Prof. Dr. Mehmet Genç: Hayatı ve İlim Yolculuğu
''Osmanlıların Batı'daki gelişmeleri çok iyi bildiklerini, fakat benimsemediklerini anladım. İslami hayatın gereği olan eşitliği sürdürmek için benimsemediler. Kimsenin aç ve fakir kalmaması için, kurdukları düzeni devam ettirmek istediler.'' Ömrünün büyük bir kısmını Osmanlı arşivlerinde geçiren, Türkiye’nin en önemli Osmanlı iktisat tarihçilerinden mütefekkir Mehmet Genç, 51 yıldır Osmanlı’yı araştırıyor. Gençliğinden beri medeniyetimizin karşılaştıgı büyük değişim üzerine kafa yoran ve Türkiye’de en büyük sorununun elitin kifayetsizligi olduguna dikkat çeken Mehmet Genç ile konuştuk.
Mehmet Genç Türkiye’nin önemli Osmanlı iktisat tarihçilerinden biri. O sadece tarih değil, matematik, tiyatro, müzik, felsefe ve edebiyat konusunda da derin bilgi birikimine sahip bir ilim insanı. Onu belki de diğer mütefekkirlerden ayıran en önemli özelliği, yüzünde her daim canlı duran gülümsemesi, muzip tavırları, üstün zekâsı ve nezaketi. Onda diğer ilim insanlarında az rastlanır bir tevazu var. Bütün unvanları reddedişi de bundan.
"Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi" adlı dev eserin müellifi Mehmet Genç, ilim yapmayı bulmaca çözmeye benzetiyor. 80 yaşına rağmen ilimle ilgili konuşurken, çocuk gibi gözlerinin içi parlıyor. İşte bu röportaj, muzip, nezaketli, tevazu sahibi, Türkiye’nin yaşayan en önemli Osmanlı iktisat tarihçilerinden Mehmet Genç’in onu ilim insanı yapan yaşam serüveninden başlayarak, kültüre ve bilime dair yaptığı tespitlere yer veriyor.
1934 yılında Artvin’de dünyaya gelen, muhafazakâr bir ailede büyüyen ve çocukluğunda yazın çıplak ayakla gezen Genç, kendisinin ileride ilim insanı olacağını düşünür müydü? Kayıtsız bir ifadeyle ilim insanı olacağını düşünmediğini, ilkokul dördüncü sınıftan itibaren matematikçi olmak istediğini anlatıyor. “Matematik problemleri bana bilmece gibi görünüyor ve onları çözmek bana büyük haz veriyordu. Zor bir problemi çözmek en büyük haz demekti. Onun için matematikçi olmak istiyordum. Matematik eğitimini ancak üniversitede alabileceğimi, oraya ulaşabilmek için ortaokul ve liseyi okumam gerektiğini düşündükçe üzülüyordum; çünkü hiç hoşlanmadığım bir yığın ezber dersleri geçmem gerekecekti.”
Nihal Atsız potansiyelimi ortaya çıkardı
Ortaokulu okuduktan sonra maddi imkânsızlıklar nedeniyle liseye ara vermek zorunda kalan Genç, burslu yatılı okul sınavını kazanarak bir anlamda kaderine yön verir. Artvin’in bir köyünden İstanbul’a liseyi okumak için gelir ve Haydarpaşa Lisesi hayatının dönüm noktası olur. O, muhafazakâr bir ailede büyümesine rağmen girdiği yeni ortam ve tanıştığı yeni insanlar, geleceğine yön vermek adına öncülük eder. Nihal Atsız da onlardan biridir. Onun millî tarihle ilgili verdiği bilgilerin kendisi için önemli olduğunu ifade eden tarihçi, Atsız’ın hayatındaki yerini şu cümlelerle anlatıyor: “Nihal Atsız’dan millî tarihimizin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Tarihle ilgili verdiği bilgiler benim beklentilerime çok uyuyordu. Atsız, bende açılmayı bekleyen potansiyeli harekete geçirdi.
Bizim muhafazakâr hayatımızda milliyetçilik çok önemli bir yer tutar. Nihal Atsız benim tanıştığım dönemde yani 1950’lerde Müslüman değildi. Fakat İslam’a çok saygılı bir insandı. Bunu milliyetçilikle temellendiriyordu. Türk tarihini çok iyi biliyordu. Türklerin İslam sayesinde çok büyük şeyler yaptığının bilincindeydi ve onun için büyük saygı duyuyordu. Çok zarif bir insandı. Öğretiyordu, fakat öğretirken incitmemeye dikkat ediyordu. Matematiği sevmeme rağmen milliyetçiliğin de ciddi düşünülecek bir alan olarak karşıma çıkması beni sosyal bilimlere yönlendirdi. Nihal Atsız’ın bunda büyük payı oldu.”
Okuldayken en yakın dostum Sezai Karakoç’tu
Mehmet Genç’in, liseden sonra hayatında önemli bir durak olan üniversite yaşamı da bir hayli ilginç geçer. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken fakültedeki arkadaşları Sezai Karakoç, Mehmed Sevket Eygi, Ergin Günçe, Mete Tunçay, Taner Timur ve Cemal Süreya idi. O, birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip bu isimlerle arkadaşlık kurmanın aslında ne kadar normal bir şey olduğunu söyle anlatıyor: “Ben milliyetçi ve dindar bir görüşe sahiptim. Sezai (Karakoç) ve Şevket Eygi Müslüman idiler. Mete Tunçay ve Taner Timur Kemalist idiler. Ergin Günçe Marksistti. Erken yaşta vefat etti. Komünist, Marksist, sosyalist arkadaşlarımız vardı. Her tipte insan vardı. Hepimiz çok okuyorduk. Yoğun tartışmalarımız olurdu ama birbirimizi incitmezdik. Kavga etmek aklımıza bile gelmezdi. Aile fertleri gibiydik. Hiçbir arkadaşıma kızdığımı hatırlamıyorum.”
Edebiyatı tüberküloz sayesinde tanıdım
Mehmet Genç Mülkiye’de okuduğu yıllarda, halk arasında ince hastalık olarak bilinen tüberküloza yakalanır ve okula bir yıl ara vermek zorunda kalır. Bu süreç, hayatının en verimli dönemi olacaktır. Yakalandığı tüberküloz hastalığı sayesinde ilim insanı olmaya karar verme öyküsünü anlatırken ağzından su cümleler dökülüyor: “Tüberküloz olduğumu tesadüfen öğrendim. Tüberküloz o yıllarda idam hükmünde olan bir hastalıktı. Doktorum çok heyecanlanmıştı. Genç bir adamın idam hükmünü, müthiş heyecanlanarak veriyordu. Onun heyecanlanması beni çok etkiledi. İlim denen şeyin enteresan, ölümü de yenebilecek bir şey olduğunu düşündüm. Kendi derdimi bir kenara bıraktım ve ilim yapmaya karar verdim.”
Rahatsızlığından önce matematik ve felsefeyle ilgilenirken, tüberküloza yakalanmasıyla birlikte okuduğu kitaplar da değişir. Tedavisi için günde yirmi iki saat sırt üstü yatmak zorunda kalır ve masa başında okuduğu felsefe kitapları yerine edebiyat okumaya başlar: “Liseden itibaren önce matematik, sonra felsefeyle ilgilendim. Edebiyata kapalıydım. Müzikle de ilgilenmezdim. Batı müziğini hiç sevmiyordum. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti harika bir insandı. Bana Dostoyevski’nin kitaplarını getirirdi. Edebiyatı tanıdım ve edebiyat hiç fena değilmiş dedim. Ardından Shakespeare, Goethe, Kafka, Unamuno, Gogol, Çehov gibi bütün büyük edebiyatçıları okudum. Bu benim için çok önemli, yepyeni bir dünya idi.”
İnancımı sorguladığım zamanlar oldu
İktisada yönelmeden önce Nietzsche ve özellikle Schopenhauer gibi felsefecileri okuyan Genç, felsefeyle birlikte hayatı ve inancını sorgulamaya baslar. Fakat sorularının cevabını Kur’an’da bulur: “İslam’ın bize öğrettiklerinin hakikat olup olmadığını merak ediyordum. Okulun mescidinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an tefsirinin ciltleri vardı. Bir gün ikindi namazını kılarken kafamda, ‘Allah gerçekten var mıdır? Peygamber hak mıdır?’ soruları dönüp duruyordu. Namazdan sonra bitkin halde seccadeye çöktüm. Ümitsiz halde yanı başımdaki tefsir ciltlerinden birini aldım ve rastgele açıp parmağımı bir ayete koydum. Ayet mealen şöyleydi: ‘İnancınızdan şüpheniz olsa bile ibadeti bırakmayın. Ona devam edin. İnancınızı o düzeltir.’ O günden sonra bir daha inancımı sorgulamadım.”
İnancını sorgulamaz ama medeniyetimizdeki değişim üzerine kafa yormaya devam eder. Karadeniz’in bir köyünden İstanbul’a geldiğinde, İslam medeniyetinin Batı medeniyeti karsısında gerilediğini, yenildiğini ve başka bir medeniyete geçmekte olduğunu bizzat yaşayarak görür. Nasıl bu hale gelindiği üzerine düşünmeye baslar. İlk çalışmasını medeniyet değişiminin iktisadi yönü üzerine yaparak kültürel değişimin köklerine dair bilimsel bir yolculuğa çıkmış olur.
Osmanlı, Avrupa’daki gelişmelerin farkındaydı
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın asistanı olarak akademik hayatına başlayan Genç, “Batı Dünyasındaki Sanayi Devriminin Osmanlı Sanayine Etkisi” adlı doktora tezini hazırlamak üzere 1966 yılında araştırmalarını derinleştirmek için Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde çalışmaya başlar. 51 yıl boyunca Osmanlı arşivlerini bıkmadan usanmadan inceler ve Osmanlı ile ilgili söylenenlerin hemen hiçbirinin doğru olmadığını bizzat müşahade eder. İşte Genç’in arşiv ile ilgili söyledikleri: “Arşivleri inceledikten sonra Osmanlılar hakkında ortada uçuşan bilgilerin pek gerçeğe tekabül etmediğini, ‘Osmanlının Avrupa’daki gelişmelerden haberi yoktu’ iddiasının doğru olmadığını gördüm. Okurken bile çok zor anlaşılan o sofistike metinleri yazanlar acaba kaç müsvedde yaptılar diye merak ettim ve arşivden müsveddelerini bulduğum zaman özellikle inceledim. Bir tek yanlış görmedim. Müsvedde üzerindeki düzeltmeler sadece fikir üzerine yapılmıştı. Dil ve gramatik bakımından müsveddeler de kusursuzdu. Demek ki Osmanlı bürokratları çok iyi yetişiyorlardı. Avrupa’daki gelişmelerin farkında oldukları bizzat kendi ifadelerinden açıkça anlaşılıyordu.
‘Avrupalılar iktisadi başarılarını kazanmak için birtakım politikalar uyguladılar. Bunları Osmanlılar bilmiyorlar, yüzden biz geri kaldık’ diye düşünülüyordu. Arşivleri inceledikten sonra bunları çok iyi bildiklerini, fakat benimsemediklerini anladım. İslami hayatın gereği olan eşitliği sürdürmek için benimsemediler. Kimsenin aç ve fakir kalmaması için, kurdukları düzeni devam ettirmek istediler. Bunları bilerek yaptıkları, bürokrasinin bize bıraktıkları belgelerden açıkça anlaşılıyor; kitabımda bunları anlattım.”
Kültürün iki unsuru: Dil ve ilim
Medeniyet ve kültür üzerine de kafa yoran mütefekkir, kültürün iki önemli vasfının süreklilik ve değişim olduğunu vurguluyor: “Değişmeyen kültür ölü demektir; tümüyle değişen kültür ise zaten yoktur. Bu ikisinin bir denge içinde sürdürülmesi gerekir. Kültürün iki önemli unsuru dil ve ilimdir. Sürekliliği sağlayan en önemli istikrar unsuru dildir. Dil de değişir, ama az değişir. İlim ise değişimi temsil eder. Ama onun da bütünü değişmez, gelenek esastır ilimde. Bugün hem dilde hem de ilimde ciddi, hayati problemlerimiz vardır. Dilde başardığımız tahribat çok vahimdir ve telafisi hiç de kolay değildir! Milliyetçilik ruhuyla hepimiz ‘öz Türkçe konuşalım, Arapça ve Farsça kelimeleri atalım’ diyorduk. Bir yıl Fransızca çalıştım. Okuduğumu doğru anladığımı test etmek için tercüme de yaptım. Bir felsefe kitabından birkaç sayfa çeviri yaptıktan sonra öz Türkçeye kesin olarak veda ettim. Nüansların hiçbirini yeni Türkçe kelimelerle ifade edemiyordum. Sebeb-i vedam budur.
Batı medeniyetinin getirdiği değişim giderek hızlanıyor. Bunları takip etmek için biz öz Türkçe ile yeni kavramlar üreterek uyum sağlayacağımızı zannettik. Vahim bir yanlış yaptık. Mevcut kavramları öz Türkçeleştirince onları tanıyamaz olduk. İnsan kavramlarla düşünür. O kavramların isimleri olan kelimelerle birlikte oluşması uzun zamana yayılır. Nurullah Ataç’ın yaptığı gibi, bir gecede ortaya çıkan kavramlarla düşünmenin imkânı yok.”
Batı medeniyeti dünyayı istila ediyor
Kültürümüzün önemli bir buhrandan geçtiğini, dil ve dinin kültürümüz için çok önemli bir yere sahip olduğunu anlatan Genç, en temelde korumamız gereken şeyin dil ve din olduğunun altını çiziyor. “İşimiz zor” diyerek önemli tespitler yapıyor: “İslam medeniyeti insanlığın en parlak medeniyetlerinden biri. O medeniyeti Müslümanlar hicri 2. ve 6. asır arasında inşa ettiler. İslam medeniyeti muazzam bir kültürel Rönesans ortaya koydu. Bal yapan arı gibi Hint, Çin, Yunan, Mısır gibi köklü medeniyetlerde bulduğu değerli unsurları imtisas etmekte tereddüt etmedi ve bu sayede yeni bir medeniyet ortaya koydu.
Biz şimdi yangın yerinde gibiyiz. Batı medeniyeti bütün dünyaya yayılıyor. İşimiz çok zor. Sadece Türkiye değil, bütün İslam dünyasının işi çok zor ve bu ciddi buhranın sanki hiç farkında değilmiş gibi yasamaya devam ediyor. Sadece Türkiye mücadele ediyor.”
Batı’nın ilmi, tek başına ferdin yaptığı bir ilim değildir
Genç, Türkiye’de en büyük sorunun elitin kifayetsizliği ve azlığı olduğunu söylüyor. Bunu değiştirmek için asgari de olsa zaruri olanları yapmadığımıza dikkat çekiyor ve ekliyor: “İnsanın potansiyeli bakımından Afrika’daki zenciyle New York’taki beyaz adam arasında bir fark yok. Kültürel ve yetişme farkları var. Bunların hepsinde yüzde bir civarında zeki insan bulunur. Yüz zeki insanda da bir üstün zekalı oluyor. Gençlerimizi Batı’ya gönderiyoruz. Onların içinden üstün zekâlıları pek geri alamıyoruz. Bizim bunu fark edip önlem almamız gerekiyor. Devletin yetkilileri de bu milletin geleceği ile ilgili hayati kararları almakta pek acele etmiyor ve bu konuda fazla kafa yormuyorlar.
200 üniversite var. Bunlarda Batı’nın ilmini öğreniyor ve öğretiyoruz. Ama üniversitelerden ayrı olarak bizzat ilim yapmak üzere oluşturulmuş kurumlarımız maalesef mevcut değil. İlmi, fert olarak yapan insanlar var. Fakat Batı’nın ilmi, ferdin yaptığı bir ilim değildir. Batı’dan gelen ilimlerin hepsi bir grup çalışmasının eseridir. Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’ni tek başına yapmış olabilir mi? Bir grup insan bir araya geliyor ve bu işi yapıyorlar. Tek başına ilim yapılmaz.”
Batı’dan gelen muazzam fırtına
Yok olmaya başlayan medeniyetimizi yeniden kurmak için ne yapmalıyız? Genç, bu soruya en temelde irademizin olması gerektiği sözleriyle cevap veriyor. Kültürü yeniden ihya etme irademizin olması gerektiğini vurgularken “Eski Yunan medeniyeti harika bir medeniyetti. Müslümanlar da bunu takdir ettiler ve Yunanlılardan çok şey öğrendiler ve öğrendiklerini daha ileri bir aşamaya taşımayı başardılar. Müslümanların bıraktığı yerden de Batılılar aldılar ve bilim alanında yepyeni bir aşamaya getiren bir devrim yarattılar. Biz bunları reddederek yaşayamayız. Bunları veri kabul edip irademizi ortaya koymalıyız. İslâmofobi, tsunami gibi Batı’dan muazzam bir fırtınayla geliyor. İşimiz çok zor.” diyerek Müslümanların Batı karşısında karşılaştıkları tehlikeye işaret ediyor.
Mehmet Genç, ilerleyen yaşına rağmen, ders verdiği üniversitede, tavana kadar kitap dolu küçük odasında, ilmi araştırmalarına devam ediyor ve kültürümüz üzerine kafa yoruyor. Genç, yaptığı tespitler ve kültürümüze dair düşünceleriyle bir türlü içinden çıkamadığımız medeniyet buhranını ancak onun gibi mütefekkir ve münevverler ile aşabileceğimizi bize gösteriyor. Onlar var oldukça ümit de var…
KAYNAK:
“Mehmet Genç ile Medeniyet ve İlim Üzerine”, Kitabın Ortası dergisi, sayı 5.
http://www.dunyabizim.com/soylesi/28074/mehmet-genc-ile-hayatini-ve-ilim-yolculugunu-konustuk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder