PROF. DR. FUAT SEZGİN:
ÖĞRENCİLERLE SÖYLEŞİ ve KONFERANS
Merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızın Süleyman Demirel Üniversitesi'nde vereceği bir konferans öncesinde akademisyenler, idareciler ve öğrencilerle gerçekleştirmiş olduğu söyleşiyi ve ilgili konferansı (video) istifadenize sunuyorum. Değerli hocamızın vermiş olduğu emeklerin kıymetinin bilinmesi dileklerimle... Muhammet Negiz
KONFERANS
SÖYLEŞİ:
Merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızın Süleyman Demirel Üniversitesi'nde vereceği bir konferans öncesinde akademisyenler, idareciler ve öğrencilerle gerçekleştirmiş olduğu söyleşiyi ve ilgili konferansı (video) istifadenize sunuyorum. Değerli hocamızın vermiş olduğu emeklerin kıymetinin bilinmesi dileklerimle... Muhammet Negiz
KONFERANS
KONFERANS
Prof. Dr. Fuat Sezgin: Kısa süre önce Erzurum’da bana fahri doktora unvanı verdiler, çok insan geldi. Üniversitelerden gelen bazı meslektaşlar da vardı. Onlarla sohbet yaptık, çok sempatikti. Aynı şekilde burada canlandırmak istiyorum, sizinle konuşacağım bugün, konuşmak da istiyorum. Bir şey bildiğime de inanıyorum, inanın saklamıyorum, inanın. Bir şeyler öğrendim, biraz da kendi milletime ulaştırmak istiyorum, hanımlara, beylere. Böyle bir sohbet ortamı hazırlanmasını istedim. Şimdi ne anlatayım, ne anlatayım. Yarın için size bir konferans hazırladım. Konferansımın Adı: Amerika’nın Keşfinde Müslümanlar[2]. Konferansta size ciddi şeyler söyleyeceğime inanıyorum. İyi bir sedanın kalacağına inanıyorum. Erzurum’da hayatımın nasıl geçtiğini öğrenmek istediler. Ben hiç hayatımdan bahsetmemiştim, ama orada bahsettim. Fazla samimi konuşmuşum, dostlarım orada olduğuna sevindiklerini söylediler. Burada kendimden bahsetmeyeceğim, onun yerine size başka bir şey teklif edeceğim. Benim bütün hayatımın 64 yılını dolduran, gecesini gündüzünü dolduran bir kitap var. Bu kitabı nasıl oluşturduğumu size anlatacağım.
Oradaki başarılarımın bilimler tarihine ne getirdiğini anlatacağım. Kabul ediyor musunuz bunu?
Oradaki başarılarımın bilimler tarihine ne getirdiğini anlatacağım. Kabul ediyor musunuz bunu?
Vali Vahdettin Özkan:
Memnuniyetle.
(Dinleyicilerden) evet sesleri, alkışlar...
Medreseyi bitirdikten sonra -mühim
değil nerede bitirdiğim- babam öldü. Üniversiteye girdim, babam öldü. Bir
sene tahsilimi dondurmak zorunda kaldım. Babamın ölümünün bir neticesi vardı.
Ben evde kaldım o zaman. Babamın Arapça kitapları vardı. Orada mistik bir
havaya girmiştim ben, dünyayı terk etmişçesine. Aşağı Yukarı orada sadece
babamdan kalan kitaplardan kendi başıma Arapça öğrenmeye başladım. Arapça
öğreniyordum, Kur’an’ın tefsirini baştan aşağı okudum ve ben şu karara vardım:
İslami bilimlerle meşgul olayım. İslami bilimler demeyelim, öyle bir mefhum da
yoktu o zaman bende. Arapça öğreneyim falan dedim.
Sonra İslami bilimlerin okunduğu
bir enstitüye gönderdiler beni. Baktım orada büyük bir Alman âlimi vardı: Hellmut
Ritter[3].
Dolu bir adamdı. Gittim oraya, seminerini dinledim, hayran kaldım adama. Nasip
böyleymiş. Karar verdim, seminer bitmeden çıktım gittim, (İst. Üniv.) Edebiyat
Fakültesi’ne, orası da kapanmıştı. Öbür gün gittim, ben dedim; Edebiyat
Fakültesi’nde okumak istiyorum. H. Ritter’in talebesi olmak istiyorum,
dedim. Mistik bir hava vardı, o hava beni oraya sevk ediyordu. Arapça
öğreneceksin, İslami bilimler öğreneceksin falan. Oraya beni kayıt
etmek istemiyorlardı.
Kuvvetli ve sert bir şekilde “hayır
beni alacaksınız” falan, dedim, bağırdım mı bilmiyorum. Baktılar benden
kurtulamayacaklar, dekana gönderdiler. Dekan da yüzü gülmez bir adamdı, benim
söylediğimi bir anda anlayamadı. Fakat şans olarak, birisi kapıyı çaldı.
İçeriyi giren kimdi? H. Ritter.
Dekan: Hocam tam zamanında
geldin, burada birisi sizin talebeniz olmak istiyor. Ben kurtulamadım kendisinden
siz konuşun, dedi.
Fuat Sezgin:
(Dinleyicilere) Duyuyor musunuz beni?
Dinleyiciler: Evet.
Ritter: Otur bakayım,
dedi.
Fuat Sezgin: İslami
bilimler okumak ve Arapça öğrenmek istiyorum.
Ritter: Babanız milyoner
mi?
Fuat Sezgin: Ben dedim ki,
babam öldü! Ben fakir bir ailenin çocuğum.
Ritter: Olmaz! Bu milyoner
işi, dedi.
Fuat Sezgin: Ben dedim,
hayır. Ben fakir insanım ama bu ilimlerin içine gireceğim. Baktı benden
kurtulamıyor, ısrarlı inancım hoşuna gitmiş olmalı.
Ritter: (Dekana) Alın bu
çocuğu bana kayıt edin, dedi.
Fuat Sezgin: O işi
atlattık. Çok zor bir adammış dersleri falan. Çok şey istiyormuş, herkes
talebelikleri dolmadan kaçıyorlarmış. Hoca düşünüyormuş ben de kaçarım diye.
Fakat ben kaçmıyorum. Zamanla bana sordu, baktı. Siz çalışmak
istiyorsunuz, dedi, ama bu zor bir şey. Bir Fransızca
öğrenmişsiniz bu yetmez dedi.
Şansıma o zaman Fransızcayı
öğrenmiştim. Zaten çok iyi öğrenmiştim.
Ritter: Olmaz, dedi. Üç
dört dil öğreneceksiniz bir senede falan.
Fuat Sezgin: Öğrenirim,
dedim.
Talebelerinizden çok şey isteyeceksiniz.
O da istedi benden, mütemadiyen istiyordu. Ben de kaçmadım, o sayede birinci
sınıfta dört dil öğreniyordum: Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca. Fakat o
zaman Arapçam iyi gitmiyordu, galiba Arapçam hocanın hoşuna gitmiyordu. O zaman
1943 yılıydı, Almanlar Bulgaristan’a kadar gelmişlerdi. Bizim hükümetler
korkmaya başladı, Türkiye’ye hücum edecekler falan diye. Nisan ayında
üniversiteyi tatil ettiler.
Ritter: Vaktiniz var, 6 ay
Arapça öğreneceksiniz, dedi.
Fuat Sezgin: Ben de
öğreneceğim, dedim.
Gittim 6 ay. Ben eve kapandım.
Evim camiye yakın bir yerdeydi, Valide Camii.
Fuat Sezgin: Engin Bey
nerede?
Camiye girerdim, namaz kılardım.
Sünnet falan kılmazdım, vakit kaybı olmasın diye. Adamlar hoş görürlerdi, namaz
kılmıyor, farz kılıyor diye. Neyse 6 ay böyle geçti. Babamın Arapça otuz
ciltlik Kur’an tefsiri vardı: Taberî Tefsiri. Onu aldım, okumaya başladım.
Anlamıyordum. Türkçe tercümeler vardı, Elmalının bir kitabı vardı, 6-7 ciltlik
falan. Baktım yavaş yavaş ilerliyorum, altı ayda 30 cildi bitirdim. Sonra
baktım aşağı yukarı Arapçayı Türkçe gibi anlıyordum. Bu büyük bir saadetti.
Ekim ayında üniversiteye gittim.
Benim Hocam, çok meşhurdu.
Seminerleri vardı. Alman profesörler de gelirdi, Yahudiler de vardı. Hürmet
ederlerdi hocama. O, beni göstermek istedi onlara. Gazzali’nin “İhya-u
Ulumi’d-din” kitabını koydu önüme, öğrenmiş mi falan diye. Ben gazete
okur gibi okudum. O kadar öğrenmiştim çok şükür. Belki hayatımda hocayı o kadar
mesut görmemiştim. Talebesinin başarısı onu çok sevindirdi.
Ritter: (Öbür Alman Yahudi
profesörlere) Ben hayatımda bir dili bu kadar kısa sürede öğrenen insana
rastlamadım, dedi.
Onlar gittikten sonra, bana.
Ritter: Öbür dilleri de bu
süratle öğreneceksin, dedi.
Neyse bu benim şansımdı,
sıkıştırıyordu beni.
Ritter: (Bir gün sordu
bana) Kaç saat çalışıyorsun? dedi.
Fuat Sezgin: Ben de, 13-14
saat, dedim.
Ritter: Böyle bilim adamı
olamazsınız, dedi. Eğer bilim adamı olmak istiyorsanız ona birkaç saat daha
eklemeniz lazım. Benim hocam, Carl Brockkelmann, 24 saat çalışırdı günde. Daha
fazla zaman olsaydı, gün daha uzun olsaydı, daha uzun çalışırdı dedi.
Ben de ondan sonra 17 saate
çıkardım çalışmamı. Bu, 70 yaşıma kadar böyle devam etti. Ondan sonra
kısalttım. Şimdi tembel bir insan oldum. Hiçbir şey yapmıyorum! 17 saat yok.
Burada fazla zaman kaybetmeyelim.
Hocanın başarılı bir talebesi
olduğumdan memnundum, özel ilgi ve zaman istiyordu, ben onu pek sıkıntıya
sokmuyordum.
Brockkelmann, diye bir âlim
vardı. Hocamın da hocasıydı. Hoca, Arap Dili-Edebiyatı Tarihi ile ilgili 5
ciltlik bir eser yazmıştı. Bu kitabın meziyeti şudur: Falan âlimden bahseder;
mesela İbn-i Sina’dan, Gazzali’den. Onun falan kitabı var. O insanların yazma
eserleri falan falan kütüphanede vardır. Öyle, (kitabın) meziyeti o.
Şunu da söyleyeyim. Arapça
yazmalarının dünyadaki 3’te birinden fazlası Türkiye’dedir. Brockkelmann,
Türkiye’ye 40 gün için gelmişti. Fazla kaydedememişti onları. Şartlardan mı
neydi?
Fakat Ritter diyordu ki bana “artık
zaman geldi, birinin tamamlaması lazım bu kitapları.”
Bana baktı, benden bekliyor,
yaparım falan dememi. Sonra ayrıldı. Ben başladım hazırlık yapmaya, acemice
falan ama gittikçe işin içine girmiştim, ilerliyordu işler. O (H. Ritter),
dünyanın en büyük âlimi, en büyüklerinden, tam 32 dil biliyordu. Düşünün.
Arapçayı bilmiyor diye Edebiyat Fakültesi mukaveleyi imzalamadı, Arapçayı
biliyordu, fakat yazması zayıftı. Konuşması çok iyi değildi fakat her şeyi çok
iyi anlatabiliyordu, sadece lehçesi biraz zayıftı. Böyle bir adamı Arapçası yok
diye bizim İstanbul’da Edebiyattakiler almadı. Benim doktora tezimin de
(danışman) hocasıydı, doktora tezim bitmemişti.
Ritter: Hoca şimdi ne
olacak? İstersen Almanya’ya gel, dedi. İstersen.
Fuat Sezgin: Gelemem
falan, dedim.
Dekanla konuştu.
Ritter: Tez bitince bana
gönderin, ben rapor yazarım, dedi.
Böyle kurtulduk ama beni o andan
itibaren salondan çıkardılar. Ben o andan itibaren Brockkelmann[4]
kitaplarını tamamlamayı kafama koymuştum. Delice bir şeydi ama koymuştum
kafaya, malzeme topluyordum. Benim hocamın faziletlerinden biri de
talebelerinin başarısının onu mesut etmesiydi. Beni kütüphanelere beraberinde
götürürdü; yazmalara. O, 1929’dan beri İstanbul kütüphanelerindeydi, yazmaları
iyi tanıyordu. Gittikçe yeni kitaplar keşfediyordu. Sonra birçok Avrupalı
adamları, Almanya’dan insanları getiriyorlardı. Onlara diyordu ki “Sen bu
sahada çalış. Sen burada çalış”, diye. Bu bakımdan meşhur kitapları
tanıtma sahasına çıkarıyordu, Hellmut Ritter.
Bu, büyük bir şey. Bunları
yaptılar, yapıyordu adamcağız. Bu arada benden, öğrensin istiyordu, yazma nasıl
tetkik edilebilir, nasıl hazırlanır, kâğıt nasıl ele alınır, onu bile ben
hocadan öğrendim. Sayfa aralarını biz buradan açarız (kitabın alt kısmını
gösteriyor). Hayır, buradan (kitabın üst kısmını gösteriyor) açacaksınız.
Yazmaların tarihini! Her yazmanın
tarihi yok, tahmin edeceksiniz. Kısa zamanda beni o hale getirdi ki hocam, ben
de tanıyabiliyordum artık tahminen. Sonra gidiyorduk; mesela Saray
Kütüphanesi’ne (Topkapı Sarayı’na), 20-25 kitap ısmarlıyorduk. Kitapları ikiye
bölüyorduk. Yarısını hoca alıyordu, yarısını ben. Bizler tahminlerimizi
yazıyorduk içine. Sonra ikimizin tahminlerini karşılaştırıyorduk. Tabi onun ki
benden daha iyiydi ama benim ki de fena değildi. Bu mesut ediyordu hocayı.
Benim başarım ona yaklaştığı müddetçe, o da mesut oluyordu, adamcağız.
Hoca Almanya’ya gitti, ben devam
ediyordum. Doktoramı bitirdim. Çok daha bir ciddiyetle devam etmeye başladım.
1960 yılında -beni üniversiteden çıkardıkları yılda- bu bir şey yapamaz diye,
beni çıkardılar üniversiteden. Ben de ondan evvel 1,5 senelik misafir doçent
olarak oraya (Almanya’ya) gitmiştim. Beni orada doçent olarak muhafaza etmek
istiyorlardı. Ben “Türkiye dışında yaşayamam”, dedim onlara.
Ritter (Hoca) içinden bana
güldü, “bu adam Almanya’daki hocalığı falan reddediyor” diye. Bir
sene sonra, bu işe yaramaz diye üniversiteden çıkardılar, neyse iyi oldu belki
de.
İşte onu söyleyecektim. 1960
yılının sonuna doğru benim çıkışımdan evvel bana bir mektup geldi. Dünya’nın en
büyük Avrupa yayınevlerinden biri, Hollanda’dan duymuş benim böyle bir şey
hazırladığımı. UNESCO bu iş için, Brockkelmann kitabını
hazırlamak, genişletmek için 30-40 âlimden, bilim adamından oluşan bir
komisyon kurmak istiyormuş, muazzam paraları bu işe koyuyormuş falan. Âlimlere
taksim etmişler. Ben âlim diyorum, siz bilgin diyorsunuz. Her biri bir sahayı
almış. Sonra bir taraftan ben de hazırlıyorum. Üniversiteden çıkınca
Hollanda’da kitapçılara/yayınevlerine gidiyorum. Malzemeleri alarak çıktım
(üniversiteden, Türkiye’den), zaten gittim. Hollanda’ya gittim. Hollandalı
oryantalistlerden (oryantalistleri biliyor musunuz? İslam Bilimleri ile Şark
Bilimleri ile uğraşan insanlar, âlimler) 3 tane bilgini getirdiler. Sohbet
halinde yemek yedik falan. Benim yazdığım kitaplardan, Brockkelmann’ın büyük
bir cildini aldım götürdüm, onlara göstermek için.
Fuat Sezgin: Siz gördünüz
mü benim tashiyeleri mi?
Dinleyiciler: Görmedik.
Fuat Sezgin: Görmediniz
mi? Size ben göstereceğim.
Gösterdim onlara (oryantalistlere),
donakaldılar. Sonra şeye (yayınevi) haber vermişler ki, onlar benim için “çok
müsait bir insan, O yapsın”. Bana müspet bir rapor vermişler.
Fakat esasında yayınevi
vasıtasıyla dağıtılacaklarmış nüshaları komisyona. Bu meseleyi bir de Japonya’da
konuşacaklarmış. Konuşmuşlar, demişler ki “bir Türk buna musallat olmuş”,
demişler. “Ne yapalım, (ne söylediklerini bilmiyorum ama) galiba bir Türk
yapamaz,” demişler. Bana aktaranlar “biz sizin yapacağınıza
inanıyoruz, seni destekleyeceğiz”, dediler. “Ben korkmuyorum, ben
onu yazacağım” dedim. Bunu tek bir insan yazar, bu bir ansiklopediydi
ve otuz kişi ile yazılmazdı. Onlar mütemadiyen komisyonlar kuruyorlardı,
Paris’te, Brüksel’de. Bir İtalyan oryantalist geldi bizim enstitüye, “sizin
adamınız bu kitabı hazırlıyor ama Cambridge’de uluslararası komisyon karar
verecek, sizin adamınızın haberi yok mu?” dedi. Bizim enstitü müdürü
bana “haberiniz var mı bundan” dedi. Ben gitmiyordum ama zorla
biletimi alarak oraya yolladılar. Aldılar beni zorla Cambridge’e gönderdiler,
ben de kitaplarımın iki cildini hazırlamıştım götürdüm onları. Komisyon başkanı
benim tanıdığım bir Almandı (insaflı bir Almandı). Onun yanına oturdum,
kitapları gösterdim kendisine. Adam hayret içinde kaldı ve “ben komisyon
başkanlığından ayrılacağım” dedi.(O komisyon başkanı, bundan 4 ay önce
101 yaşında vefat etti).
Ben kitabın birinci cildini (1000
sayfalık kitap) matbaaya verdim, komisyon başkanlığını üzerine alan bir Alman
Komisyon Başkanı (Mainz şehrinde, benim kitaplarım orada basılıyordu),
matbaanın sahibine demiş ki: “Doğudan bazı palavracı insanlar gelir,
kitaplarında birçok şeyler yazar, biz şunu yapıyoruz diyerekten, bunlardan bir
şey çıkmaz.” Hâlbuki bizim projemizin bir talibi vardı, o zaman da
böyle bir şey vardı. Matbaacı demiş ki “ben 30 nüshasını bastım bile
kitabın”, adam sapsarı olmuş. Maalesef benim kitabın birinci cildinin
basılmasını görmedi, benim de tanıdığım bir adamdı. Neyse birinci cilt çıktı,
maalesef o kitaplarım yok burada, olmasını çok isterdim.
Bana Hollandalı bir adam geldi ve
“ben İspanyada her şehirde sizin kitabınızın bir nüshasını gördüm
kütüphanede” dedi. Bizim Türkiye’de maalesef iki nüsha yoktur, belki
de. Benim kitaplarıma Türkler sahip çıkmadılar, maalesef, tercüme de
edemediler. Birinci cildini tercüme ettik.
Komisyon üyelerine söylüyorum,
burada yok tercüme ettiğimiz, göndermemişsiniz, yaymamışsınız, buna ben
üzülüyorum.
Engin Bey: En azından
gelirken alıp getirmemiz lazımdı, doğru söylüyorsunuz.
Fuat Sezgin: Ama gider
gitmez size bir cildi gönderecekler. Türk üniversitelerinde, Türklerin
kültürlerinin değerini ve tarihini anlatılması çok olmadı, çok bilmiyorlardı bu
konuyu, yavaş yavaş öğrenmeye başladılar ama ne olduğunu da bilmiyorlardı.
Ama şunu söyleyeyim, Türk
üniversitelerinde, tüm Türk milleti içerisinde bilimler tarihini bilen tek bir
insan yoktur. Aydın Sayılı diye bir zat vardı, Atatürk onu Amerika’ya
göndermişti, o meşhur bir bilim tarihçisinin yanında Bilimler Tarihi öğrendi (o
vefat etti). Astronomi ile meşgul oluyordu. Ama ondan başka hiçbir Türk,
Bilimler Tarihi ile uğraşmadı, herkes diyor şimdi Türkiye’de, “ben
bilimler tarihçisiyim” diye. Ama Türkiye’de bilimler tarihçisi yok.
Onun için de Bilimler Tarihi Enstitüsü’nü kurmak istiyorsanız, bu fikirden
vazgeçiniz. Eğer hoca yoksa siz kendi kendinizi kandırmış olacaksınız. Bizim
bütün ümidimiz bu İstanbul’daki enstitüde hoca yetiştirir, onlar size gelince
de siz bir enstitü kurmayı reddetmeyiniz. Onların gelişine dayanarak bir
bilimler tarihi dersi koyunuz üniversitenize.
Dolayısı ile ondan sonra ve
inşallah bu Enstitü’de birçok talebe de yetişir. Bana büyük ümitler veriyor
orası, onu da söyleyeyim. Türk üniversitelerinde eğer ki böyle giderse, şartlar
değişmezse, belli olmaz Türkiye’de şartlar maalesef doğru ama öyle devam
ederse, orası (Enstitü) Türkiye için muazzam bir şey olacak, onu
söylüyorum. Lütfen onunla ilgileniniz. Hatta bizim vakfın adamlarıyla
konuşunuz. Böyle talebe günleri falan. Bu öyle olsun. Ama hangi üniversiteye
giriyorsam Bilimler Tarihi Enstitüsünden de bahsediyor olmanız lazım. Bu,
gülünç bir şey!
Neyse, nerede kaldım evet
(komisyondan) birinci çıktım. Benim için bilgi dağıttılar, tanıtma yazıları
yazıldı dünyanın muhtelif yerlerinde. Çok müspet cevaplar geldi, yazılar çok
iyiydi. Hep de insaflı insanlar şansıma. Ondan sonra o komisyon lağvetti
kendisini, çalışmalar falan benim lisanımda kaldı. Memleketinden kaçmış bir
Türk olarak böyle bir mesuliyeti üzerimde gördüm, bunu devam ettirebilir miyiz,
diye. Korkusu gelmedi bana, devam edecektim.
Allah’ın bir şansı, Müslüman bir
Alman hanımla tanıştım. Ondan sonra evlendik. Efendim, o bana çok yardım etti.
Yazdığım kitaplar da. Benim Almancam o zaman o kadar iyi değildi. Ama benim
Almancamı tavsiye ederdi eşim. Onun için ben eşime, ona çok şey borçluyum.
Bundan her yerde de bahsederim. Kendisi de zaten sekiz, dokuz, on dil bilir
falan. İyi bir insan, bilimler tarihçisi o hanım. Birkaç kitap yazdı, evet
öylece geçti.
Ama daha önemlisi üniversitede
hoca oldum. Efendim. Beni doçent yapmak için doçentlik tezi istediler. Çünkü
ben ilimler tarihi yapmak istiyordum. O ilimler tarihi için benden yeni bir tez
istediler. Ben doçentlik yaptım, ondan bir sene sonra bana Alman profesörlüğü
verdiler. Alman profesörlüğünü alınca Almanya’da bir dönem bilimler tarihine
dair bir ders vermek (bizim Türkiye’de öyle ucuz bir şey zannediyorlar)
çok zordu. Ben bırakıp kaçmayı bile düşünüyordum, kitabımı yazayım diye.
Hakikaten çok zordur. Bir ara geldim Türkiye’ye eşimle birlikte. Bunu
deneyeceğim (Türkiye’de akademisyenlik), bana ne dediler biliyor musunuz? Nasıl
dediler; bana orada bir doçentlik kadrosu var, onu gazetelere ilan
edeceğiz. Bir de imtihana girerseniz...! Ama anlattığım olayın aynı
günü trenle Şam’a gittik. Şam’dan da Kahire’ye. Oradan döndük. Bunlara
katlanacağım.
Kitabımı bitirebilmek için
Almanya’daki profesörlüğü bırakacaktım. Burada bana bir doçentlik
vermiyorlardı. Orada profesörlük için, (Almanya’da) bir bilimler tarihi
profesörü olmanız için çok şey istiyorlardı. Çok iyi Yunanca, Latince bilmeniz
lazım, olmaz, bilmiyorsanız profesör olamazsınız. Çok şükür hocamın sayesinde
üniversitede öğrenmiştim o dilleri, elhamdülillah kabul ettiler. İşte, zordu
yani ilimler tarihi dersini vermek, bu kitabı yazmak. Başta düşünüyorum bu
nasıl ki bende ne enerji varmış. Nasıl yaptım, zordu, bunların talebeleri
(Almanların) her şeyi yutmuyorlardı. Derslere (çok şeyler geliyordu) çok
profesörler geliyordu, benim dersime de. Allahütealâ... Altından kalktım
bunların, kitabımı yazıyordum. Kitabımın birinci cildi bin sayfalık bir cilt.
Neyse.
Fuat Sezgin: Rektör Bey
bir hafta içerisinde gönderecekler bir nüsha size.
Engin Bey: Tabi tabi yarın
gönderecekler, yazdım şimdi. Yarın veriyorlar kargoya.
Fuat Sezgin: Fakat
esasında Türk milletinin bu kitabın bütün ciltlerini tercüme ettirmesi lazımdı.
Olmadı, olmuyor. Bu arada çok zengin iş adamları parayı seviyorlar, bu işe pek
para ayıramıyorlar. Kusuruma bakmayın.
Engin Bey: Hocam
talimatınız üzere TÜBİTAK’la işbirliği içerisindeyiz.
Fuat Sezgin: Ben TÜBİTAK’a
mektup yazdım. Birinci cilde; TÜBİTAK izin vermedi, katiyen. TÜBİTAK bizim
müzeyi, başka bir müzeyi taklit ediyorlar, diyor.
Katiyen ben TÜBİTAK’la bir şey
yapmak istemem katiyen.
Muhittin Bey: Bitti, biz
takip edelim tamam tamam.
Fuat Sezgin: Şimdi birinci
cilt çıktı. Birinci cildin içinde şunlar vardı; Kur’an, Kur’an ilimleri, hadis,
hukuk, edebiyat, şiir vardı. Şiiri sonradan çıkardım. Yani bin sayfalık bir
cilt çıktı. Ondan sonra ikinci cildi yazacaktım. İlimler tarihi enstitülerinde
ders verdiğim için.
Artık, ilimler tarihine dair
ciltlerle uğraşacaktım. Kitabın ikinci cildini boş bıraktım, üçüncü cildine
geçti. Üçüncü cildi tıp, tıbbı bilimler, hayvanatı (zooloji) yazdım. Onlar
burada olsaydı sizlere de göstermek isterdim, üçüncü cilt öyleydi.
Ben bir hatıramı size anlatayım.
Benim hocam Almanya’dan Türkiye’ye dönmüştü. Burayı gezdikten sonra bir daha
Türkiye’ye dönmüştü. Birkaç sene sonra. Ben buraya (Almanya) geldim. O
Türkiye’de kaldı. Sonra ölümüne bir yıl kala Almanya’ya döndü. Kitabımın üçüncü
cildini ben ona ithaf ettim, Hocama. Biz her gün aynı yerde kalıyoruz. Gittim
ona, hastaydı yatakta uzanıyordu. Verdim kitabı eline, baktı... baktı,
gözlerinden sevinç gözyaşlarının geldiğini gördüm. Bana titrek bir sesle;
Ritter: Bunları nerden
biliyorsunuz, dedi.
Fuat Sezgin: Bu, benim
hayatımda, kulağımda çınlayan en tatlı cümledir. Bunu unutamam. Ben “bunları
sizden öğrendim” dedim. Güldü, hayır falan demedi. Evet, bu hayatımın en mesut
günlerinden biridir.
Ondan sonra kimya tarihini
yazdım. Hiç kimyager var mı sizin içinizde? Burada kimya ile uğraşan kimse yok.
Kimya ile uğraşan biri olsaydı soracaktım. Müslümanların modern kimyanın
kimyasalını.
Müslümanların 8 yy. da kimyanın
bütün teorileri aldıklarını. Benden evvel çalışan bir adam vardı, Yahudi bir
adam. Büyük âlimdi, yazdı fakat o kimya tarihinde bazı tahripler yaptı.
Cabir Bin Hayyan denen bir kimyacı var, 8. yy. sonunda yaşamış. Ondan kalan
bize yüzlerce kitap var. Paul Kraus adındaki Alman Yahudi âlimi bunları
etüt etti. Öyle müthiş etüt etmiş ki adamcağız, onun kitaplarında kimyanın ne
dereceye kadar geldiğini müthiş bir şekilde göstermiş. Ben ondan çok
faydalandım. Ama adamcağız nedense Cabir Bin Hayyan’ın yaşamadığını, bu
kitapların 10. yüzyılda İsmaililerin tarzında[5]
bir ekol tarafından yapıldığını, Cabir Bin Hayyan’a isnat edildiği gibi
yanlış bir teori ileri attı. Astarı yüzünden pahalı, aslı astarı yok. Ben ona “hayır”
diye yazdım.
O muazzam bir şey görüyor, mesela
Cabir’in atomun parçalandığını yazdığını söylüyor adamcağız. Böyle kitaplar,
böyle şeyler var müthiş. Modern kimyanın temellerini 18. yy’dan daha ileri bir
seviyeye getirmiş adam 8. yy’da iken. O, bunu bir İsmailî ekolüne mal etmek
istiyor. Bunu izah etmek uzun bir mesele. Neden bunu yapıyor? Ben bunu
reddettim. Reddetmek için değil, bunun yanlış olduğunu gördüğüm için. Kimya
tarihini yazdım orada. İslam dünyasında yayılmadı, okumuyorlar Müslümanlar,
maalesef. Sizlerin üniversitelerinize bu kitaplar girmiyor. Bir şeyler yapmamız
lazım. Bu kitaplar girsin, siz okuyunuz. Okumadan olmaz.
Neyse kimya tarihinden sonra nebatat
tarihi var. Baktım, o da bitkiler tarihi. Bitkiler tarihini
Müslümanlar, 9. yy’da inanılmaz bir seviyeye getirmişler, Ortaçağda bitkiler
tarihi çok üst seviyede.
Kitabın 5. cildi, artık edebiyat,
tarih, matematik. Matematikte şunu söyleyeyim; benden evvel bu sahada çalışan
oryantalistler vardı, bunlar birçok şey bulmuşlardı. Tabii benim onları
toplayarak, onlara dayanarak kendi sonuçlarım da vardı. Benim bu kitabı
yazarken getirdiğim şey, evvela, onları toplamak, bütün gözden kaçmış bilim
adamlarını ortaya koymak, bunlardan bilimler tarihi için kat’iye yakın sonuçlar
vermek. Ben tüm kitaplarımda bu işi yaptım. Avrupalılar bütün bu sahada
çalışıyorlar, çok etütleri var. Onlardan faydalandım. Onları inkâr edemem,
bazen yanlış fikirleri var falan, onlar mühim değil ama ben onlara dayandım.
Kendi buluşlarım var bunları da söyleyeyim.
Ama kitabımın bütün ciltlerinde
mahsus söylüyorum, vurguluyorum. Vurgulama kelimesi aklıma gelir beton olur.
Öyle değil mi? Oryantalistler belki de cesaret edemezler, Müslümanları
tam etüt edemedik diye hiçbir zaman mesela “Genel kimya tarihinde,
Müslümanların getirdiği kimyanın yeri nedir? Matematik tarihinde onun yeri
nedir?” sorusunu hiçbir sahada hemen hiç sormadılar. Ben o soruyu sormaya
ve onun cevabını vermeye gayret ediyorum. Ben bu kadar söyleyeyim.
Elimden geldiği kadar çok
çalışıyorum, birçok kitaplar keşfediyorum, onların da bulamadığı kitapları, ama
hiçbir zaman kitabımda bilerek hata yapmadım. Hakikati hiçbir zaman bile bile
zorlamadım. Arkamda bir takım hatalar bırakmaya çalışmadım. Bunu size garanti ederim,
bilime sadık kaldım. Avrupa’da bazen düşünüyorlar: “Bu Müslümanlar
mübalağa ediyor” diye. Hayır, öyle bir şeyi hiçbir zaman hiçbir şekilde
yapmadım. Ama ben Müslüman olduğum için. Avrupalılar bunları sevinerek
yapıyorlar, çalışarak yapıyorlar ama onlarda bende olan heyecan yok. Ben
Müslümanların keşifleriyle icatlarıyla benim duyduğum heyecan onlarda belki de
yok onlar için bu mesele açık kaldı. Ben bu meseleyi ilgili her ciltte
cevaplandırmaya çalıştım. Matematik, neler buldum, ben onlardan bahsetmeyeceğim
iş uzar. Ondan sonra astronomiye geçtim. Orada da aynı şey, Müslümanların
astronomi tarihindeki muazzam yerleri karşıma çıktı, işte onun için bazı
aletlerini yaptım. Onları müzede gösteriyorum. Hiç olmazsa o sonuçları kısmen
bu ciltlerde göstermeye çalıştım. Bunları okuyanınız var mı? Okudunuz mu?
Hiç yok. Bunları hiç okuyanınız yok mu? Mahvoldum demektir. Cevap
beklerdim. Neyse okuyacaksınız, bundan sonra benim üzüntümü düşünerek bu
ciltleri okuyacaksınız hiç olmazsa. Bunları Almanca yazdık, Türkçeye,
Fransızcaya, İngilizceye kaç dile tercüme ettik. Bunları okumanızı rica
ediyorum sizin. Okumanız lazım, mühim bir giriş, görüş vardır, onları bilmeniz
lazım. Şunları (masanın üstünde ciltleri göstererek) biraz fiyakalı bir şekilde
basmışlar. Onlar bunların fiyakalı basımları. Ama benim esas kitaplarımı
gösteremedim size, yok. Bir cildi gelecek inşallah. Engin Bey söz verdi.
Evet, 6. cilt astronomi, orda da
çok şey buldum. Onları anlatmayacağım. Orada da Müslümanların astronomi
tarihini nereye kadar getirdiklerini göreceksiniz. Benim kitaplarımın müspet
taraflarında biri de hangi cildi ele alıyorsan, bunların Avrupa’ya etkilerini
geniş çapta ele alıyorum. Kitabın iyi taraflarından biri bu.
7. cilt astroloji, astrolojiyi
biliyorsunuz değil mi? Astroloji, yıldızlara bakarak hüküm vermek. Matematiksel
astronomiyi ortaya çıkarmışlar. 7. cilt bu. Burada mühim olan bir kısım var. O
da meteoroloji. İslam meteoroloji tarihini ilk defa yazdım. Burada
Müslümanların 9. yy’da Avrupa’daki Avrupalıların bildiği meteorolojinin 19. yy’da
bilinen seviyesine gelmişler, Müslümanlar 9 yy’da.
Nasıl, çok mu uzattım? Sabrınız
var mı biraz daha?
8. cilt filolojiye geçtim, eski
konular lügat falan. 9. cilt gramer, naif bir gramer, bunların hepsini bu fakir
(kendisine atfen) yazdı. Bunlarla ilgili daima münakaşa ediyorum, Arap grameri
dünya gramer tarihinde ne ifade ediyor? Bu mesuliyeti üzerime alıyorum.
Bundan sonra coğrafyaya atladık.
Ben bu (önceki) ciltleri üç-dört yılda bir yazıyordum. Coğrafyayı da üç-dört
yılda yazarım diye düşünüyordum ben. Coğrafya oryantalistlerin en çok çalıştığı
sahalardan birisidir. Biz enstitümüzde oryantalistlerin coğrafyaya dair yazdığı
bu etütleri topladık, 332 cilt yazdık, çıkardık, düşünün. Çalışma tarzımı
söyleyeyim; baktım orada coğrafya tarihinin insan coğrafyası üzerinde en mühim
iki kitap vardı. Biri Fransızca idi, bu mühim değildi. Ancak diğeri Rusça idi,
Kraskovski diye bir adam yazmıştı, benim onu okumam lazımdı ve karar verdim
Rusça öğrenmeye. Müracaat ettim. (Bugün Putin var o zaman daha fena şeyler
vardı, 30-40 sene evvel yani.) 1977 senesiydi Rusya’ya gittiğim zaman. “Falan
tarihte geleceksin” dediler, 2 ay evvel. Ben iki ay evvel her şeyi
bıraktım her şeyi, hatta eve giderken bile Rusça öğrenmeye başladım, trenle
giderken o zaman araba falan yoktu, pek de kullanmıyordum. Trene 20- 25
dakikalık mesafede yürürdüm, komşular gelirdi, benimle konuşmak isterlerdi, ben
“hayır konuşmam” falan derdim. Yolda, trende hep Rusça
çalışıyordum. İki ayda. Biraz kendimi methedeyim, havaalanına gittiğimde tüm
problemlerimi Rusça anlatabiliyordum. Orada iki ay kaldım. Niye Rusça öğrenmem
gerekiyordu? Kraskovski diye bir âlim var, böyle bir kitap yazmış beşeri
coğrafyaya dair, insan coğrafyasına dair, onu okumam lazımdı, biliyorum bazı
makaleler vardı onun hakkında methediyorlardı, onları okudum, böylelikle
coğrafyaya girdim. Bir bakıma cennete girdim, bir bakıma da hapishaneye
girdim. Cennete girdim demekle bugünkü saadetimden bahsediyorum. Fakat
hapishaneye girdiğim zaman artık içinden çıkamıyordum. 332 cildi
okuyacaktım, Arapça yazılanları okuyacaktım, bunların hepsinin mikrofilmleri
var bizim enstitümüzde. Coğrafya beni 28 yıl meşgul etti, tam 28 yıl. Fakat
bugün düşünüyorum saadetimi. Coğrafyacılara söylüyorum; lisede üniversite
coğrafya diye bir şey öğrenmişiz ama hiçbir şey öğrenmemişiz, coğrafya diye bir
şey yokmuş ortada. İslam coğrafyasını tanıdım, bir matematiksel coğrafya var,
bilmem okutuyor musunuz bunu? Size bir kitap getirdim hediye edeceğim. Matematiksel
coğrafyayı kim icat etti biliyor musunuz?
Kadir Temurçin: Biruni[6]
mi? Hocam.
Fuat Sezgin: Evet, müthiş
biri. Dokuzuncu yüzyılda coğrafyaya müthiş bir başlangıç yaptılar, bunlara
yarın değineceğim. Mütemadiyen dünyaya dağıldılar, Halife Me’mun[7]
bunlarla birlikte çalışıyordu, grupları bütün dünyaya gönderdi, bunlara
dünyanın enlem ve boylamlarını ölçtürdü ve dünyanın ilk mükemmel haritasını
yaptılar, hatta yanımda getirdim göreceksiniz onu, muazzam bir harita. Müslümanlar
9. yy’dan itibaren dünyaya hâkim oldular, coğrafi manada. İslam’ın birinci
yüzyılında Müslümanlar Çin’e gittiler. Çin’de Kanton[8]
şehrinde onların kendisine ait bir mahallesi var düşünün. Madagaskar’a[9]
uğramışlar birinci yüzyılda.
Coğrafya yaptım, bütün bilim
tarihini yaptım, halife Me’nun beni de hayrete düşürüyor, nereden
bunlara bu fikir geldi, ateş geldi, nasıl yayıldılar. 9. yy’dan itibaren artık
dünya haritası yapmaya başladılar, gittikleri yerlerin nasıl olduğunu öğrenmek istediler.
Müslümanların 10. yy’da öğrendikleri, Avrupalıların 17.-18. yy’da öğrenebildiklerinden
çok daha iyiydi. Bunları etütlerim sonucunda söylüyorum. Avrupalılar 18. yy’da bile
Müslümanların haritalarındaki enlem boylam derecelerini atıyordu, çünkü enlem
ve boylam derecelerinden anlamıyorlardı, kopya ediyorlardı. Yarın bununla
ilgili şeyleri anlatacağım.
Ben coğrafya ile meşguliyetimin
üçüncü-dördüncü senesinde şu soruyu sordum kendime; “Müslümanlar
matematikte, astronomide bu kadar ileri oldukları halde neden Avrupalılar gibi
enlem boylam derecelerine dayanarak haritalar yapmadılar?” Ben
üzülüyordum. Seneler geçtikten sonra, 10 seneyi geçtikten sonra, (bir hatamı da
anlatacağım) ben baktım ki Avrupalıların elinde bulunan bütün haritaların
tamamı İslam dünyasından gelmiş. Avrupalılar 18. yy’da bile enlem boylam
dereceleri ile harita yapamıyorlardı. Ben ancak bu realiteyi 10 sene meşgul
olduktan sonra görmeye başladım. Bu realiteyi bütün dünyada bu güne kadar bilen
insan yok, bunu yazdım kitaplarımda. 6 cilt çıktı. 4 cildi Matematiksel
Coğrafya, 2 cildi de Beşeri Coğrafya. Beşeri Coğrafyayı Avrupalılar iyi
buldular. Fakat Matematik Coğrafyayı birkaç küçük müstesnalarına rağmen
oryantalistler de Matematik Coğrafya meselesini ele alamadılar, çünkü harita
kalmamıştı. Haritaları değerlendiremiyorlar. Ben bugün İslam Dünyası’ndan kalma
200’den fazla harita buldum, ufkum açıldı. Baktım onun için bazen kendimi çok
beğenmiş görüyorum, mağrur görüyorum. Ben onun için “benden başka, bütün
Dünya’da coğrafyayı bilen yok” diyorum. Gurur geldi bana, kusura
bakmayın coğrafyacılar, affedin.
Neyse, yarın size bunlardan
bahsedeceğim, biraz tafsilatlı. Şimdi 92 yaşıma girdim. Kitaplarımın coğrafya
ciltleri geçen sene çıktı. “Ne yapayım? Yeni bir cilt daha alayım mı?
Yeni bir cildi bitirebilir miyim? En zor cilt karşımda. Her seferinde, peki bu
cildi yazmazsan olur mu? Senin için hayatının tek manası bu kitaplar. Sen nasıl
yaşarsın?” diye kendime sordum. Onun için felsefe tarihi cildini
yazmaya başladım. 7-8 aydan beri bu cildi yazıyorum. Orada da bugüne kadar
ulaştığım neticeler falan beni uçuruyor. Bakalım, Allah’tan niyaz ediyorum
bana, 4-5 sene daha ömür versin. Gece-gündüz çalışıyorum, hiç merak etmeyiniz.
Fakat çok zor Felsefe cildi. Allah’ım bunda muvaffak olmak istiyorum, bana dua
edin. Şimdi bu kadarla kalalım. Fazla gevezelik ettim. Dikkatinize teşekkür
ederim, ama yarın da geliniz, kaçırmayınız.
Vali Vahdettin Özkan: Her
birimiz 10 kişi getirebiliriz hocam.
Fuat Sezgin: İyi şeylerden
bahsedeceğim size inşallah. Hoşunuza gitti mi?
Dinleyici: Çok çok...
Aslında ilham da verdiniz hocam.
Fuat Sezgin: Öyle mi?
Dinleyici: Çalışmaya kaç
yaşında başladınız? Kaç yaşındaydınız?
Fuat Sezgin: 18 yaşımda
başladım.
Dinleyici: Yok. Almanya’ya
geçişiniz? Kitaplarla başlamanız? Hocanızla...
Fuat Sezgin: Kitapları yazmaya
üniversiteyi bitirdiğimde, 1946 senesinde başladım malzeme toplamaya. Orada
enstitüm vardı, çalışkan asistan ve talebelerim vardı. Onlara kitapları
veriyordum, kitap fişletiyordum. Felsefe cildini yazarken bile onların yazdığı
fişlerin bir kısmını kullandım. Olmadı, Almanya’ya gittim. 1946’da başladım.
Hesap edersiniz kaç yıl olduğunu... Bir sorunuz var mıdır? Siz konuşunuz şimdi.
Rektör Bey, diyeceğiniz bir şey var mıdır?
Rektör İlker Hüseyin Çarıkçı: Hocam,
benim sorum yok, üzüntüm var. Siz telefonda bana demiştiniz ki: Türkiye’de son
5-6 yıldır benle sürekli röportajlar yapıyorlar, ilgi arttı. Bu aslında bizim
için bir utanç. Neden? Hem Türkiye’den gitmeniz belki Türkiye için üzüntü
verici, ama o zamanın şartları düşünüldüğünde, bu, sizin bilimsel çalışmalarınız
için belki de avantaj da olmuştur. Ama Türkiye’nin sizi çok geç keşfettiğini
düşünüyorum, üniversite camiası açısından.
Fuat Sezgin: Neyse, onlara
da hamd etmek, şükretmek gerek.
Haluk Songur: Eserleriniz
İslam Dünyası’nda çok yankı bulmadı? Fakat Batı Dünyası’nda büyük bir yankı
aldınız mı, Hocam? Bir karşılık geldi mi? Bu eserlerinize mukabil olarak.
Fuat Sezgin: Ben sizi iyi
duyamıyorum. Anlayamadım.
Haluk Songur: Eserlerinize
İslam Dünyası’nda çok ciddi bir karşılık gelmedi? Halen bir ilgisizlik var.
Fuat Sezgin:
Müslümanlar... Türkler Müslüman değil mi?
Haluk Songur: Batı
Dünyası’nda bunlar çok ciddi bir yankı, ne tür yankılar buldu, Hocam?
Fuat Sezgin: Batı
Dünyası’nda bütün enstitülerde aşağı yukarı İslam Bilimleri ile uğraşan
hepsinde var benim kitaplarım. Herkes bu kitapları kullanıyor, çalışıyorlar.
Ama bizim Türkiye’de bu yok. Avrupalıların bazıları memnun değiller, bir Türk
yazıyor diye. Muhakkak. Ama o kitaplardan ayrı kalamıyorlar. Türkler,
Müslümanlar tercüme ediyorlar, yanlış yaptılar falan, haber vermiyorlar. En iyi
ilgilenenler tercüme işinde İranlılar. İranlılar galiba bugünlerde 15 cildi
bitirdiler. Suriyeliler çok yavaş. İslam Dünyası yaşamıyor.
Doktoru: Şunu da ekleyerek
söyleyeyim. Mesela ben Kudüs’e bir zamanlar davetliydim. Orada Gaultier
Kütüphanesi var. İnanın ki girdiğimde en başköşede hocanın ciltleri var.
Biliyorsunuz ki Washington’da National Library var. En baş köşede hocanın
ciltleri. Almanya hocaya pekâlâ kaç tane mükâfat yaptı, verdi. Hoca
mütevaziliğinden söylemiyor bunu ama hoca çok mükafatlar aldı.
Fuat Sezgin: Teşekkür
ederim Şükrettin Bey. Benim insanlarla pek temasım yok işin doğrusu. Beni her
Pazar günü saat 12’de ziyaretime gelir, hem de dostum olarak gelir. Bir de
sorar, sıhhatim nasıl falan diye. Hiç kötü bir şey, menfi bir şeye varmadınız
değil mi, hastayım falan diye?
Doktoru: Hiç hiç. Hoca
zaten sağlığı ile de bir mucizedir.
Vali Vahdettin Özkan:
Allah sağlık, afiyet versin.
Fuat Sezgin: İlahi bir
şey, kitabı bitireyim diye. Evet. Hiç soru yok mu? Hanımlardan bir şey yok mu?
Vali Vahdettin Özkan:
Yarına saklıyorlar.
Dinleyici: Hocam ben bir
şey sormak istiyorum. Çekiniyorum basit mi olur diye. Bu haritaları hocam
nereden buldunuz? Daha çok Türkiye’deki şeylerden kütüphanelerden mi? Arap
Yarımadasından mı? Coğrafya cildini yazarken haritalardan yararlandım
demiştiniz ya.
Sezgin: Bir kısmını
seyahatlerim vasıtasıyla buldum. İkincisi de mevcut kitaplardan çıkarttım.
Onları insanlar değerlendirmekten acizdi. Mesela şunu söyleyeyim. Bilhassa
Me’mun haritası, en muteber dünya haritası, enlem-boylam derecelerine dayanan
bir harita. Bunu Topkapı Sarayı’nda kalan bir ansiklopedi de buldum. Bu
ansiklopedinin 1. cildinde buldum. Sizlere hediye de getirdim.
Salih Aydın: Evet. Tahkiki
Mahallil.
Fuat Sezgin: Dağıtacaksın,
yarınki konferansa getireceksin.
Salih Aydın: Tamam Hocam.
Fuat Sezgin: Bu haritayı
üniversitenizin bazı yerlerine asabilirsiniz. Bu haritayı Topkapı Sarayı’nda
kalan ansiklopedi cildinde buldum, bu ansiklopedinin birinci cildinde. Bakınız,
Mısırlıların coğrafya ile uğraşan büyük âlimleri vardı. Bu adam ansiklopedinin
birinci cildini neşretmişti. Fakat bu haritaya gelince ondan sonraki kısmını
bırakmıştı. Hala neden o kısmını bıraktı? Biraz ağır falan diye mi
bıraktı? anlamadım. Bu kadar, o haritalarla ilgisi yok değildi.
Kartografların peşinde koşan, bunlara ciddi manada bakan insan lazım. Ben bir
haritayı elime alınca kitapta, 20 saniye içerisinde anlarım, onun hangi
yüzyıldan geldiğini. Bu tabi benim 28 yıllık çalışmam sonucu oldu filan. Böyle
bir çalışmayı kimse yapmadı. Bu tabi, benim şansım vardı. Kim bütün 28 yılını
coğrafyaya verir? Neyse böyle oldu.
Mesela bir coğrafyacı var. Onun
müellif hakkı Topkapı Sarayı’nda. Ondan bize 100 den fazla muazzam tanınmayan,
Osmanlılar tarafından yapılmış haritalar var. Hiç kimse bakmamış o kitaba, ben
onları topladım. Beni şans olarak Allahu-Teâlâ gönderdi, onların peşine bir
deli gönderdi, o deli onları ortaya çıkardı. Öyle diyelim, ben deli değilim ama
öyle gönderdi.
Mustafa Yakar: Hocam bilim
tarihi anlamında bu ortaya koyduklarınız aslında dünyanın bilim tarihinin
eksenini değiştirecek boyutta bir şey. Bu durum Batı Dünyası’nda bir
rahatsızlık yaratmadı mı? Çünkü onların her temel taşının İslam kökenli, İslam
Dünyası’ndan çıktığı anlamına geliyor. Bu Batının kolaylıkla kabul edeceği bir
şey değil. Bu anlamda size tenkitin ötesine götürecek olumsuz şeyler
rahatsızlıklar gözlemlediniz mi?
Fuat Sezgin: Bu çok kısa
zamanda olmayacak belki 100 belki 200 sene sonra olacak. Şu olmuyor da değil.
Zor bir mesele sordun sen. İnsanlar, bazen beni sevmediklerinden dolayı, bazen
Türkü sevmediklerinden dolayı ya da İslam’ı sevmediklerinden dolayı kâfi
derecede bunu dünyaya tanıtmak istemiyorlar. Bu var. Bazıları da cesaret
edemiyor. Bu coğrafyacıların hakkında bir misalim var, onu size anlatayım. Bir
şans. Müspet bir haber vereyim size, ne olduğuna dair. Ben bu haritayı, Me’mun
haritasını bulmuştum. Benim dünyam değişti. Çok şeyler de keşfettim falan
falan. Baktım bunları çok büyüttüm gözümde. Ben ölürsem bunlar tanınmadan
kalırsa kaybolur gibi bir endişeye girdim. Ondan sonra oturup bir kitap yazdım.
O kitap yok sizde, belki enstitüde varsa oradan bir nüsha göndereyim size.
Büyükçe bir kâğıt. Sizde var mı o cilt?
Doktoru: Hangisi Hocam?
Fuat Sezgin: Yeşil bir
cilt Müslümanların kontribüsyonu. Şimdi adını tam hatırlamıyorum, galiba “Müslümanların
coğrafya tarihine katkıları” böyle bir kitap yazdım. Hem de birkaç
dilde yayınladım. Ben o zaman büyük bir şey olduğunu zannediyordum. Ama
coğrafya çalışmamın beşinci altıncı yılıydı, önsözünü yazdığım sırada yayınlama
tabı için baskı işi biraz uzadı ama bu sırada gece gündüz çalıştığım için yeni
birçok şeyler öğreniyordum. Önsöze gelince basılmıştı baktım o kitabı ben ne
kadar büyütüyormuşum. Bir de baktım birkaç ay içerisinde birçok şey daha
öğrendim. O önsözü yazdığım sırada Müslümanların çok daha ileri gittiklerini
Avrupa’ya çok müthiş bir şekilde tesir ettiklerini gördüm. Artık onları gelecek
zamanda bahsederim. Bu kitabı bir filozof, Alman Cumhurbaşkanı vardı. Bir
münasebetle tanışmıştık onunla. Richard von Weizsäcker. Akıllı bir adamdı,
gönderdim ona. O önsözünü okumuş sonra bana mektup yazdı. “Bu tahmininizi
gerçekleştirirseniz bu bilim tarihinde bir ihtilal olur.” Ben bundan
sonra kitaba devam ettim. 2000 yılında, o 1987 yılında çıkmıştı. Ben ona 13 yıl
daha çalıştım. Orda birçok şeyleri buldum, ufkum değişti. Dünyada coğrafyayı
tek bilen insan olma kıvancı geldi bana. Ama öyle bir şey değil. Ama sizin
biliminizi kabul eden bir coğrafyacı oldum, ama öyle değil korkmayın.
Cumhurbaşkanına bir mektup yazdım, kitabın 3 cildini gönderdim. Bundan önceki
mektubuma sizden şöyle bir cevap geldi şimdi onun cevabını veriyorum size. “Evet,
sayın cumhurbaşkanı ben falan filanları bulduğuma inanıyorum. Kitabı
gönderiyorum size.” Bana cumhurbaşkanından iki ay sonra bir mektup geldi.
Bu mektup beni hayatımda en çok sevindiren bir mektuptu. Okumuş adamcağız. “Evet
diyor siz Avrupa’nın, İslam dünyasına ne kadar ruhsuz olduğunu ispat ettiniz
sizi tebrik ederim.” Böyleleri de var, o büyük bir adamdı. Korkmayan bir
adamdı. Hakikatin karşısında. Tabi cumhurbaşkanıydı artık cevap vermek
zorundaydı. Bana en güzel cevabı o yazdı ama şunu söyleyeyim, benim o coğrafya
ciltlerim bir abide olarak kalacaktır kendimi öveyim. Buna hiç şaşmıyorum yani
bakalım. Bazıları aşırmaya bile başladı. Aşırsınlar, zararı yok mesudum. Başka
soru var mı?
Öğrenci: Hocam şu an bizi
birçok arkadaşımız dinliyor sizi, Türkiye’nin birçok yerinden dinliyorlar.
Bilim insanı olmak isteyen arkadaşlarımız.
Fuat Sezgin: Kim dinliyor?
Benden söz aldınız mı? Bakın casusa bakın (Latife ile).
Öğrenci: Öyle
düşünmemiştim hocam, hakkınızı helal edin. Günde 16-17 saat çalışıyorum
dediniz.
Fuat Sezgin: Ama şimdi
değil.
Öğrenci: Şimdi kaç saat
çalışıyorsunuz hocam?
Fuat Sezgin: Uyuyorum, ben
sadece şimdi uyuyorum.
Öğrenci: Biz hocam bu
yaşta 12-13 saat çalıştığımız zaman kendimizi çok çalışmış hissediyoruz ve çok
yorulduğumuzu düşünüyoruz. Siz o kuvveti nereden alıyorsunuz. Bu İlim aşkımı
yoksa başka bir kuvvet mi var?
Fuat Sezgin: Yorulma
kelimesini ben hiç kullandım mı? Onu sorun siz. Yorulma diye bir şey yok. Daha
gençsiniz siz, yorulmazsınız. Benim yaptığım gibi; ne yapıyorum biraz
yorulduğumu hissettim mi bu kelimeyi kullanmıyorum ama dolaptan bir şeyler
alıyorum, çay yapıyorum beş dakikada falan, ondan yiyorum ve hepsi gidiyor
yorgunluğumun. O casusluğu niye yaptınız? (Latife ile)
Vali Vahdettin Özkan:
İlmin zekâsı üstün gelmiş.
Fuat Sezgin: Vali Bey’den
fetva almışsınız.
Rektör İlker Hüseyin Çarıkçı:
Hocam demin bilim hırsızlığı caiz, çalsınlar ya onlar da çalıyor işte.
Diğer bir öğrenci: Hocam
sıkıştırma değil ama ben bir teşekkür etmek istiyorum size. Geçtiğimiz aylarda
İstanbul’da bulunduk. Gülhane Parkı’ndaki bilim tarihi müzenizi gezdik. Size
minnettarız gerçekten bize böyle bir yer böyle bir eserler bıraktığınız için.
İnşallah ileride hem öğrencilerimizle birlikte hem arkadaşlarımızla birlikte
herkesin burayı görmesi, paylaşması ve yaşaması için İstanbul’a sık sık sizin
eserlerinizi görmek için gideceğiz. Size çok teşekkür ederiz.
Fuat Sezgin: Ben de size
teşekkür ederim. Güzel şeyler duyuyorum.
Öğrenci: Bir ay önce
birlikte gittik, uzun uzun gezdik. Biz tıp tarihi ile ilgili çalışıyoruz. Bizim
açımızdan çok çok faydalı oldu. Bir de Endülüs ile ilgili bir merakımız var.
Üniversitemizin de zaten bir Kurtuba Vizyonu var. Tekrar gidip bir de Kurtuba
Vizyonu ile müzenizi gezmek istiyoruz. Tekrar teşekkür ediyoruz.
Fuat Sezgin: Ben de size
teşekkür ederim. Evet, Isparta’ya da girmişim demek ki daha gelmeden. Casusluğu
unutmayacağım (Latife ile).
Öğrenci: Hocam biz gibi
genç arkadaşlara “akademik amele” diyoruz. Normal işçinin
akademik işçisiyiz biz de. Biz gibi arkadaşlarla paylaştık. Hakkınızı helal
edin.
Fuat Sezgin: Ben memnunum,
biliyorum. Bu bilim geç başladı, hoca yok, Türkiye’de çok az. Bildiğim bir şeyi
söylüyorum. Bu seyahatlere katlanıyorum, esasında yaşlı bir insanım çıkmamam
lazım. Bakın bu akşam. Galiba faydalı olduğumu zannediyorum. İyi oldu,
İnşallah.
[1]
http://dergipark.gov.tr/download/issue-file/5825
[2]
İlgili konferansı izlemek için Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=IseYX_92vTM
(Muhammet Negiz)
[3]
Hellmut Ritter, Alman Doğubilimci. 1910'da liseyi Kassel'de bitirdikten sonra
1913 yılında Halle Üniversitesine girdi. Burada ünlü şarkiyatılar Carl
Brockelmann ve Paul Kahle gibi önemli akademisyenlerden ders alma imkânı
buldu. Vikipedi.
[4]
Carl Brockelmann, Alman kökenli 20. yüzyılın çok önemli doğu bilimcisi ve Sâmi
dilleri bilginidir. Vikipedi.
[5]
İsmâilîlik (Arapça: İsmailiyye ya da الإسماعيليون al-Ismā'īliyyūn; Farsça: اسماعیلیان
Esmā'īliyān; Urduca: اسماعیلی Ismā'īlī), Adını İsmail bin Cafer es-Sâdık'tan alan Şii
mezhebi. Şiîlik'te Cafer es-Sadık öldüğünde, yedinci Şiî İmâmı olarak Musa bin
Cafer el Kâzım'ın yerine Cafer-i Sadık'tan önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin
Câ'fer el-Mûbarek'in oğlu Muhammed bin İsmâ‘îl eş-Şâkir'i Yedinci imâm olarak
kabul eden mezhep. Vikipedi.
[6]
Bîrûnî, Fars kökenli Müslüman bilgin. Tam adı Ebu Reyhan Muhammed bin
Ahmed el-Birûnî dir. Batı dillerinde adı Alberuni veya Aliboron olarak geçer.
Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki
çalışmalarıyla tanınır. Vikipedi.
[7]
Memun veya Abdullâh Memûn, Tam Adı: Ebû `Abbâs el-Memûn Abdullâh
bin Hârûn Reşîd, 813-833 arasında 7. Abbasi halifesi. Vikipedi.
[8] Kanton, Çin
Halk Cumhûriyeti'nde bir kente ve bir ile verilen addır. Çin Halk
Cumhûriyeti'nin güneyinde bir eyalettir. Vikipedi.
[9] Madagaskar
ya da resmî adıyla Madagaskar Cumhuriyeti, Afrika kıtasına bağlı bir ada
ülke konumunda olup, kıtanın doğu kesiminde Hint Okyanusu'nun batı kısmında yer
almaktadır. Mozambik Kanalı ülkeyi Afrika ana kıtası ile birbirinden
ayırmaktadır. Vikipedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder