Necip Tosun ile Edebiyat Söyleşisi
(***Taslak metin-fırsat oldukça düzeltilmektedir.)
İyi akşamlar, hoş geldiniz. Sezonun ilk yüz yüze imza ve söyleşi programı. Hem ekran başında bizi izleyenlere, YouTube'dan izleyenlere hem de zahmet edip gelenlere hoş geldin diyerek başlayalım. Bu yüz imza ve söyleş programı çok uzun yıllardır olan bir program. Bu sezonun ilk defa moderatörlüğünü ben yapacağım. İlk konuğumuz da Necip Tosun. Bu programda çoğunuz biliyorsunuzdur zaten illa gelenler olmuştur ama yazarların son çıkan kitapları üzerinden yazı yolculuklarını konuşuyoruz. Son çıkan kitabını dağıtıyoruz ama o kitaba da bağlı kalmadan çok o kitap yazı yolculuğunuzda nerede duruyor? Genel olarak yazarlarınız ve belki biraz da kitapla ilgili konuşuyoruz. Hoş geldiniz abi. Hoş bulduk.
İlk sorum klasik bir soru olacak aslında ve belki bilmiyorum çok da cevapladığınız için, bunu aldığınız bir soru da olabilir ama, sizin yazarlık hayatınızda en dikkat çekici şeylerden biri bu. Yani bu kadar , bir kuramsal düşünme yeteneği ve bu konuda gösterdiğiniz bir adanmışlık, bir emek var.
Özellikle öykü alanında ama artık romanda da var ve bugün Dünya Öykücülüğünün Serüveni kitabı var önümüzde. Ama bu kitabı herhalde şeyden bağımsız düşünemeyiz. O sizin kütüphanenizden, oluşturduğunuz kütüphaneden bağımsız düşünemeyiz. Oradaki motivasyonunuzla başlamak istiyorum.
Yani böyle bir kütüphaneyi neden kurmak istediniz ve bu kitap orada nerede duruyor? Evet, öncelikle hepiniz hoş geldiniz. işte İstanbul akşamında beni dinlemek için hepinize çok teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. benim yazarlık serüvenim, hani Mustafa sorduğu için özele gireyim. İki ana damar üzerinden ilerliyor. bir tanesi öykü yazmak. Ben aslen öyküyle başladım edebiyat hayatıma.
İlk üç kitabım öykü kitabıydı. Bunun yanında bir de hem öykü üzerine hem roman üzerine teorik kitaplar yazdım. Yani kuram, teori, inceleme, değerlendirme kitaplarıyla öykü kitaplarım yan yana ilerliyor. toplamda işte 20 kitap olmuş. 5 tanesi öykü kitabı, 15 tanesi Kuram teori kitapları.
Edebiyat üzerine düşünürken, yazarların hayatlarını araştırırken bu yazarların önemli bir bölümünün kendi yaptıkları işlere ilişkin söz aldıklarını, poetik metinler ürettiklerini ve bir sanat, edebiyat duruşları olduğunu gördüm. Dolayısıyla ben de öncelikle kendi edebiyatımı sağlam bir temele oturtmak için işte bu poetik düşünceleri araştırmaya başladım.
Modern Öykü Kuramı, Öykümüzün Kırk Kapısı, Doğu'nun Hikaye Kuramı kitabı gibi. Ben aslında öncelikle bir kendi edebiyatçı kimliğimi oluşturmak için bu incelemeleri, araştırmaları yaptım. Ama daha sonra gördüm ki benim mizacım daha çok paylaşmaya dönük bir mizaç. Yani bir şey öğrenmişsem bunu insanlara aktarmak istiyorum. Benim bildiklerimi başkaları da bilsinler istiyorum.
Bu Kur'an ve teorik kitaplarının çoğunluğu bu paylaşma arzusundan kaynaklandı. Mizaç diyorum. Çünkü benim mizzacım okuduğum bir romanı diyelim bir Güray Süngü'nün romanını okumuşsam, bir Güray Süngü öyküsünü okumuşsam, Cemal Şakar öyküsünü okumuşsam, Aykut Ertuğrul öyküsünü okumuşsam ve beğenmişsem bunu çok e hiçbir kıskançlık, haset duygularına kapılmadan sanki kendim yazmışım gibi onunla ilgili yazılar yazıyorum.
Bunun edebiyat coşkusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani benim motivasyonum edebiyat coşkusu ve bunu paylaşma arzusu. Edebiyat tarihine baktığımda kendimi benzettiğim bazı yazarlar var. Eğer yanlış anlaşılmazsa. Mesela Selim İleri'ye bakıyoruz. İşte Selim İleri erken dönemde çok keskin, çok rijit, çok ağır hatta kötücül, kötücül diyebileceğimiz eleştiri yazıları yazdı.
Daha sonra bu son döneminde tam tersine sadece beğendiği kitapları yazdı. Gölgede kalmış, unutulmuş yazarları günyüzüne çıkardı. Ben bu edebiyatçıları izlerken onların eleştiri hayatlarını da anlamaya çalıştım. mesela Behçet Necatigil, Selim İleri, Stefan Zweig. Bunların hepsi edebiyat coşkusuyla beğendikleri şeyleri hemen kaleme aldılar.
Kuram yazıları, teori kitapları, biyografiler. Ben de edebiyatımda sadece öykü yazıp bir kenara çekilmeyi doğru bulmadım. Bu okuma serüvenimde beğendiğim bu yazarları, bu kuramsal teorik sorunları kaleme almaya çalıştım. Motivasyonum başta hem kendi edebiyatçı kimliğimi oluşturmak hem de bir paylaşma arzusu.
Dolayısıyla edebiyata, elimden geldiğince hizmet etmeye çalıştım. Motivasyonum buydu aslında orada. Bence özgün bir noktada duruyorsunuz. Çünkü bizdeki eleştiri geleneği işte Nurullah Ataç'tan başladığını düşünürsek çok daha yani kafamızdaki eleştirmen figürü daha acımasız belki öznelliğini çok ön plana koyan, ben demeyi seven yani bunu olumlu ya da olumsuz anlamda söylemiyorum bu arada bir gelenek olarak.
İşte Nurullah Ataç'tan sonra da Fethi Naciler, Mehmet Fuatlar bugüne kadar gelen öyle bir zincir var. Yani yazar olmayan eleştirmenler. siz ama başka bir tercih yapmışsınız ve daha belki e öznelliği biraz daha geri plana atarak ama daha sevdiklerinize odaklanarak ve bu acımasız eleştirmen algısından kendinizi kurtararak bir yol aramışsınız kendinize. Onu soracaktım ama zaten cevap vermiş olduğunuz yani bir mizaç meselesi olduğunu hem bir tercih hem bir mizaç.
Tabii bu kitabı okurken şeyi düşündüm hocam. yine bir algıdan bahsedeyim. , Türk edebiyatıyla dünya edebiyatı böyle bir karşılaştırılır ve şey denir ya, işte biz 20 yıl geriden geliyoruz ya da işte 50 yıl geriden geliyoruz. Bu rakam değişebilir durumlara göre. bunlar örnekler de verilir.
İşte Oğuz Atay yaptı ama Oğuz Atay'ın yaptığını zaten işte Nabokov yapmıştı diyelim seneler önce ya da Tanpınar'ın yaptığını J yapmıştı gibi. Şimdi siz dünya edebiyatını da çok iyi biliyorsunuz. Zaten bu kitapta belli. Öyküyü de, romanı da, Türk edebiyatını da iyi biliyorsunuz. Günceli de biliyorsunuz, tarihini de biliyorsunuz. Orada şey nasıl sizce yani hakikaten geride miyiz ya da böyle bir geride ileride gibi bir şey öyle o şekilde okunabilir mi edebiyat tarihi? Şimdi tabii ben dünya edebiyat işte edebiyatını incelerken dünya romanının serüvenini işte dünya öykücülüğünün serüvenini izlerken dünyanın bütün coğrafyalarına bakmaya çalıştım. oradaki yazınsal akımlara,
oradaki ortaya çıkmış büyük yazarlara bizim Türk edebiyatıyla karşılaştırırsak tabii ki o akımlara, o büyük yazarlara paralel bir serüven izlemiş bizim edebiyatımızda. Mesela erken dönemde diyelim bu kitaptan yola çıkarsak ne dedik? İşte Çehov var, Gogol var, ondan sonra Mapusan var. ve öyle bir akım var.
Erken dönemde de bizim edebiyatçılarımız bunlara benzer, metinler üretmişler. Daha sonra işte Kafkesk eğilim, varoluşçuluk, ondan sonra yakın dönemdeki fantastik anlatım, büyülü gerçekçilik. Bunların hepsi bizim edebiyatımızda da gözükmüş. Ama eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, bizim öykümüzün, özellikle öykü benim çok ilgi alanımda olduğu için dünya çapında bir öykü birikimimizin olduğunu düşünüyorum.
Çünkü dünya edebiyatçılarının işte dediğiniz gibi birçoğunu okudum. işte Faulknerlar, Hemingwayler, işte Çehovlar, Dostoyevskiler, bizim öykü birikimimiz işte bir Sait Faik, bir Bilge Karasu, bir Rasim Özdenören ve işte 1950 kuşağı, 1980'den sonraki Rasim Özdenören, Mustafa Kutlular.
Öykümüzün dünya çapında bir öykü olduğunu düşünüyorum. Yani bir Sait Faik eğer çevrilebilseydi, dünyaya yaygınlığı olabilseydi, hiç de Hemingway'den aşağı bir öykücü değildi. Bilge Karasu dünya çapında bir öykücüydü. Oğuz Atay yine bana göre hani Nabokov'un etkisi bir yana Oğuz Atay dünya çapında bir yazar. Tanpınar dünya çapında bir yazar.
Ya bizim Türk edebiyatının şanssızlığı çevrilememesi. Çok büyük yazarlar, işte Faulknerları okuyoruz, işte Hemingway'i okuyoruz vesaire. ben mesela bir Tanpınar okuduğumda yani Marcel Proust'tan çok da aşağı bir yazar olmadığını görüyorum. Mesela bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü bana göre dünya çapında bir kitap.
Yani büyük bir kitap. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı büyük bir kitap. işte Yakup Kadriler (Karaosmanoğlu), Reşat Nuriler, Halide Edipler. Bunların hepsinin büyük yazar olduğunu düşünüyorum. Yani Türk edebiyatını hep şöyle incelemişiz. Etki altındaki bir edebiyat. Ben elbette çağdaşların birbirlerini etkilediğini kabul ediyorum. Elbette etkilendiler.
Yani bir Kortazar varsa Türk öykücülüğünün etkilenmemesi mümkün değil. Yanlış aynı zamanda değil mi? Gerekir yani. Yanlışta işte Gabriel García Márquez varsa bir 100 yıllık yalnızlık romanı varsa bizim Türk romanında böyle bir roman hiç yayınlanmamış gibi davranamayız. Ama bunların bir zincirle birbirlerine bağlı olduklarını düşünüyorum.
Yani bu etkilenmelerin, etkilenmenin çok doğal olduğunu, herkes çağın dilini konuştuğunu, Türk edebiyatının da çağın dilini çok iyi konuştuğunu düşünüyorum. Öyküde hani benim dediğim gibi özel bilgi alanım olduğu için öyküde belki dünyadan daha ileri olabiliriz. Çünkü bu karşılaştırma biraz da dünya kanonunun Türk edebiyatını tanımamasından kaynaklanıyor. Bu mesela dünya edebiyatında öykücülük dendiğinde Türk edebiyatı hiç neredeyse yer almaz.
Ama ben Türk edebiyatındaki öykünün dünya çapında olduğunu düşünüyorum. Romanımızın yine büyük bir roman olduğunu düşünüyorum. Erken dönemde tabii ki Ahmet Mithatlar, Reşat Nurliler bir Fransız hani etkisi on Mehmet Rauflar ha Halit Ziya bir Fransız etkisi kaçınılmazdı. Çünkü bireyi anlatmaya başlamışız erken dönemde.
Ama daha sonra Türk romanının mesela benim şöyle bir çizgim var. 1900 işte modernist edebiyatımızda, romanımızda Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Selim İleri bana göre 1975'teki modernist edebiyatın en nitelikli örneklerini verdiler. Eğer bunlar yabancı dillere çevrilmiş olsaydı, Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay ve Selim İleri dünyaya mal olacak o modernistler arasında sayılacak yazarlar olacaktılar.
Ama ne yazık ki Türkçemizin böyle bir hani uluslararası alanda e şey olmadığı için, gücü olmadığı için Türk edebiyatı hep Batı edebiyatının, dünya edebiyatının gölgesinde cereyan eden bir edebiyatmış gibi algılandı. krizli bir konu. Çünkü onlar bizi bilmiyor ama biz de başka şeyleri bilmiyoruz. Böyle gerçekten bir Evet. şey var.
bu konuda peki bir şeyiniz var mı? Yani tabii yazarların bunu çözme çözüm önerisi sunmak zorunda değil ama yani bizim bir sorumuz var mı sizce? Ne yapabiliriz yani? Yani işte bu çeviri sorunu biraz devlet devletler arasındaki ilişkilerle ilgili yani işte Kültür Bakanlığına işte Milli Eğitim Bakanlığı'na düşen görevler var.
Bu yazarların e oralardı. , şimdi çeşitli yabancı ülkelere gidiyoruz. İşte İran, Ürdün, Arnavut Balkanları vesaire gibi. Biz kimleri okuduk bana soruyorlar. Diyorlar ki işte kimleri okumalıyız?
Aziz Nesin, Elif Şafak, Orhan Pamuk. En çok tanıdıkları yazar. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar tanınmıyor. Arap coğrafyasında Sezai Karakoç tanınmıyor mesela. Çok ilginçtir. Evet.
İran'da tanınmıyor. ben bir İran televizyonu benimle bir söyleşi yapmıştı. Orada bana Orhan Pamuk'u sordular. Orhan Pamuk elbette bizim çok önemli ve çok büyük bir yazarımız. ama işte bir de Ahmet Hamdi Tanpınar'ımız var bizim. Orhan Pamuk da bunu çok sever. demiştim. Ertesi gün İran gazetelerinde "'Orhan Pamuk'u boş verin. Tanpınar var' dedi Necip Tosun" demişler.
Arkadaş da oradan bana o gazetenin fotoğrafını atmıştı. Ben başka bir şey söylemiştim. Hani Orhan Pamuk elbette yani önemli bir yazarımız. Ben "Tanpınar'ı hani Orhan Pamuk da onu çok sever. Onu üstat kabul eder" demiştim. Onar işte Neciptos'un Orhan Pamuğu boş verin. Tanpınar bunların en büyük yazarı demişti. İşte bu tür yanlış anlaşmalar oluyor.
Eğer Tanpınar dünya dillerine çevrilmiş olsaydı ki Orhan Pamuk Nobel alması ve daha öncesi de tabii ki uluslararası şeyi çok iyi yönettiği için çevrildiği için Orhan Pamuk tanındı. Ben İngiltere'de Londra'da büyük bir kitapevi vardı arkadaşlar çok erken dönemde. orada kitapevini gezerken Nobel almamıştı Orhan Pamuk. Ülkelerin adı var.
Hollanda işte İsveç vesaire vesaire Orhan Pamuk bölümü vardı. Yani Türkiye yoktu. Orhan Pamuk vardı sadece. Yani onun Nobel alması da aslında hani öyle çok 3 be cümlesine bağlı değildi. Dünya edebiyatı tanıyordu Orhan Pamuk'u ve Orhan Pamuk bölümü vardı. O kadar söyleyeyim. Yani dünyada bizim edebiyatımız maalesef tanınmıyor.
Bunun da sadece yazarlarla ilgili olmadığını düşünüyorum. Uluslararası yazar örgütleri var. çevriler, politik, ideolojik angajmanlarla ilerliyor. O çok ayrı bir mesele. Ama karşılaştırma yaptığımızda Türk edebiyatının büyük bir edebiyat olduğunu düşünüyorum. Evet. Belki Orhan Pamuk o konuda ilan verici olabilir.
Yani neredeyse tek hem bence yazar yazar olarak hak etmiş biri. Ama onun dışında bir çaba da göstermiş uzun süre. Yani bu çaba kötü anlamda söylemiyorum. Gerçekten bir emek vermiş. Mesela Tahran kitap fuarına 30 yıl önce gidiyormuş. Orhan Pop yani bireysel olarak da hani kendisini takdim etmiş. Evet hocam bir de bu kitabı okurken şeyi düşündüm ama sadece bu kitabı okurken değil ben benim sizin en sevdiğim kitabınız yazma dersleri.
Bu da yeni çıktı sayılır. ve hatta galiba devamı da geliyor. Devamı. Evet. orada gözlemlediğim bir şey vardı ve kitabı sevmemin nedeni, çok sevmemin nedeni biraz da benim okurluk mizacımla ilgili olabilir. edebiyat tarihinin daha çok ön plana çıkması.
Burada da gördüm ama yani sanki önceki kitaplara göre bir edebiyat tarihi anlatıları, edebiyat tarihinden anekdotlar daha fazla. ama bu konuda biliyorsunuz yazarların bakışı aynı değil. Yani kimisi bunu sadece magazin olarak görebiliyor. Kimisi işte sizin gibi çok kullanıyor. Ben de çok severim edebiyat tarihini. biraz da eksik olduğumuz da bir alan genel olarak.
Siz böyle bilinçli olarak mı edebiyat tarihini artırdınız yoksa hayatınızda nasıl bir yer tuttu edebiyat tarihi?
Evet, şimdi, biz işte Cemal Şakar, Ramazan Dikmen, işte Ömer Lekesiz, bir Ankara'da, işte birlikte olduğumuz bir dönemdi. O dönemde biz, e, okuyacağımız kuramsal, teorik ve tarihi kitapları arıyorduk. Yani edebiyat tarihi
İşte bunlar kimlerdir? ve orada çok yetersiz birikim vardı. Yani neredeyse öykü üzerine işte Füsun Akatlının bir pencereden kitabı vardı. Başka da kitap yoktu neredeyse. Ya da roman tarihine ilişkin çok sınırlı. İşte Tanpınar vardı. Berna Moran yeni çıkmıştı ortaya vesaire. Ben bir yazarın biyografisini çok merak ediyordum. Yani bir yazar nasıl oluşur? Bir yazar kimliği nasıl oluşur? Bu yazar kimliği hayatı boyunca nasıl devam eder ve sonunda bunlar kendi hayatlarına nasıl bakarlar? Bunu çok merak ettim ve o yazma derslerinde biraz bunlara baktım. Orada
bence çok üzerinde durulmamış pek çok konu vardı. Keşke onu ayrı ayrı incelense. Mesela orada baktığımda Yakup Kadri'yi hep biz işte romanları önemli büyük romanlar olarak biliriz. Bu sonunda ne olmuş diye baktım. En son döneminde Yakup Kadri biliyorsunuz Murat Belge'nin akrabası. Murat Belgile yaptığı bir söyleşide neredeyse yazdığı her şeyi reddediyor romanları.
Daha doğrusu onları küçümseyerek bakıyor. Hayal kırıklığıyla bakıyor. Diyor ki ben aslında Marcel Proust olmak istedim ama işte bana göre Balzac oldum diyor. Baz pek çok Halide Edip reddettiği kitapları var. Reşad Nuri reddettiği kitapları var. kendisini çok jakoben buluyor, tepeden inmeci buluyor.
Yani bir yazarın bütünlüklü olarak, bir tarih olarak incelenmediğini gördüm. Biraz o yazma derslerinde bunu anlatmaya çalıştım. yani biz Reşat Nuri'nin en sevmediğimiz kitabı diyelim Yeşil Gece. Yani Reşat Nuru o Yeşil Geceye neler söylüyor ya ya diyor insanın bir kitabını reddetme hakkı yok mu diye kabaca söyleyeyim. Dolayısıyla bizim kademimiz ki ben her konuşmamda, biraz akademinin aleyhinde konuşurum.
akademimiz ne yazık ki edebiyat tarihimizi bütünlüklü olarak ele almıyor, bütünlüklü olarak anlatamıyor. Tanpınar'ı iyi bilen akademisyeniz var. İşte Ahmet Haşim'i iyi bilen akademisyenimiz var. işte ne bileyim Oğuz Atay'ı iyi bilen akademisyen Reşat Nuri ama bir bütünlüklü olarak bir edebiyat tarihi yorumu.
Buradan çıkacak sonuçlar bizde değerlendirilmiyor. Akademi bu işlere çok fazla girmiyor ne yazık ki. Benim edebiyat tarihindeki tarihine ilgim böyle başladı. Bir de yazarların sonlarını çok merak ettim. Yani yazarlar işte sonunda ne oluyor? Bütün yazarlar aşağı yukarı sanat ve hayat çelişkisi yaşıyorlar. Bu yazarların hepsi ya sanat ya hayat bunlardan birini tercih ediyorlar.
Sanatı tercih edenler hayatta başarısız oluyor ve zaten bunu bilinçli bir tercih hatta bir yazarlığı yazgı olarak kabul ettikleri için Hı hı. hayatın tüm tekliflerini reddediyorlar ve şeyi seçiyorlar, edebiyatı seçiyorlar. Edebiyatı bir flört olarak gören, ısrar ve adanmışlıkla, edebiyatla ilgilenmeyenler. Bence başarılı olamıyor.
Hayatlarını verenler ancak başarılı oluyor. Sezai Karakoç başarılı oluyor. Sabahattin Ali başarılı oluyor. Nazım Hikmet başarılı oluyor. Yani edebiyat sizden hayatınızı istiyor. Bu büyük yazarların hepsi hayatlarından vazgeçmiş edebiyatçılar. saygınlıkları da burada zaten. İkisi birlikte olabiliyor mu? Susan Sontag hayır diyor. Olamaz diyor. Ya proje ya hayat diyor.
Ve benim okuduğum bütün edebiyat biyografi, yazar biyografilerinde sonuç bu çıkıyor. Şimdi o yazma derslerinde Ahmet Mithat'tan işte Tomar'a kadar incelemiştim. 30 yazar. Şimdi yeni kitabımda Gogol, Faulkner oradan Hemingway'den başlıyor. Günümüze kadar geliyor 30 yazar. Belki İsmet Özel'in aynı cümlesini Rilke'de, aynı cümlesini Sezai Karakoç'ta görmemiz mümkün.
"Ya sanat ya hayat" diyorlar. Çok güzel. Onun için de edebiyat tarihi benim için çok önemli. Çok güzel. Eee, yukarıda biraz konuştuk ama şeyin şehrin şehrinde düşmek istiyorum aslında. Sizden eee, sözü çalarak söyleyeyim. Yani aslında o da bir eee, hayat. Yani o edebiyatı tercih etmek birazcık şey gibi algılanabiliyor.
Bir tür keşişlik gibi hani hayatın bütün ellerimin tersle ittim gibi bir şey değil aslında zaten edebiyatı da hayat olarak yaşıyor. Evet. Orada başka bir haz var. Ve günün sonunda yine onu da konuştuk. günün sonunda genelde edebiyatı tercih edenler bilmiyorum istisnasını çok görmedim.
Hani keşke hayatta daha fazla ilgilenseydim de şu kitapları yazmasaydım diyen pek kişiye rastlamadım ama tersi çok fazla durumda. Siz de anlattınız, tecrübe ettiniz. edebiyatı ihmal edip sonra işte başka alanlarda öne çıkan, dönmek isteyenler, pişman olanlar çok oluyor. zaten sizin kuşağınız da sanırım, yani ısrar ve adanmışlığı gösteren bir siz varsınız.
İşte Cemal abi var ve kuşak yavaş yavaş şey oluyor. edebiyat tarihi yani yaşarken de onu görebiliyorsunuz, deneyimleyebiliyorsunuz. kitapla ilgili birkaç sorum daha var. kitaba da biraz spesifik birkaç konuyu da merak ediyorum sizin düşüncenizi. şimdi yazarken aslında Türk edebiyatını daha çok merak ediyorum ama dünya küsünü de soracağım.
Böyle bir şey görebiliyor musunuz? işte belli silsileler yani akımlar haricinde işte varoluşçuluk falan değil de, yani şimdi bile devam ediyor hala bu silsile. Hani bu anlayış devam ediyor dediğiniz öykü anlayışları var mı? Ya da mesela bazıları da kaybolmuş da olabilir. A bu nasıl kaybolmuş dediğiniz şeyler falan oluyor mu? Şimdi tabii orada 50 tane yazarı inceledim. O yazarların tüm kitaplarını okudum.
İşte öykülerini, onların günlüklerini işte onların mektuplarını okudum. Hayatlarına baktım. Dediğim gibi biyografilerine baktım. Bu önemli yazarların hiçbir yazar rastgele büyük yazar olmuyor. Hiçbiri. yani Çehov, öyküye başlarken o kadar bilinçli, ne yaptığını o kadar bilen , biri ki , diyor ki bir yerde mesela benim diyor yaptığım yani yazdıklarımın pek çoğu unutulabilir ama açtığım yol unutulmayacak diyor.
İnanılmaz bir şey bu. Yani 30'lu yaşlarda söylüyor. Benim edebiyat tarihinde gördüğümde büyük işler yapıp da bu yaptıklarım büyük mü diye tereddüt eden hiçbir yazar yok. Yani Dostoyevski "Suç ve Ceza"yı yazacağı gün yeni bir mektup yazıyor kardeşine. "Yeni bir kahraman buldum. Adı: Raskolnikov. Büyük bir roman olacak."
Tolstoy'un "Savaş ve Barış"a başlama günü. Şöyle büyük bir romana başlıyorum. Savaş ve barışın doğasını anlatacağım. Mesela Fernando Pessoa... yani adam silik, muhasebeci, ortalıkta gözükmeyen biri. Şu anda çok önemli bir yazar olarak görüyoruz Fernando Pessoa'yu. Günlüklerinde diyor ki işte Nietzsche gibi, ondan sonra Dostoyevski gibi bizim gibi dehalar mesela kendisini deha olarak görüyor.
Kendisinin deha olduğunu bilmeyen bir yazar yok ve yaptığı işin karşılığını kesin biliyorlar. Ne yaptıklarını biliyorlar. Yani "Suç ve Ceza"yı yazarken bunun karşılığını Dostoyevski çok iyi biliyor. Tolstoy savaş barışı yazarken biliyor. Rilke Malta evi işte notlarını yazdığında bunun neye karşılık geldiğini biliyor. Bütün bu öykücüler yazdıkları şeyin ne kadar edebiyat tarihine kalacağını biliyorlar. Mesela çok ilginç bir olay. Ben bunu Virginia Woolf'un günlüğünde okudum. Virginia Woolf kendisi yazar ama kocası yayınevi sahibi. Bir yayınevleri var. James Joyce Ulisesi basılması için Virginia Woolf'a veriyor. Hani kocası basacak. Tabii Virginia Woolf romanı okuyor.
kendisi de bilinç akışı ile yazdığı için kıskanıyor. Bunun basılmasını istemiyor. Kendisi ileride diyor ki biz diyor aynı jenerasyondaki insanlar birbirini kıskanır diyor zaten. Joyce Ulysses'ini bastırmıyor. Virginia Woolf. Katherine Mansfield yakın arkadaşı bir gün eve geliyor. Anlatıyor günlükte bunu. Virginia Woolf diyor ki ya Joyce diyor bir şey yazmış.
Bir baksana diyor Katherine Mansfield Ulysses'i alıyor bir odada yarım saat bir saat okuyor. Virginia Woolf diyor ki ben diyor Ulysses'i okudum hiçbir şey anlamadım diyor ama bu kitap edebiyat tarihine geçecek diyor. Dolayısıyla büyük yazarlar birbirlerini sevmezler zaten. Hani Dostoyevski Tolstoy'u sevmez. Virginia Woolf, Katherine Mansfield'ı sevmez. Joyce, onu sevmez vesaire.
Çünkü aynı kuşaktakiler hepsi birbirine düşman. Benim bir gözlemlerimden biri de buydu. Mesela Hemek ile Fler birbirinden nefret ediyorlar. İtiraf da edebiliyorlar bazen. Çok ilginç. Tabi. Mesela Nabokov, Faulkner için aslında "öyle biri yok" diyor. "O" diyor "sahte bir isim" diyor. "O" diyor "o karton bir isim" diyor. "Öyle biri yok" diyor.
Ha bu kadar reddediyor. Varlığını reddedecek kadar ya. Varlığını reddedecek kadar. Artık Viramov bir yerde diyor ki ya diyor biz diyor şeyi çekemiyoruz. hani kendimiz gibi deha olan insanları kaldıramıyoruz diyor. O tabii çekemiyoruz demiyor da kaldıramıyoruz diyor. Gölgelemek istiyoruz diyor. Büyük yazarların hepsi birbirlerini biliyorlar.
Büyük yazar olduklarını biliyor biliyorlar. Büyük eserler yazdıklarını ve kalıcı olduklarını kesin biliyorlar. Ve en ufak bir tereddütleri yok. Yani işte Tanpınar'ı biliyoruz günlükleri okuduğumuzda yazıklanıyor vesaire vesaire ama o da aslında diyor şey diyor romanı yazamadım istediğim romanı yazamadım diyor ve tamamlayamadım ama bir yerde de diyor ki bir gün bana dönecekler. Ama ne zaman? biz bugün döndük işte yani 100 tane hakkında kitap çıktı hepsi biliyor yani.
Büyük edebiyatçılar büyük edebiyat yaptıklarını biliyorlar. Ben hep şeyi merak ediyordum ya bunlar nasıl dayanabiliyorlar? Hani mesela Oğuz Atay Tutunamayanlar'ı yazıyor. Hani yerinden oynaması gerekiyor. Hiçbir şey olmuyor. Bu o zaman hayal kırıklığı yaşamıyor mu? yaşamıyor. Bu onun yani büyük bir kitap olduğunu Oğuz Atay biliyor.
Yani kesin biliyor ve bunu da itiraf ediyor. çok ilginç bir olay yine Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerini okurken gördüm arkadaşlar. Şöyle diyor Adalet Ağaoğlu. Tutunamayanlar romanını Oğuz Atay yazıyor ve yayıncıya veriyor. Adalet Ağaoğlu da aynı şekilde bir düğün gecesini yazıyor. Aynı romancıya veriyor. Aynı yayınevine veriyor.
ikisinin paralel bir şekilde işte modernist bir roman olduğunu, bilinç akışıyla yazıldığını, işte erken dönem cumhuriyet şeyleri eleştirisi olduğunu filan işte birçok modernist bakış açısı diyelim. İkisi de birbirinin aynı şeyleri yazdığını biliyorlar. Tutunamayanlar erken yayınlanıyor ve Adalet Ağaoğlu o hafta günlüğüne diyor ki kaybettim. "Tutunamayanlar basıldı" diyor. Çünkü kendisinin romanı genç yayınlansa yayınlandığı için Oğuz Atay'ın o ilk söyleyen olma şansını yitiriyor. Adalet Ağaoğlu Oğuz Atayla görüşüyor bir yerde. O yayınevi de bura biraz dedikodu ama Adalet Ağaoğlu'nun kitabını Oğuz Atay'a vermiş "oku" diye.
Evet hocam.
Oğuz Atay'da ve Adalet Ağaoğlu buna çok üzülüyor. Diyor ki hani benim romanım erken yayınlansaydı tutulamayanlardan daha çok ses getirecekti. Hep onun acısını yaşıyor aslında. Bunlar aynı dikkat ederseniz aynı dönemde aynı şeyleri yazıyorlar. Yani önemli isimlerin birbirleriyle hani bir ortaklık taşıması kadar normal bir şey yok.
Peki hocam onları sizce bugüne getiren şey yani büyük edebiyat, iyi edebiyat olmalarından bağımsız söylüyorum. Sonuçta bir yolla gelmesi gerekiyor ya işte akademi mi bu yoksa ne diyelim daha çok okunmaya başlanarak mı olur sizce? Nasıl yani? Yazarlar mı, okurlar mı, akademisyenler, akademisyenler mi, edebiyat tarihçileri mi? Bunu kim nasıl belirliyor bu şeyi? Şöyle mesela en son Stendhal'ı okumuştum. Mesela Stendhal çok önemli romanlar yazıyor.
Döneminde çok konuşulmuyor. Tarih veriyor. Ben diyor 1890'da keşfedileceğim diyor. 1890'da keşfediliyor arkadaşlar. İnanamazsınız. Bu kadar. O malum olmuş herhalde. Malum olmuş herhalde. Bu yazarların kalıcı olmasının arkasında bir defa ilk söyleyen oluyorlar. Bir şeyi ilk defa söylüyorlar. İkincisi çok üst bir edebiyat yapıyorlar.
Ama bütün büyük yazarların ya büyük yazarların kalıcı olmanın arkasında bence iki tane neden var benim tespitlerime göre. Bir tanesi bunların hepsinin bir teklifleri var. Bu teklif insani olabilir, ideolojik olabilir. büyük bir dava olabilir, büyük bir, olay olabilir ama insanlara bir teklifleri var.
Bir düşünce, bir fikir sahibi insanlar. Bu büyük yazarların hepsinin. İkincisi yüksek edebiyat. Yüksek edebiyatla bu teklifler aynı romanda, öyküde, şiirde birleştiği zaman o edebiyat kalıcı oluyor. Benim gördüğüm. Yani diyelim siz çok güzel bir fikri yazdınız, romanlaştırdınız, öyküleştirdiniz ama bunu yüksek edebiyatla anlatamamışsanız o kalıcı olmuyor.
Sizi o davanın sahipleri diyelim Fakir Baykurt diyelim onu bir süre taşıyor. Bekir Yıldız işte birçok kişi Ahmet Günbay Yıldız hani o davayı yapanlar taşıyor ama eğer yüksek edebiyat değilse edebiyat tarihine geçemiyor. Bu ikisini birlikte yapan edebiyatçılar kalıcı oluyor benim tespitlerime göre.
Peki şey nedir orada sizce? Yani kim onu sormak istedim aslında biraz yani yazarlığın kim tayin ediyor? Tayin eden kim? Onun cevabı da şey Rilke veriyor. Stefan Zweig. Bugün hep hikaye anlatıyorum. Stefan Zweig Rilke'ye bir mektup yazıyor. Diyor ki ya Rilke diyor sen diyor büyük bir şairsin ama Viyana çevresinde seni kimse tanımıyor ve senin diyor üstünü gömüyorlar.
Rilke, Zweig'a karşılıklı bir bunun bu soruya bir karşılık veriyor, cevap veriyor. Diyor ki, "Dostum Zweig" diyor, "Eğer siz büyük bir eser yazmışsanız, insanların kalbine seslenmişseniz, o diyor bütün barajları yıkar. O kalbe ulaşır. Er ya da geç kendini savunur." diyor. Benim gördüğüm hep eser kendisini savunuyor. Destekler vesaire bir süre devam ediyor ama eğer eser büyük değilse kalıcı olamıyor. Bence eserin niteliği onu bugünlere taşıyor.
Rilke mesela orada hiç konuşulmayan biri. Kimse ciddiye bile almıyor ama büyük edebiyat yaptığını biliyor. Biraz önce de söylediğim gibi o gününü bekliyor. Eser kendini savunuyor. Kanon bazen vesile oluyor. Mesela büyük bir eser yazmış oluyor. Ya da bazen şöyle oluyor. Edebiyatçılar tabii çok zeki adamlar sonuçta. Hani kendimi dışarıda tutarak halka yazmıyorlar bazen.
Doğrudan kanuna ve edebiyat tarihine yazıyorlar. Beni kimse okumasın diyor. Mesela Joyce'un ulusesi doğrudan edebiyat tarihine yazılmıştır. Virginia Woolf'un dalgaları doğrudan edebiyat tarihine yazılmıştır. Bunlar halka bizlere yazılmamıştır. Kendileri zaten içeride anlatıyorlar. şey diyor ki Joyce ya diyor ben diyor ulus sesin içine diyor 200 tane diyor formül koydum. Edebiyat profesörleri bunlarla uğraşıp duracak diyor.
Çok zeki çünkü. Çünkü edebiyat tarihine yazıyor. Tabii biz biraz da ironi yapıyor. İnsanlarla kafa buluyor. Ya diyorlar senin kitabın anlaşılmıyor ki ses olur mu diyor. Ben diyor her gün gittiğim diyor işte şu yemek lokantadaki garson için yazdım onu ben diyor. Tabii ki bunun öyle olmadığını kendisi de biliyor. O garson için yazmadı.
Akademisyenler için yazdı. Kanon için yazdı. Sadece kanon'un desteklediği tuhaf romanlar edebiyatta var. O ayrı bir bahis ama onu da edebiyatçılar bilerek öyle yapıyorlar. Evet. Diğer yazarların desteği de önemli bence burada.
Çünkü şey onu anlayabilecek belki orada biçimsel oyunun e deneyselliğin ya da işte o anlaşılmaz görünen şeyi anlayabilecek belki de sadece o yazarlar var. Evet, yazarlara yazıyor. Benim aklıma da bir anekdot geldi bununla ilgili. Ben de Türk Türkiye'den bir örnek vereyim. Bilge Karasu'nun şu an romanı hatırlay kitabı hatırlayamıyorum.
İlk kitabı ya ikinci kitabı yayın evine gönderiyor ve o zaman için bunlar tabii çok avangard şeyler. Şimdi için bile öyle işte "Troya’da Ölüm Vardı" mıydı kitabın ismi? yayıncı bunu çok basmak istemiyor. Yani Karasu'yu biliyor ama bu anlamıyor da çok. ama yine de diyor biz Selim'e verelim. Selim İleri'ye, bir okusun ya. Çünkü bir gariplik var bu yazar anlayabilir bunu ancak diye düşünüyor. Selim İleri veriyor. Selim İleri de diyor ki tabii ki basın. Yani bu genç bir yazar olarak öyle bir görüş bildiriyor ve bu sayede o kitap çıkmış oluyor. ben de bu konuda yazarların şeyinin olduğunu düşünüyorum. Hatta böyle bir gizli tarikat gibi yazarların çalıştığını düşünüyorum. fikirlerimiz aslında eşleşiyor o konuda. Evet. kitapla ilgili birkaç sorum daha var ama süreyi de verimli kullanmak adına bir, seyircileri de soralım, süre tanıyacağız. Öncesinde bir, sırada neler var, tezgahta neler var meşhur? Son soruyu bir sorayım. Evet. şimdi bu yazma dersleri, Türklerin hani Türk yazarlarından yola çıkmıştım. Ahmet Hamdi Tanpınar, Tomrisara.
Şu anda elimde dünya edebiyatından yazma dersleri var. Orada da 30 yazar var. çok keyifli bir kitap oldu. İşte Calvino, Umberto Eco, ondan sonra Nabokov, Hemingway, onların yazmaya ilişkin, yazarlık biyografilerine ilişkin, yazma tutumlarına ilişkin bir kitap olacak. bu kitap 30 yazardan oluşacak. Bunun 25 tanesini yazdım. 5 tane kaldı.
Ocak ayında bitecek inşallah. birinci kitabım bu "Dünya edebiyatından yazma dersleri" olacak. İkinci kitabım, "Türk Romanının Serüveni" diye bir kitap yazıyorum. Buna bir uzun süredir hani bir 78 yıldır çalışıyorum. o da bitmek üzere. Gelecek yıl, planlarım arasında bu iki kitabı bitirmek var.
Türk romanının serüvenini ve şeyi hani biraz övünmek için söylemem ama Türk romanının serüveninin çok uzamasının nedeni şuydu. bir kitabı yazarken şöyle düşünmüştüm. İşte Berna Moran'ın "Türk romanına eleştirel bakış" kitabı var. Hani el kitabımız işte Ahmet Hamdi Tanpınar'ın makaleleri var Türk romanı üzerine. İşte "19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi" var.
Daha sonraki işte Tahir Alangu'nun var, Rauf Mutluay'ın var. Bu tür edebiyat tarihleri. Ben bu beş büyük yazardan yeni ne söyleyebilirim diye düşündüm. Eğer bir yazar hakkında 10 madde yeni bir şey söyleyebilirsem bu kitaba devam edeceğim dedim. Ve benim bakış açımın hani Türk romanı üzerine Berna Moran'ın kitabının üzerinden 25-30 yıl geçti.
Yeni bir şey söylediğini düşünüyorum. Yeni bir şeyler söylediğini çünkü farklı bir bakış açısı, farklı bir zaman. Dolayısıyla bu kitabın, Türk romanının serüveninin işe yarayacak bir kılavuz kitap olabileceğini tahmin ediyorum. O yüzden de çok acele etmiyorum. Yani emin olmadıkça ilerlemiyorum. o kitapta öyle gidiyor.
Y çok güzel. Çünkü yeni sözleri de ihtiyaç duyan bir konu bence Türk romanı. çok fazla tekrar, çok fazla şey var. yeni sözlere ihtiyaç var o konuda. Bence seyircilerimizden soru varsa onları alalım. Buyurun. Mikrofon var mı? Çok teşekkür ederiz efendim. konuşmalarınızdan. Şimdi bu dil sorununu nasıl çözdünüz? Yani yazdığınız yazarlar, kitaplar hepsi Türkiye'ye, Türkçeye çevrilen yazarlar mı? Tamam. Bir ikinci bir şey söylemek isterim.
etkilenme var. Mesela Erdoğan Alkan bunları saydı döktü Fransızcadan. Ne kadar etkilenmiş böyle kitapları birebir karşılaştırarak falan. Bu konuda ne düşünürsünüz? Bir de şey dikkatimi çekti. mesela bu hani televizyonlarda konu olan yazarlarımız var.
Onlardan söz etmediniz. Sebahattin Ali çok kısa geçti. Bence Sebahattin Ali öldürülmemiş olsa herhalde Nobel'i bir 50 yıl daha önce alırdık diye düşünürüm. bu konuda ne dersiniz diye şey yapıyorum. Bir de şeyi söyleyeyim. Bu e tanıtmıştım ben "Cevdet Bey ve Oğulları"nı yazmıştım yapımla ilgili. Nobel almadan önce 96 dile çevrilmiş kitapları ve 100 tane ülkede de liste başı satıyordu.
Şey yazarımızın kitapları. Evet. Nobel alan yazarımızın bu şey özellikle etkilenme konusunu nasıl değerlendirirsiniz Erdoğan Balkan'ın? Evet çalışmasın. Şimdi önce birinci sorudan başlayayım. Şimdi bu kitabın kitaba Dünya Öykücülüğünün Serüveni...
İşte dünya romanının serüveni dediğinizde tüm dünyayı kapsayacak bir dünya romanı, dünya öyküsü diyebilmek için bütün dilleri bilmeniz gerekir. İşte Arapçasından, Farsçasından, İngilizcesinden, Fransızcasından. Bu bir insanın altından kalkabileceği bir şey değil. Ben de şöyle bir yöntem uyguladım. Türkçeye büyük oranda çevrilmiş ve dünya edebiyatında da kanonlaşmış o isimler.
Mesela Hemingway'in bütün kitapları çevrildi. Bunu seçiyordum. Faulkner hepsi çevrilmiş. Bunu seçiyordum. Dolayısıyla kitapları tamamlanmış yazarların burada olduğu buraya alındığı ve bu sorduğunuz soruyu hocam girişte de biraz bahsettim. Dedim ki o zaman bir işte Arap edebiyatı da var, Afrika edebiyatı da var, farklı değil mi? Latin Amerika edebiyatı var.
Onlar dolaşımda olmadığı için tabii ki bu dünya edebiyatını tam olarak yansıtmıyor ama en azından bir genel çerçeve olarak bir şey koyuyor ortaya. Şimdi Sabahattin Ali benim hem şeyde yazma derslerinde çok ağırlıkla incelediğim bir kişi çok değerli bir kişi hem de öykümüzün 40 kapısında incelediğim. Aynen öyle düşünüyorum. Sabahattin Ali belki hani Orhan Pamuk daha şanslıydı diye.
tabii orada bir de Yaşar Kemal vardı eğer Nobel açısından bakarsak orada hani Yaşar Kemal mi kimler alır onlar hep tartışılır. Tartışmalar da sürer. Ama ben Orhan Pamuk'un büyük bir yazar olduğunu kabul ediyorum. belki %1, %2'lik bir, %5'lik bir Nobel'in şeye baktığını ideolojik bir angajmana baktığını belki Yaşar Kemal'i çok yerli bulduğunu ben hani bunlar tartışılabilir ama bu hiçbir zaman Orhan Pamuk'un büyük yazarlığını gölgeleyecek şeyler olmadığını düşünüyorum. etki konusunda tabii ki
onların hepsini okudum ben de. Erdoğan'ın kitabında şeyi de okudum. Hatta birkaç tane Türk edebiyatının mesela Fransız etkisindeki Türk edebiyatı çalışmaları var. Doktora tezleri vesaire. Onların hepsine baktım. Erken dönemde Mehmet Rauf var, Halit Ziyalar, Ahmet Mithatlar. Bu erken dönemde bir Fransız edebiyatı gerçekten kaçınılmaz bir şekilde Türk edebiyatını kuşatmış. Buna hiç şey yok.
Yani bir itirazım yok ama daha sonra Türk edebiyatının bir yerleştiğini, teknik anlamda ve tematik anlamda bir oturmuşluk sergilediğini gördüm. ama bir edebiyatımızın da tümüyle etki altındaki bir edebiyat gibi hani batı tesirindeki Türk edebiyatı gibi hani bunun bu başlığa itiraz ediyorum. Hani Reşat Nuri'yi tabii ki biliyoruz. Ahmet Mitat'ı biliyoruz.
Bulabiliriz de yani Mehmet Rauf'u paragraf paragraf bulmuş o e kitapta. Hani paragraf paraf neredeyse elbette etkilenmişler. Çünkü dünyaya açılıyorlar. Bir Osmanlı bakiyesiler. İlk başvuracakları yer Fransa işte Batı edebiyatı. Dolayısıyla o etkiler olmuş. 1950 kuşağı da hiç varoluşçuluk yokmuş gibi davranamaz. Albet kamu, sartre yokmuş gibi davranamaz. Dünya birbiriyle etkileniyor. Etki altında kalınmış.
Ama işte bu başlık altında bir edebiyatı bizim reddetmemiz lazım. O zaman ben de derim ki Cortázar'la Gabriel García Márquez'e bakın. Binbir gece masalları ve doğu hikayelerinde büyülü gerçekçiliğin çıkış noktasının ben Doğunun Hikaye Kuramı diye bir kitap yazdım. Orada da bu insanların yani Ferîdüddîn Attâr'ı biliyor mesela. Yani Kanet tip ferudun atlardan bahsediyor.
Marc gece masallarından bahsediyor. Cortázar mesela gerçek üstücülerin büyük oranda etkilendiği bin gece masalları. Marcel Proust 7 ciltlik romanını başlangıçtan sonuna kadar ben şehrazat olmak istiyorum ve bir 1001 gece masalı yazmak istiyorum diye başlıyor. Romanı şöyle bitiyor. Son sayfaları 7 ciltlik roman. Şehrazat olamadım. bir gece masallarını buraya yansıtamadım gibi böyle serzenişlerde bulunuyor.
Bir de doğu edebiyatının etkilediği bir batı edebiyatı da var. Bunların dünya edebiyatının biraz içe geçtiğini, bizim ülkemizin de Türkiye'nin de bir kavşak noktasında bulunduğu için her iki etkinin de olduğunu zannediyorum. Benim proje değerlendirebilir. şimdi tabii çok uzak, çok uzar ama dediğim gibi tek, hani beğendiğim, yazdığım, üzerinde de yazdığım bir yazardır diyeyim kısaca.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde anlatılmak istenen nedir?
Tabii anlatayım. Şimdi tabii Saatleri Ayarlama Enstitüsü üzerine bağımsız bir kitap yazdığım için hani burada vaktimiz yetmez anlatmaya ama bir kitap yazdım. Hani bir kitaba bir kitap yazdım. Ama şunu söyleyeyim.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü yanlış işleyen bir bürokrasinin, yanlış işleyen bir bürokrasinin eleştirisi, ironik bir eleştirisi. Yani işlevsiz kurumlar var diyor. İşlevsiz insan diyor bir işlevsiz kurum icat edebilir. Bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir kurum icat edebilir. İnsanlar bunun gerekliliğine ikna edilebilir ve bunun altyapısı oluşturulur.
Buraya bir yen insan doldurulur, gerekçelendirilir. Sonunda da diyor biri gelip ya bu enstitüye ne gerek var dediğinde kapatılabilir diyor. O kadar güzel bir romandır ki biz ben Sayıştay kurumunda çalıştım diyeyim kabaca. Biz şöyle diyorduk. Bir kurum denetlediğimiz zaman diyelim belediyeyi ya bu Saatleri Ayarlama Enstitüsü diyoruz mesela.
Artık işlevsiz her kuruma o kadar güzel anlatmış ki Tanpınar yani bu kurum kapatılsa hiçbir şey olmayacak mesela değil mi? Türkiye İstatistik Enstitüsü mesela. Yani atıyorum şimdi canlı canlı yayındayız abi. Dikkat et isimler. Mesela diyorum bizim Sayıştay Sayıştay'da ben böyle bir yine bir konferans veriyorum. anlatıyorum işte işlevsiz kurumu ya diyorum bir tane Sayıştay denetçisi de çıkar ya bu Sayıştay da Saatleri Ayarlama Enstitüsü diyebilir. başkan bana dedi ki bunu başka yerde söyleme. Necip dedi.
Dolayısıyla o kadar mükemmel bir sembolik şeyi çizmiş ki Tanpınar, biz beğenmediğimiz her kuruma işte mesela Devlet Planlama Teşkilatı planlıyor. Her şeyi planlıyor ya. romanda işlevsiz kuruma o sembolü veriyoruz. Dolayısıyla roman işte bize böyle bir sembol kazandırıyor. Onun için büyük roman. Bu etki meselesini konuştuk ya.
Batının gerisinde miyiz, önünde miyiz meselesi. Mesela Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir kitap. Ben bilmiyorum dünya edebiyatında ama seneler sonra şey yazıldı. 2000'li yıllarda sanırım Tırışkadan İşler diye bir kitap yazıldı ve çok da popüler oldu. Hatta ders bazı derslerde okutuluyor. Türkiye'de de... David Graeber'in ve tamamen bunu anlatıyor. Yani onun romanda anlattığını teorileştirmiş. Tabii ki muhtemelen haberi yok Tanpınar'dan ama seneler sonra ancak orada fark edilebilmiş ve böyle bir şey yok. Bazen de önden gidiyoruz yani bu şekilde böyle olabiliyor. Başka soru var mı? iki tane soru var. Son iki soruyu alalım.
Zamanda şey olmadan ben biraz daha günümüze gelmek istiyorum. Günümüzde artık tartışılan bir anlatı krizinden bahsediliyor. işte anlatıların, hikayelerin ev romanların bir toplumsallığın sonucu olduğunu, bu toplumsallıktan uzaklaştıkça da bireyciliğin ön plana çıktıkça da anlatının bir krize girdiğini, çünkü kimsenin artık birbiriyle diyalog kurma tahammülünün olmadığı, kimsenin işte iletişim kanalının artması ama iletişimin azalmasıyla edebiyatın da paralel ilerlediği ve bir krizin hatta Keşte mıydı? anlatının ölümü şeklinde bir eseri de var sanırım. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Gerçekten anlatı bir krizde mi günümüzde? Ya da anlatının sonu geliyor mu artık?
Evet. Byung-Chul Han. O bir Anlatının Krizi'nden söz ediyordu, değil mi? Ağırlık olarak bunu anlattı. Şimdi şeyde benim bütün dünya edebiyatı araştırmalarında gördüğüm şöyle bir olay var. Herkes zamanının ruhunu anlatıyor. Yani günümüzde bir Balzac çıkamaz. Mümkün değildir. Çünkü bazın anlattığı her şeyi biz şimdi sosyal medyada görüyoruz. Haberler, haberler, haberler değil mi? Borsa şu bu hani Balzac bunları o romanda anlattı. Günümüzde bir Balzac olamaz. Yani geriye gitmiş olur edebiyat .Onu onu anlatamaz. Zamanın bir ruhunu yansıtması lazım. Şimdi bir sosyal medyayla karşı karşıyayız. İşte yapay zekayla karşı karşıyayız. Bizden önce bunlar da benzer şeyle karşılaşmışlar. İşte sinemayla karşılaştıklarında, edebiyat bir krize girmiş. Ya her şeyi anlatıyor bu. Hani biz bize ne kalacak? İşte bilgisayar çıktığında, bilgisayarla karşılaştığımızda yine bir edebiyat, fotoğraf çıktığında mesela edebiyat yine bir sarsılmış. Yeni diller geliştirmişler anlatma biçimleri. Ben bu günümüzde de sosyal medyanın işte dijital dünyanın edebiyatı kesin dönüştüreceğine inananlardan biriyim. Yani şimdi sesli hikayeler dinliyor insanlar. Öyküler dinliyorlar. Sesli romanlar... Ben ilk defa Sayıştay'da bir arkadaşım dedi ki ya "Küller ve Uçurumlar" ne kadar güzelmiş. Ben ne yaptın dedim ya. Ben dedi Sayıştay'a gelip giderken şeyden dinledim dedi. Yani işte story'den dinlemiş ya. Böyle bir şey mi var? Ben orada öğrendim. Meğerse mesela e kitap o kadar tutmamış arkadaşlar. Dünyada çok küçük bir parçayı tutmuş e kitaplar yani yüzde olarak. Ama mesela şey sesli kitap %4 %5'ler yani yükselişteymiş. Herhalde o şeyle ilgili değil mi? Hani kulak başka bir iş yapabiliyor dinleyerek. Bu uzun bir hikaye. Mesela bizim edebiyatımız bu sesli kitaba kendini hazırlamalı. Nasıl hazırlamalı? Mesela şiir, müzik var... Hani anlatmaya hani şeye değil mi? Müziğe dayalı. Ses dinlemeye dayalı değil mi? Okunmaya dayalı. Mesela öykülerin de belki okunmaya uygun bir müzikle, bir ritimle yazılması gerekecek ama bir anlatma krizinden çok bu şeylerin dönüşeceğini düşünüyorum. Hani edebiyatın modern araçlarla birlikte dönüşeceğini düşünüyorum. Şimdi bu böylesine keseyim.
Hocam ben size özel bir soru sormak istiyorum. Tabii ki. kuramcı yönünüzle öykücü yönünüzün yan yana gittiğini söylediniz konuşmanızın başında. bu ikisinin birbirinin nasıl değdiğini öğrenmek istiyorum. Yani kuramsal çalışmalarınız, düşünmeleriniz, öykücülük ve yaratıcılık dünyanızda nasıl tesir buluyor?
Teşekkür ederim, gerçekten öyle... Şimdi öykü daha çok duygularla, etkilenmelerle bir hani duygu patlamasıyla yazılıyor. Dolayısıyla siz öykü yazmak için hani ben oturayım bir öykü yazayım olmuyor. Bir anı var, bir zamanı var. bir o atmosferi yakalamanız gerekiyor. Ama inceleme araştırma yazılarında sadece malumatınız olması gerekiyor.
İnceleme, araştırma yazıları yazıyorsunuz. Ben bunları geçişlerinde hep sıkıntı yaşadım. Mesela eğer 34 tane kitabı arka arkaya inceleme, araştırma, teori kitap yazdığımda yeniden öyküye döndüğümde o dili bulamadım. Çünkü zihniniz inceleme ve araştırma şeyiyle dolu olduğu için o şeyi yakalayamıyorsunuz. Duygusal zemini, atmosferi yakalayamıyorsunuz.
Birçok notlar almıştım mesela işte bunu bir gün öyküleştiririm diye. Bana hiçbir şey söylemiyordu bu kitaplardan sonra ve çok korkuyordum ya bu inceleme araştırma kitaplarının altında pek çok öyküm kaldı diye üzülüyordum. Gerçekten de böyle oluyor. Ama bir de şu var. o öykü duyarlılığı sizden bir şey bekliyor. Hani bir zaman bekliyor kendisini ayıracağınız.
o geçişlerde sıkıntıyı yaşıyorum hani dediğiniz gibi. Ama bu kitapların da yazılması gerekiyor. Kendimi şöyle ikna ediyorum. Evet, üç tane daha kitap yazacağım. Dünya edebiyatçılarından yazma dersleri, Türk romanının serüveni ve roman nedir diye üç kitap yazacağım. Bundan sonra zihnimde bütün bu Kur'an eleştiri kitaplarını noktalayacağım ve sadece öykü yazacağım diye kendimi sürekli terapi yapıyorum. Kendimi ikna etmeye çalışıyorum.
Öyküye döneceğim. Benim asıl işim öykü olacak. Yeni eve taşındım. kitaplığımın girişine öykü odası yazdım. Kendimi bu bu buraya doğru ikna etmeye çalışıyorum. Kızım da psikiyatrist. inşallah o da bana yardımcı olacak. buraya doğru kendimi hem şey olarak fizik olarak hem de ruhen öyküye ama ne zaman büyük edebiyatçıların bir kısmına baktığımda o kadar ağırlıklı olmuş ki eleştirme inceleme yazıları onların öyküleri ve romanları gömülmüş ve hiç hatırlanmamış. En büyük korkum bu diyelim. Cevdet Kudret... birçok sayabilirim size. Hepsi eleştirmen olarak biliniyor ama öyküleri, romanları bilinmiyor. inşallah öyle olmam. çünkü öykü daha önemli. inceleme, araştırma kitaplarını herkes yazabilir diyorum ama bence herkes yazamaz. E hatta şöyle söyleyeyim aslında biraz özel oldu ama şimdi ben bu kitapları yazarken dünya romanının serüvenine bakarken bu roman hakkında kim ne demiş diye araştırıyordum.
İşte herkes bir şey söylemiş. Bir bakıyordum diyelim Michel Butor, diyelim Orhan Pamuk, diyelim Bilge Karasu. Yani kendileri de romancı olan insanlar bu kuram ve teori üzerine en iyi cümleleri kuran kişiler. Mesela öykü hakkında en doğru şeyleri ve kalıcı şeyleri Tomris Uyar söylemiş.
Yani dolayısıyla bu işi yapan kişilerin, mutfaktan kişilerin diğer eleştirmenlerden farklı olarak bu işin sorunlarına çok hakim oldukları için en iyisi en iyisini de bunlar yazmış. Arkadaşlar şeyi okuyordum ben. Émile Zola'yı büyük romancı. Biraz da eleştirmek istiyordum. İşte şeyi Orhan Pamuk'un bir paragrafını gördüm. Orhan Pamuk diyor ki mesela diyor Flaubert'i şey diyor Émile Zola'yı okursunuz sizi diyor Émile Zola götürür bir apartmana diyor der ki işte apartman beş katlıdır. Evet.
On şurada kapısı vardır. Şuradan girilir. İşte şurada bir akşam bir aydınlık olur. Arkasından güneş doğar. bütün gerçekliğiyle size çizer diyor. Ama diyor bir modernisti okuduğunuz zaman, Ulisesi okuduğunuz zaman diyor o diyor Joyce sizi alır o apartmana çarpar diyor ya bundan iyi bu bilinç akışıyla gerçekçiliğin ayrımını ortaya koyan başka bir tanım bulamadım.
Dolayısıyla işin içinde olan yazarlar yani mutfaktan yazarlar yani Tanpınar yani ya okuyorum okuyorum Reşat Nuri ile ilgili birçok kitap var biyografi, doktora çalışması. Tanpınar bir tane cümle söylüyor. Diyor ki Reşat Nuri bizim edebiyatımızda şefkat ürpermesidir. A çok bunu bilmiyordum. Çok güzel bir ifadeymiş.
Yani benim bütün Reşat Nuri okumalarımı tek bir cümleyle söylüyor. Bunu yine bugün çok eleştirmenlere saldırıyorum ama bunu ancak Tanpınar söyleyebilir. Ancak bir romancı söyleyebilir ve bunun size sayısız örneğini verebilirim. Bu da gazeteye manşet olabilir abi. Elindeyiz olabilir. Evet. Yani şey okuyorsun Tom Suyarı anlatıyor anlatıyor.
Ya bu nedir diye düşündü düşündüğünüzde aydınlanma anı diye bir yazı yazıyor Tomris uyar. Siz 1960'ta Yeni dergide yazdığı bir yazı bir okuyorsunuz sizin 10 sayfa yazdığınız Epifaniy'yi anlatıyor aydınlanma anını. Dolayısıyla mutfaktan yazarlar, mutfaktan yazarlar gerçekten hani yine kendimi dışarıda tutarak söylüyorum.
Bu kurmacayı gerçekten biliyorlar ve söyledikleri her şey de dört dörtlük. Zaten bunlar bu eleştirmenler dediği eleştirmenler bu yazarlardan yola çıkarak şey üretiyorlar. hani model olan bir büyük edebiyat yapılıyor. Eleştirmen de bu büyük edebiyat üzerinden teoriler üretiyor. Evet, süremizi açtık. çok kritik bir soru varsa alabiliriz ama , tamam. Son bir soru daha olsun o zaman ama son olsun.
Merhabalar. Merhabalar. eleştiri kitabı yazmışsınız. Eleştiri kitaplarınızı şöyle bir karıştırın. Ben özür dileyerek sizi ilk defa gördüm. ilk defa bu kitabı ve sizi tanıdım. Merhabalar. Ve şimdiye kadar baktığımda eleştirilerinizin, yazılarınızın bazılarının da objektif olmadığını, kendi yorumunuzun kattığınızı gördüm.
Biraz önce de öykücü öykücülüğünüzden bahsettiniz. Öykücülüğünden biraz daha geç biyografinize baktığımda deneme de yazdığınızı gördüm. Fakat denemeyi biraz es geçtiğinizi gördüm. deneme üzerinde yani bu kadar çok realist kitapları eleştirmekten öykücülük gibi çok hayal dünyasına keskin bir geçiş olmayabilir ama arada olan deneme hakkında ne düşünüyorsunuz? Bence o klasiklerde yazmış olduğunuz eleştirileri, denemelerde biraz daha yumuşak geçişle ökinize geç sürdürebileceğinize inanıyorum. Deneme konusunda ne düşünüyorsunuz? Bunu öğrenmek istiyor.
Evet.
Şimdi, bunun bir övünme vesilesi olması beni hep şaşırtır. Ama ben, hani bu objektiflik yani nesnellik, ideolojik yargılardan uzak estetiğin ön plana çıkarıldığı, çıkardığı bir edebiyat anlayışını savundum yıllardır. dolayısıyla bu hani benim biraz şeyim gibi oldu. Hani simge üzerinden. , pek çok yazar da bunu bilir.
Benim edebiyata tabii ki bir dünya görüşü, bir hayat algısı elbette var. , mesela günümüz öyküsüne bakın. , mesela Türk romanının serüvenine bakın. , benim bir yazara işte Sabahattin Ali diye olumsuz bakmam. başımınız üstünde yeri vardır ve onunla ilgili defalarca Razı yazdım. Nazım Hikmet'te vesaire. Hani ben bunu reddediyorum. olaya böyle bakmam. iki deneme çok önemli. Deneme hakkında bağımsız yazılarım var. Yani denemenin Türkiye'de ihmal edildiğini düşünüyorum. işte Enis Batur yani bana göre Türkiye'nin en büyük denemecilerinden biri. Nermi Uygur keza öyle. denemeyi önemsiyorum ve benim ilk kitaplarımdan biri de Hayat ve Öykü ve bir deneme kitabıdır. dolayısıyla denemenin önemini biliyorum ve seviyorum. Ama öyküye geçiş için duygularınıza da katılıyorum. umarım öyküye yeniden dönerim ama şu elimdeki kitaplar bitsin mutlaka öyküye döneceğim. Evet çok teşekkür ederiz. bir imza faslımız olacak şeyden bittikten sonra. İyi akşamlar. Teşekkür ederim. Çok sağ olun.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder