İLİM YOLCUSUNU UĞURLARKEN
Ben, Ramazan'ı çok fazla tanımadım. Ama simasına akseden güzellikle sevdim onu. Bir de ortak bir mensubiyetimiz var. İkimiz de -Allah, sıhhat ve afiyet içerisinde hayırlı, uzun ömürler versin- Emin Saraç Hocamızın talebeleriyiz; ben biraz önce, o biraz sonra. İşte bu sebeple, "benim için bir şeyler yazar mısınız; hem de nasihat!" deyince şu aşağıdaki satırları yazmaktan kendimi alamadım.
İşte geldik gidiyoruz, Ramazan. Dört sene önce taze bir delikanlı olarak gelmiştin; dört sene ne çabuk geçti, değil mi? Bakıyorum da bu dört sene içerisinde yüzüne bir olgunluk oturmuş. Elbette henüz gençlik çağından çıkmış değilsin. Ama böyle başlar, böyle biter; böyle başlar, böyle gider, Ramazan. Hayat, böyle bir şey işte.
Daha önce, yine böyle bir istek üzerine ilk gençlik yıllarımda bir hatıra yazısı daha yazmış idim. Baksam hatırlayacağım; 91 senesi tarihli idi herhalde. Aradan bir yirmi yıl geçmiş; "şol yel esip geçmiş gibi"... Ne dersin, bir üçüncü hatıra yazısı yazmaya fırsat olacak mı? Benim için bir üçüncü, senin için bir ikinci yirmi yılı görmek mukadder olacak mı?
Öyleyse davran Ramazan. Buradan başla. Yola çıkmadan önce -gerçi çoktan yola çıkmışsın ya!- bu hakikati gözlerinin önünden ayırma: Hayat, çabukça bitip tükenen bir şey be, Ramazan.
Doğruluk ve samimiyet rehberin olsun
Bu hayat yolunda karşına neyin çıkacağını, başına nelerin geleceğini bilemiyorum. Sana tavsiyem şudur. Doğruluk ve samimiyet rehberin olsun. Bu ikisinin rehberliğinden ayrılmazsan eninde sonunda onlar seni selamet sahiline çıkaracaklardır.
Seninle -bana göre çok kıymetli- bir hayat tecrübemi paylaşacağım. Hayatta önüne öyle meseleler gelecek ki, onlarla ilgili ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemeyeceksin. Böyle olunca da, tabiî olarak insanlara koşacaksın, onlarda bir çare, bir çıkış yolu arayacaksın. Ama bugün insanların -belki, diyorum- çoğu seni yanıltırlar, Ramazan. Susuzluğunu gidermeyecekler, belki/bazan daha da artıracaklar.
Ben, ne zaman içinden çıkamadığım bir mesele olmuş ve onu insanlara götürmüşsem, önüme hep iki şık koydular, "fîhi vechân" dediler. Danıştığım meseleyle ilgili, bir kısmı, “doğrudur, böyle yapman uygundur” diyor, diğer bir kısmı ise bunun uygun olmayacağını söylüyorlardı. Bir kısmı, hakkında tereddüt ettiğim meselenin benim için hayır olduğunu, Allah'a tevekkül edip yürümem gerektiğini öğütlerken diğer bazıları bunun pek hayır olacağını zannetmediklerini söylüyor ve başka türlü davranmamı tavsiye ediyorlardı. Böylece, her defasında ben iki yolun kavuştuğu yerde şaşkın kalıyor, ne yöne gideceğimi, kimi dinleyeceğimi bilemiyordum.
Ancak hadislerde istihareyi fark edince, sadece nasıl bir kulluktan mahrum bırakıldığımızın değil, aynı zamanda ne büyük bir imkânı yitirdiğimizin farkına vardım. Ve o günden sonra hangi mesele olursa, üzerinde düşünüp insanlarla istişare yaptıktan sonra, Allah'a danıştım; iki rekât namaz kılıp dua ederek işimi ona ısmarladım. Ve biliyor musun, her ne hususta istihare yapmışsam, onun sonucunda asla pişman olmadım, Allah beni asla mahcup etmedi, Ramazan.
İstihareyi sadece rüyaya indirgemişler!
Ama bazı hocalar görüyorum, istihareyi, bu büyük nimeti, bu büyük imkânı zayi etmişler. Onu yalnızca rüyaya indirgemişler! Eee, herkes rüya görmüyor, görse de o rüya şeytânî midir, Rahmânî midir, bilinmez. Öyleyse istihareyle değil, istişareyle amel etmek lazım, diyorlar...
Görüyor musun, Göğün elçisi göçtükten, vahiy kesildikten sonra -sâdık rüyadan başka- elimizde kalan bu son dayanağı da nasıl zayi ettiler! Eğer mesele onların takrir ettiği gibiyse, Allah Resûlü’nün Sahabe nesline "Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi" istihâreyi öğretmesinin ne anlamı kalır, Ramazan? Eğer istihare acziyet ve çaresizlik deryası içerisinde boğulan insanlık için bir can simidi değilse, gökten sarkıtılan bir ip, bir sağlam kulp, tutamak değilse, bir dayanak değilse "Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi" istihâreyi öğretmenin manası nedir? Kimisi bu şekilde, kimisi başka türlü istihareyi zayi ettiler. İşte bunun için birçoğu iflah olmadı, Ramazan.
Hani taze baharda ağaçlarda yeşilin, erguvandan gülkurusuna, bir gün batımında portakal ağacının yaprağı üzerinde kızıllaşan güneşin rengine kadar kırmızının bütün tonlarını görürsün ya, yaşadıkça hüznün de, hazzın da bütün renklerini göreceksin. Sevinç ve neşenin de, keder ve elemin de kalıcı olmadığını unutma. Başına bir sıkıntı geldiğinde şiârın: Bu da geçer Yâ Hû! olsun. Öyle ya: Hiçbir şey devamlı olmaz; "vakt-i şâdî de gelir, mevsim-i mihnet de geçer".
Sevgiye karşılık vermek sevmek değildir, yansıtmaktır
Biz insanız; demir veya tahtadan değiliz, etten, kemikten ve kandanız. Elbette bedenimiz ve beynimiz yorulacak. Ama ruhumuz yorulamaz Ramazan; gönlümüz yorulamaz! Ben yoruldum, bırakıyorum diyorsan belki farkında olmadan ne diyorsun, biliyor musun? Ben himmetsizim, ben neşesizim, ben aşksızım diyorsun! Çünkü "aşkın bir adı da yorulmamaktır", Ramazan.
İnsanlar sevginin ne olduğunu bilmiyorlar. İlgiyi, takdiri, hayranlığı, sevilmeyi, sahip olma arzusunu sevgi zannediyorlar. Birisi tatlı tatlı benim gözlerime bakıyor, bana ilgi gösteriyor, türlü türlü iltifatlar ediyorsa ben onu neden sevmeyeyim? Sevgiye karşılık vermek sevmek değildir, yansıtmaktır. Sevgi, beklememektir, verip almamaktır; sevgi her daim katıksızdır Ramazan.
Birileri de beğeniyi sevgi zannediyor. Beğeni, maddî, bedenî, fizikî bir şey, sevgi ise aşkın, yüce ve manevî... Hayret; ikisini birbirine nasıl karıştırıyorlar?!
Sevmek, yüksünmemektir, hoş görmektir, bağışlamaktır. Sevmek, bırakıp gitmemektir, Ramazan.
Sevgi, bir açıdan bakıldığında yıkıcı bir şeydir; darmadağın eden, kurulu düzeni bozan. Bir insan sevdiğini söylüyor, ama sevdiğini hissettiğinde vücudundaki her zerre harekete gelmiyorsa, bu ne yavan bir sevgidir, Ramazan!
Sûfîler bütün kâinatın sevgi üzere kâim olduğunu söylerler. "Hâk-i pâyine erem der, ömrlerdir muttasıl / Başın taştan taşa urup gezer, âvâre su" misali, gece ve gündüzün neyi kovaladığını, güneşin battıktan sonra arşın altında ne aradığını, bütün kâinatın bir yörünge etrafında nereye varmaya çabaladığını düşün, Ramazan.
Dost olunmaz, dost doğulur
Yapabiliyorsan, becerebiliyorsan iyi dostlar edin. Hünerin bu olsun. Gerçi dostluk kazanılan bir şey değildir; dost olunmaz, dost doğulur, ya... Çiçero "Dostluk" kitabında, eskilerin, dostun, hava ve su kadar zorunlu olduğunu söylediklerini nakleder. Ancak, bu nimet çok zaman önce alınmıştır insanlardan. Tanıdıklarımız çoktur, ama dostlarımız azdır. Gerçek bir dost aramak Kaf dağında Anka'yı aramaya benzer.
İnsanlığın elindeki en kadim metinlerden Sümer'e ait Gılgamış Destanı'nda hikâyesi anlatılan Uruk'un kudretli hükümdarı Gılgamış'la Enkidu'nun kardeşliğini, Steinbeck'in "Fareler ve İnsanlar"ındaki George ile iri gövdeli ama kıt akıllı, yaşına göre kocaman bir çocuk gibi olan Lennie'nin arkadaşlığını, Istratı'nın "Kodin"indeki, küçük bir çocuk ile dev cüsseli Kodin'in arasındaki dostluğu bilirsen, dostluğa bir sınır çizilemeyeceğini, onun derece, statü ve ünvan ölçülerinin dışında olduğunu anlarsın, Ramazan.
Sahip olduğunu hazmedemeyen yahut yaptıklarından rahatsız olan çıkacaktır. Bu sebeple insanların hepsinin rızasını umma. İnsanların hepsinin rızasını arayan, muhali arayan bir zavallıdır; "İnsanların rızası ulaşılamayacak bir menzildir", çünkü. Bugüne kadar onların dilinden selamet bulmuş kimse yoktur; bundan sonra da olmayacak! Ne yaptığını biliyorsan ne dediklerine aldırma. Şafii'nin nefis ifadesiyle: "İnsan kendisini bilirse başkasının söylediği ona zarar vermez".
Arzuların, tutkuların seni esir etmesine izin verme. "İnsanın dört zindanı"nı hatırla. Gerçekten özgür olmak istiyor musun? Yine Şafii'nin ifadesiyle özgür olan: "Bir anlık sevginin hatırını gözeten, kendisine bir kelime öğretene intisap eden"dir.
Hakkın ölçüsünü insanlar belleme. Hakkın ölçüsü kendi ölçüsüdür; hakkın ölçüsü hak olmaktır, Hakk'tan olmaktır. Kur'an-ı Hakîm'in ifadesiyle: "İnsanların çoğuna tabi olursan şüphesiz onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar". Fudayl'ın dediği gibi: "Sen Hak yoluna gir; salikleri az da olsa. Dalalet yolundan uzak dur; hâlikleri çok da olsa"...
Kendini mutlak hakikatin ölçüsü sayma
Doğruluk yakîn ve kesinlik ister; şüphe ve tereddüdü kaldırmaz. Böyle bir kesinliğe varmışsan, böyle bir hakikati yakalamışsan bütün insanlık karşına dikilse bile aldırma. Defoe'nun sözünü hatırla: "Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın 'benden başka herkes aldanıyor' demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?".
Bununla birlikte kendini mutlak hakikatin ölçüsü sayma. Gerektiren, haklı bir sebebin yoksa kendinden mutlak emin olma. Montaigne'in, "Canlılar arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ciddi, daha ağırbaşlı olanı var mıdır?" göndermesini hatırla.
Ancak sadece kendin hakikate sahip olmakla yetinme; onu insanlara da aç, onu çevrendekilerle de paylaş. İsmet Özel'in o nefis ifadesiyle: "Hakikat, kimse sahip çıkmasa bile hakikat olma vasfından bir şey kaybetmez. Ancak paylaşılmayan hakikat tecelli edemez".
"Yalnızca kendisi için yaşayan, küçük yaşar, küçük ölür". Büyük insanların bedenleri, onların büyük ruhları ardında yorulmuştur. Eğer bir bedene böyle bir ruha beden olmak lütfedilmişse, ona düşen âh u zâr değil, hamd ve şükür makamında olmaktır.
Her zaman bir şeyler öğrenme gayretinde ol. Eğer ölçün sağlamsa yabancı olanı tanımaktan, öğrenmekten korkma. Cemil Meriç'in dediği gibi: "Yabancı düşmanlığı emniyetli bir hisardır. Ama ömür boyu hisarda oturulmaz".
Kolunu nereye götürüyorsan kitabı da oraya götür. Kitabı bırakıp tatile gidiyorsan, ilim yolunda nasıl samimiyet iddia edersin? Şiarın İmam Ahmed'in şu sözü olsun: "Kabre girene kadar ilim yolculuğum devam edecek!"
İnsanları dinlemeyi öğren
İnsanlarla kızışı da gülüşü de paylaş. Ama halk arasındaki tabirle "eşek şakası" yapma. Şaka hakkındaki şu mutlak ölçüyü bil: "Birisi gülüyor, diğeri gülmüyorsa o şaka değildir".
İnsanları dinlemeyi öğren. Baudrillard, "Ağzını açan herkes dinlenmek ister" demiş. Hocaların konuşmayı çok sevdiklerini, ama dinlemeyi pek bilmediklerini unutma.
Bir hoca namzedi olarak vakarını kuşan. Arkandan şiştlemelerine yol verme. Ebu Hanife'nin, talebesi Ebu Yusuf'a şu eşsiz öğüdünü unutma: "Arkandan çağırırlarsa dönüp bakma. Zira hayvanlar arkalarından çağrılırlar."
Dûna, denî dünya metaına tenezzül etme. İnsanların elinde olandan gönlünü yıka. Onların elinde olana tama edersen, onların gözünde keramet ve mehabetin kalmayacaktır.
Sahip olduğun seni yanıltmamalı. Dünya metaıysa çabukça tükenip bitecektir. Dün sahip değildin, yarın sahip olacağın ise muhakkak değil. Öyleyse bugün elinde olana gönül bağlama.
Nevevî'nin "el-Ezkar"daki nasihatini unutma. Mümkün mertebe, kayıtlarla, birtakım şartlarla caiz olan şeyden uzak dur. Çünkü uzaktan seni izleyen cahil onu yaptığını görünce, bilmeden ya da seni bahane ederek kayıt şart gözetmeden yapacaktır.
İlim, uzun soluklu bir yürüyüştür. Heveslisi çoktur, ama menzile vâsıl olanı azdır.
Doğrudur: Yollar yürümekle "aşılmaz". Ancak vâsıl olanlar yürüyenlerdir.
Son söz Zarifoğlu'nun:
"Âkil isen can gözün aç, tut kulak bu sözüme:
Bir değirmendir bu dünya; öğütür bir gün bizi"
Kaynak:
Mehmet Fatih Kaya, “İlim Yolcusunu Uğurlarken”, Rıhle dergisi, Ekim-Aralık 2011. Akt: http://www.dunyabizim.com/alinti/26287/mehmet-fatih-kayadan-ilim-yolcusuna-ogutler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder