bulmadığından zaten alamayacağı” şeklindedir. Batı’nın görece olarak oluşturduğu müreffeh yaşam biçiminin, nihaî tahlilde insana huzur veren bir yaşam biçimi olmadığı itirazı da doğrudur. Ama bu savunmalar; Müslümanların neden daha tembel, şehirlerinin neden virane oluşunu açıklayamamaktadır. İşte bu noktada Aliya, “Batılıların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum” diyerek diğer noktalarda Batı ile rekabet edinilmesini savunur.
Aslında mesele, Aliya’nın da Asr suresinden mülhem “Hayat; inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyun” benzetmesinde gizlidir. (Özgürlüğe Kaçışım, Klasik Yayınları, s.5) Rekabeti de bir tarafa bırakarak yeryüzünü güzelleştirmek gibi bir gayreti olsun inananların; muhakkak, daha güzel bir dünyaya sahip olacağız…
Bütün bu alıntılardan sonra başta cevabını aradığımız soruya gerek var mı? Aliya’nın Batı ile ilgili çok boyutlu düşüncelerinin, bugün artık kompleksle yazıldığı ve aşılması gerektiği ileri sürülen “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm.” dizelerinin fevkinde olduğu tartışmasızdır. Bir fikir ve mücadele adamı olarak Aliya’nın Batı üzerine yazdıkları dikkatle okunursa, günümüz entelektüellerine ve aksiyon adamlarına sahih bir duruş için büyük katkı sağlayacağı da açıktır.
Kaynak: www.anadolugenclik.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder